Koç Üniversitesi’nden siyaset bilimci ve araştırmacı Prof. Dr. Ali Çarkoğlu, yerinde takip ettiği Amerikan seçimlerini 10Haber için yazdı. Donald Trump ve Kamala Harris arasında başa baş giden yarışta dengeleri son haftada neler değiştirebilir?
Amerikan başkanlık seçimleri yaklaştıkça belirsizliğin azalmasını bekleriz. Her geçen gün adayların yarış sonundaki pozisyonları daha net ortaya çıkmalı. Bu kadar uzun, bu kadar medya büyüteci altında, bu kadar da kutuplaşmış bir seçmen kitlesinin karşısında dahi olsa topu topu iki adaydan birinin net bir şekilde öne çıkmasını bekleriz. Ama seçime birkaç gün kala öyle değil durum.
Kamala Harris, Başkan Biden’dan yarışı devralınca büyük ümitlerle yarışta öne çıkıp önde bitirir beklentisi oluşmuştu. İki kelimeyi bir araya getiremeyen Biden sonrasında onun yardımcısı hem çok daha genç, çok daha konusuna hakim ve belagati kuvvetli gelmişti. Ama öyle olmadı.
Harris belki de ölümcül bir hatayla kendisini Biden’dan nasıl farklılaştırması gerektiği üzerine pek düşünmeden bu yarışa girişmiş gibi görünüyor. Neyi nasıl farklı yapacaksın gibi basit bir soruya verebildiği hatırda kalan yegane cevap ‘Yeni dönemde ben Biden olmayacağım’ gibi bir uyduruk cevap oldu örneğin.
Sanki muhafazakâr Amerikan seçmeninin karşısına hem kadın, hem de beyaz olmayan bir aday olarak çıkmanın onu nasıl bir yokuşun başına bıraktığını pek düşünmemiş gibi görünüyor şimdilerde. Örneğin Kaliforniya Başsavcısı olarak suçla mücadeledeki başarısı ve sert tutumu aynı zamanda Afrikalı Amerikalı erkekler karşısındaki siyasi cazibesini de zayıflatıyor sanki.
Eski Demokrat Başkan Clinton’un efsanevi kampanya yöneticisi James Carville’in “Her şeyin başı ekonomi sersem! (It’s the economy stupid!)” diye çevirmek istediğim kampanya stratejisinin aslında bu seçim için de geçerli olduğu söylenebilir.
Dört yıllık döneminin sonunda Başkan Biden ve yardımcısı Harris Amerikalıları daha iyi durumda olduklarına ikna edemiyor. Hadi diyelim bunun sorumluluğu Başkan Biden’da. Yeni aday olarak Harris neleri farklı yaparak bugünden daha iyi bir ekonomi yaratacak? Bunun cevabı da maalesef çok açık değil. Geçmiş dört yıldan kendini ayrı tutamadığı için Harris’in kampanyasında ekonomi vurgusu da çok yüksek değil.
Carville geçen hafta sık sık CNN ve liberal ya da Amerikan solu diyebileceğimiz mecralarda Clinton kampanyası kadar Harris’in kampanyasına dair de konuştu. Hatta New Yok Times’a bir de iyimser yazı yazdı ve ümitvar bir şekilde Harris’in kazanacağını söylüyor.
Ama Demokratların bel bağlamış olduğu kritik seçmen gruplarında Trump’ın güç kazanmakta olduğunu da açıkça görüyor. Bu gruplar arasında Meksika ya da Latin kökenli seçmenler var. Erkek ve Afrika kökenli Amerikalıların da Harris’e Biden’a verdiklerinden daha düşük destek vermekte olduğu gözleniyor. Bu zayıf desteğin nedenleri hem ekonominin durumu, hem de belki bununla baş etmesi daha güç görülen kadın adaya karşı seksist tepki.
Hoş seçime neredeyse bir hafta kala Trump’ın New York Madison Square Garden’daki büyük gövde gösterisinde söylenenler sonrasında durum belki değişebilir de. Mitingin açılışını yapan komedyenin aşağılamadığı grup kalmadı. Bir başka konuşmacı Kamala Harris’i fahişeye benzetirken bir diğeri “uyduruk etnisiteli ve düşük IQlu Kaliforniya savcısı” olarak bahsetti kendisinden.
Bu kabalık kampanyanın sonunda karşımıza çıkan bir olgu da değil. Yakından izlemiş olduğum 1988 ya da 1992 kampanyalarıyla karşılaştırılamayacak kadar kaba bir lisan hakim kampanyaya.
Hani bizde karşılıklı olarak adayların birbirlerini faşist, vatan haini ya da yalancılıkla suçlamasını kaba bulabilirsiniz. Harris kampanyası da son günlerde Trump’ın faşistliğine vurgu yapar oldu. Trump ise hemen her gün rakiplerini moron, iç düşman, haşarat, radikal komünist ve benzeri şekilde betimliyor. Siyasi rakipleri olan bu “iç düşmanların” güvenlik güçleri tarafından kolayca kontrol altına alınabileceğini de söylemekten çekinmiyor.
Tabii bu iddialar taraftar medya tarafından önemsizleştirilip aslında kendisine karşı siyasi bir silah olarak kullanılan davalara doğal bir tepkiymiş gibi yansıtılıyor. Trump’ın söyledikleriyle yapabilecekleri bu yorumcular tarafından sanki birbirleriyle hiç alakasızmış gibi yorumlanıyor.
Oysa Trump açıkça rakipleriyle nasıl güvenlik güçlerini kullanarak mücadele edilmesi gerektiğini, Ukrayna ve NATO hakkındaki görüşlerini, para politikasında bağımsız bir Merkez Bankası’na karşı olduğunu açık açık dile getirdi.
Bu arada liberal tarafın tüm bu suçlamalarına karşı Trump ve taraftarları da Trump’ın garip güvenlik hataları sonucu suikast girişimlerinden kurtulmuş olduğunu ve bunların öncesi ve sonrasında rakiplerinin kendisini hedef gösteren söylemleri olduğunu dile getiriyor. Kısacası Amerikan toplumu ve siyaseti öyle kutuplaşmış durumda ki doğru bir yol yerine herkes kendi yolunda yürümeyi tercih ediyor.
Trump kampanya konuşmalarında açıkça yalan söylüyor. Liberal medya bu yalanları tek tek ortaya koysa da fark yaratamıyor. Trump’ın kampanya dilinin gitgide bayağılaştığı da söylenebilir. Ağza alınmayacak tabirler ve belden aşağı hikayelerle uzun uzun kampanya konuşmaları yapıyor. Daha geçen hafta eski golfçü Arnold Palmer’ın cinsel organı hakkında anlattığı hikaye korkarım bizim televizyonlarda net bir çeviriyle yayınlanamazdı.
Amerikan seçimlerinde günümüz demokrasileri için pek yeni olmasa da son derece önemli gelişmelerin en uç yansımalarını görüyoruz.
Bu gelişmelerin başı kutuplaşmanın demokrasileri sürüklediği çıkmaz. Seçimleri izlerken hepimiz kendi seslerimizin çınladığı yankı odalarına o kadar hapis şekilde yaşıyoruz ki ne kadar uğraşsak da sağlıklı bir bilgiye erişemiyoruz.
CNN ve Harris yandaşı liberal sol eğilimli Amerikan medyasını takip ederseniz, Trump sürekli yalan üzerine kurulu bir kampanya izliyor ve bu şekilde kazanması gitgide daha zorlaşıyor. Ama kazanırsa da bu tam bir felaket olacak. Dış ticarette getireceği gümrük vergileri ekonomileri çıkmaza sürükleyecek ve dış politikada Ukrayna’dan Orta Doğu’ya başımıza gelmedik kalmayacak.
Fox ve sağ eğilimli Amerikan medyasına bakarsanız da Harris eline metin tutuşturulmadan iki kelimeyi bir araya getiremeyen, ne ekonomide ne sosyal politikalarda ne yapacağını anlatamayan bir zavallı ve kazanırsa hem Amerika hem dünya için felaket olacak.
Amerikalılarla politika konuşmak, hele işi politikanın ilmini yapmak olanlarla konuşmak da gitgide daha zorlaşmış durumda. Elinde taze veri olanlar konuşamayacak kadar meşgul ve verisinin hakkını vermek için de son derece dikkatli konuşuyor. Bu dikkat aslında dişe dokunur bir şey söylemelerinin de önünü tıkıyor. Geçenlerde dinlediklerimden Trump’ın kaybederse seçime itiraz edeceğini, ama geçen sefer yaptığı itirazların hiçbir inandırıcılığı olmadığını öğrendim. Yani Amerika’da seçimlerin tüm tartışmaya rağmen aslında kolay kolay manipüle edilemediğini söylediler. Seçimin sonucunu bu itirazların belirleme ihtimali ise son derece düşük.
James Carville’in de dediği gibi kampanya çok yakın seyredebilir, ama sonuç genelde bir adayın net şekilde kazanacağı hale bürünür beklentisi hakim göründü bana bu konuşmalardan. Ancak seçime bir hafta kala henüz böyle bir eğilim ortaya çıkmış değil.
Pazar gecesi Trump’ın New York’ta Madison Square Garden showu hala kararsız seçmen varsa onları Harris’in yanına çekebilir elbette. Ama bu son derece kutuplaşmış ortamda kimsenin fikri son dakikada kolay kolay değişmiyor. Belki daha önemlisi, Harris’in “anayasa ve demokrasimiz elimizden gidiyor” feryatları sonucu oy kullanmayı düşünmeyenlerin de sandığa gitmesi ve katılım oranın artmasıyla dengeler Harris yönünde değişebilir. Ama katılımın artmasına da düşük olasılık veriliyor.
Bu arada korkarım hemen herkes oy çokluğunu kazanan adayın 538 üyeli delegeler kurulu ya da İngilizcesiyle electoral college’da başkan seçilmek için gerekli en az ((538/2)+1)=270 delegenin desteğini bulamayabileceğini çoktan kabul etmiş durumda.
Trump son seçildiğinde Hillary Clinton oyların çoğunluğunu almasına rağmen 270 delegeyi eyaletlerden kazanamadığı için seçimi kaybetmişti. Yine bir kadın aday olarak ülke sathında oyların çoğunu alsa da Harris’in de aynı şekilde seçimi kaybetme olasılığını kanıksamış durumda Amerikalılar. Nedeni nüfus olarak ufak eyaletlerin bu delege dağılımında avantajlı sayılara sahip olması.
Bizde cumhurbaşkanlığı seçiminde bu tür iki dereceli bir seçim yok malum. Ülke genelinde bir aday için tek bir oy bile fazla çıksa o aday seçimi kazanır. Ama Amerikan başkanlık seçimlerinde adaylar önce her eyalette en çok oyu alarak oranın tüm delegelerini kazanıyor ve 538 delegenin içinde en az 270’lik bir çoğunluğu ele geçirmeye çalışıyor.
Aday Kaliforniya ya da New York eyaletleri gibi nüfusu büyük eyaletlerde baskın bir oy payına sahip olsa da, delege payı yüksek ama ufak eyaletlerde az farkla da olsa geride kalırsa delege çokluğunu kaybedebiliyor. Bu açıdan sadece büyük eyaletlerde değil, tüm delege çoğunluğunu da sağlayacak sayıda ufak eyalette de rakipten çok oy almak gerekiyor.
Nüfus olarak büyük eyaletler görece daha liberal ya da Amerikan soluna meylederken görece ufak ya da sorunlu endüstrilerin merkezi olan eyaletler Cumhuriyetçilere ya da Trump’ın adaylığına destek veriyor.
Bu şekliyle Amerikan temsil sistemindeki sorun Türkiye’nin meclis dengelerindeki temsil sorunuyla çok benzer. Cumhurbaşkanlığında iki dereceli delege sistemi olmadığından bu tür bir sorun yaşamıyoruz. Ama mecliste sandalye dağılımında ve dolayısıyla da nüfus olarak görece ufak illerin meclisteki temsilinde bizde de benzer bir sorun var.
Bizim temsil sistemimizde de nüfusun önemli bir bölümünün yaşadığı illerin TBMM’deki sandalye oranları nüfus paylarının çok altında. İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa gibi yüksek nüfuslu illerde olamayan sandalyeler Anadolu’nun düşük nüfuslu illerine dağılıyor ve bu illerin görece daha muhafazakar siyasetinin Meclis’te temsil oranı da sonuç olarak olması gerekenden daha yüksek oluyor.
Peki Amerikan seçimde ne olabilir? Öncelikle bizimle Amerika arasındaki bir fark olarak görebildiğim saygın medya kuruluşlarının tümünün seçim sonucunun tahmin edilemeyecek kadar yakın olduğunu vurgulaması.
Sonuçlar yakın, ama bizim tahminimiz şudur diyen dahi yok. Kimin önde olduğuna dair kanaatleri ve hangi seçmen grubunun neden önemli olduğu ve benzeri yorumları elbette var. Latin ve Afrika kökenli özellikle erkek seçmenlerin Trump’a doğru meyletmekte olduğu ve bunun Demokrat Harris’i zorda bırakacağını söylemekten geri durmuyorlar. Ama bu yorumlara karşı veriler içeren anket çalışmalarını bulmak da mümkün.
Bizde olup Amerika’da olmayan bir durum da anket düşmanlığı. Basında en azından görünür biçimde “Anketler yasaklansın! Hepsi farklı sonuç veriyor, bunlar manipülasyoncu” diyen pek yok görebildiğim.
Tabii 50 eyaletin her birinde manipülatif anket çalışmasıyla ortaya çıkmak da pek kolay değil Amerika’da. Daha önce bahsettiğim toplantıda da bu anket sonuçlarının hepsinin aynı güvenilirlikte olmadığı ve değişik kuruluşların bu güvenilirlikte farklılığı da hesaba katarak anketlerin anketi ile birtakım sonuçlar ürettikleri vurgulandı. Son yıllarda bizde de benzer çabalar gözleniyor.
Açık ki “uçuş” sayılabilecek birtakım anketler burada da var. Ancak bu anket pazarı o kadar büyük, saygınlık için beklenen çalışma etik prensipleri o kadar net ve o kadar da rekabetçi bir pazar ki, bir Twitter/X mesajı ile sarsıvermek mümkün değil.
Anket piyasası da 2016 ve 2020 tecrübeleri sonrasında büyük değişim geçirmiş.
Bazı önemli partizan firmalar yerine henüz tarafsız anketçiler piyasaya girmiş durumda. Veri toplama ve veriyi ağırlıklandırma yöntemlerini de değiştirmişler.
Ama seçmen o derece eşit şekilde bölünmüş ve donmuş durumda ki, eldeki verilerle ne genelde oy dağılımını, ne de eyaletler temelinde delege çokluğunu kimin ele geçireceğini kestirebilir şu an için.
Belki de en önemli unsur katılım oranı olacak ve oradaki anlamlı bir artış ya da düşüş bir adayı öne çıkaracak. Amerika’da seçimden önce ve yurtdışından oy kullanabilmek de mümkün olduğundan oralardaki kritik değişimler de bu son derece yakın görünen seçim sonucunu etkileyebilir.
Bu kadar yakın olan bir seçimde Amerikan delege sisteminin getirdiği garip sonuç birkaç eyaletin belirleyici bir etki yapacağı. Bu eyaletler de sürpriz değil.
Bunlar ve delege sayıları da şöyle Arizona (11 delege), Georgia (16 delege), Michigan (15 delege), Nevada (6 delege), North Carolina (16), Pennsylvania (19 delege) ve Wisconsin (10 delege).
Doğu sahilinden üç eyalet beraber bir adaya yönelirse o adayın seçimi kaybetmesi çok zor.
Hangi senaryoda 270 delege bulunur sorusunun hesabı oldukça karmaşıklaşıyor. Ama seçime birkaç gün kala kampanya kasası dolu olan aday büyük avantaj yakalamış olacak. O aday televizyonlarda ve web üzerinden, sahada kapı kapı dolaşarak kritik kararsız seçmenin yoğunlaştığı gruplar ve coğrafi bölgelerde kampanyayı odaklamaya çalışacak. Ellerinde bu tür detaylı bilgi artık var.
Yine en büyük bilinmez paranın kimde olduğu. Harris’in Trump’dan daha fazla bağış topladığı görülüyor. Ama Trump’ın arkasında da milyarder isimler var. Hatta Tesla’nın sahibi Elon Musk’ın seçime kadar her gün bir milyon dolarlık bir piyangoyla Trump kampanyasına destek olmaya çalıştığı gözleniyor. Bu ve benzeri girişimler elbette sonuç olarak yargıya taşınacaktır. Trump kampanyasının bu tür girişimlerden ne kadar yararlanabileceğini de göreceğiz.
Türkiye açısından kimin kazanması iyi olur sorusu nasıl bir Türkiye’den bahsettiğimizle çok alakalı elbette. Trump’ın kestirilemez, telefon ve Twitter/X üstünden yürüttüğü başkanlığının Türkiye’de nasıl krizler yarattığı hatırlarda.
Amerikan güvenlik kurumlarındaki ilişkileri, kendisine çok net bir karşı duruş gösteren eskiden birlikte çalıştığı generallere tavrı, NATO, Ukrayna ve Rusya politikalarındaki duruşuyla kestirilemez, ama büyük olasılıkla sorunlu olacaktır.
Sadece kendi emirlerini dinleyen ve “Hitler’in generallerine” benzer generaller istediğini de öğrendik son günlerde. Pentagon ve diğer güvenlik kurumlarında Anayasa’yı pek “takmayan” bir başkanla çalışmak isteyenleri bulması zor olabilir. Bulduklarıyla muhatap olmak da hiçbir ülkenin dış ve güvenlik politikalarından sorumlu kişiler için kolay olmayacaktır.
Trump’ın ikinci başkanlığı mükemmel bir siyasi kaosa dönüşebilir. Bu sadece dış politika değil, global piyasalar için de hazmetmesi zor bir kaos olabilir.
Türkiye’nin Amerikan gündeminde olmadığını kestirmek güç değil. Ancak Orta Doğu’daki yükselen tansiyon elbette Türkiye’yi öncelikle güvenlik politikaları açısından gündeme getirecektir. Trump yönetiminin herhangi bir Amerikan başkanının izlemesi beklenen politikalar dışında bir gündem takip etme olasılığı rakibi Harris’ten çok daha yüksek. Bütün bunları hiçbir anayasal sorumluluğu olmadan yapıyor olduğuna da inanarak yapıyor olması durumunda Trump başkanlığını kimsenin istememesi gerekir.
Ancak nihai olarak karar önce oy kullanan, sonra da iki başkan adayından birini tercih eden Amerikan seçmeninin olacak. Zaten son haftaya girerken yaklaşık 45.5 milyon oy kullanılmıştı bile. Yani bu seçmenler son haftanın gelişmelerini hiç dikkate alamadan tercihini yapmış durumda.
Bakalım oyların sayılma süreci sağlıklı şekilde işleyebilecek mi? Kaybeden taraf sonucu kabul edecek mi? Ve bu süreç ne kadar zaman alacak?
Bu soruları soruyor olmamız bile Amerikan demokrasisinin ne kadar kritik bir dönemeçte olduğunun göstergesi aslında.
Ne yazık ki tüm göstergeler hem kutuplaşmış hem de duyarsız bir seçmen kitlesiyle seçime katılım oranının yükselmeyeceği yönünde.
Bu öngörü doğru çıkarsa geçmişe göre azalan bir katılımda kimin taraftarları daha yüksek oranda ve hangi eyaletlerde sandığa giderse ona göre kazanan belirlenecek.