11 kere maşallah! Kingsley Coman eşittir şampiyonluk
Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları göçmen krizi, ekonomik sıkıntılar, savaş havasının çizdiği çerçevede sonuçlandı. Faşizme mezar olan topraklarda aşırı sağın yeniden doğuşu endişeyle izleniyor. AB'nin geleceği merak konusu.
“İki bin yıl önce en gurur duyularak söylenen söz ‘Civis Romanus sum (Romalıyım)’ idi. Bugünün özgür dünyasında ise en övünerek söylenebilecek söz şudur; Ich bin ein Berliner! (Berlinliyim)”
Bu sözleri eski Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı John F. Kennedy 26 Haziran 1963 yılında o zamanın bölünmüş Almanya’sının bölünmüş kenti Berlin’in batısında sarf etti. Coşkulu bir kalabalık onu beklemişti, Nazi Almanyası’nın yenilgisinin üstünden yıllar geçse de ne zaferin tazeliği ne de coşkusu diniyordu. Ancak dünyanın düzeni bir düşmanı tükettiğinde yenisini üretmek üzerine kurulu. Batı da tam olarak bunu yapmıştı. Nazilere karşı omuz omuza savaştığı eski müttefiki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni (SSCB) hem kendi yazdıkları tarihten hem de dünyadan silecek politikalara Nazileri alt eder etmez başlamışlardı.
Tıpkı geçen hafta Fransa’da anmaları yapılan D-Day yani Normandiya Çıkarmasının 80’inci yılı törenlerinde gördüğümüz gibi. Normandiya çıkarması kısaca Nazi Almanyası karanlığını aralayan ilk aydınlık şeklinde açıklanabilir. SSCB hariç ABD ve müttefiklerince başlatılan Normandiya çıkarması Nazi Almanyası’nı bitirecek kilit operasyonlardan biriydi, ancak vurucu darbe SSCB’nin dahil olduğu operasyonla gerçekleşecekti. Zaten Nazilerden çok SSCB’nin halefi Rusya’ya verilip veriştirilen 80’inci anmalara Moskova’nın tepkisi de bu sebeple oldu: “Normandiya Çıkarması’nı abartmayın, Hitler’in mağlubiyetinde SSCB’nin rolünü küçümsemeyin.”
Bu hatırlatma ardından bu kez 1987 yılına kısa bir yolculuk yapalım, adres aynı: Batı Berlin. Bu kez konuşan ABD’nin 40’ıncı Başkanı Ronald Reagan. Soğuk Savaş’ın ve hatta SSCB’nin sonuna yaklaşılan yıllar:
‘Görüyorsunuz ki benden önceki başkanlar gibi ben de bugün buraya geldim. Çünkü nereye gitsem, ne yapsam Ich hab noch einen Koffer in Berlin! (Berlin’de hâlâ bir bavulum var)’
Bu konuşmanın mesajı netti: Berlin Duvarı’nın yıkılması. Alıcı ise Mihail Gorbaçov’du; düzenin ona uyum sağlamasını dikte ettiği şeyi yapan adam. Ve 9 Kasım 1989’da duvar yıkıldı. Bölünmüş Almanya için yeniden birleşme vaktiydi, insanların yüzü güldü… Kısa süre sonra halklar kendi kaderini tayin ederken bağımsızlık marşlarının yükseldiği dünya ABD’nin başrolde olduğu tek kutuplu bir düzene hapsolacaktı. Avrupa’yı kıskacına alan bu tek kutuplu düzen bir hayaletin serbest kalmasına neden oldu: Nazilerin ayak seslerini anımsatan yükselişiyle aşırı sağ.
Aşırı sağın yükselmesi tek kutuplu düzenin ayyuka çıkmasının hemen akabinde yaşanmadı. Avrupa önce Hitler, Mussolini ve Franco gibi diktatörlerin bıraktıklarıyla yüzleşmeliydi. Bu yüzleşme sosyal demokrasi ve merkezci anlayışa sahip partilerin yükselmesi ve Birlik içinde ana akım siyasi yapıyı oluşturmasıyla devam etti. Peki ne mi oldu? Dünyanın “medeniyet” beşiği olarak görülen, dahil olunmak için can atılan Avrupa Birliği, müttefiki ve Batı iradesinin lideri ABD’nin “özgürlük” götürdüğü hemen her yerde ona destek verdi.
Bu destek NATO’nun kaşıdığı Rusya’nın Ukrayna’yı 24 Şubat 2022’de işgal etmesiyle de sürdü. Ancak bir gariplik vardı, yıllar sonra kapısının eşiğine savaş gelen Avrupa’da çatlak sesler çoğalmaya başladı.
Çıkmaya başlayan çatlak sesler tabanın aşırı sağa kayışının da bir sinyaliydi. Bunun da en büyük etkeni hiç şüphesiz, yine ABD’nin “özgürlük” götürdüğü yerlerden büyüyen göçmen kriziydi. Irak, Afganistan, Suriye… Ülkeleri yaşanamaz hale gelen insanlar, bir umut içinde başka ülkelerin sınırlarına doluşmaya başladı. Türkiye’ye gelenlerin çoğu kaldı, bunların bir kısmı da yine Türkiye üzerinden bir şekilde Avrupa’ya geçti. Medeniyet, eşitlik ve özgürlüğün ABD’den sonraki temsilcisi AB de iki yüzlülüğünü göstermeye başladı. Göçmenlerin çoğunu tutsun diye Türkiye’ye para verildi, sınırları geçmeye çalışan insanlar ya dikenli tellerin ötesinde hedef alındı ya da geri itmeler sonucu sulara gömüldü. Kaçak olarak AB’ye girenlerin durumu da pek iyi sayılmaz. Rusya’nın NATO’nun kendi sınırlarına doğru genişlemesini gerekçe göstererek Ukrayna’yı işgale başlamasının hemen ardından bir başka iki yüzlülük daha kendisini gösterdi: Irkçılık.
Ülkelerini terk eden binlerce Ukraynalının sınırlardan geçişini izleyen gazetecileri anımsayın. “Burası on yıllardır çatışmaların yaşandığı Irak veya Afganistan değil. Burası böyle şeyleri görmeyi hiç ummadığınız Avrupalı ve görece medeni bir kent” demişti, CBS News’in muhabiri Charlie D’Agata. AB üyesi ülkeler de sarışın, mavi gözlü misafirlerine sıcacık kucağını açtı haliyle. Buraya kadar her şey normaldi, ancak bir yerden sonra halk, isyan edecekti. Bu isyan da aşırı sağın söylemlerinde yer buldu.
‘Ukraynalılar, akın akın Avrupa’nın dört bir yanından Hollanda’ya geliyorlar. Savaş yüzünden değil, bedava konut, bedava sağlık bakımı ve işlerimiz için. Biz yine Avrupa’nın aptal köyü olduk.’
Bu cümle partisi Hollanda’daki seçimlerde birinci gelen aşırı sağcı lider Geert Wilders’ın. Wilders’ın böyle bir yükselişi bırakın düşünmeyi birkaç yıl öncesine kadar tiye alınan bir isim olduğunu ifade edelim. Ancak kendisi gördüğünüz gibi göçmen karşıtlığının verdiği güçle yükselişini hızlandırdı.
Hollanda gibi birçok Avrupa ülkesinde göçmen karşıtlığı, aşırı sağın yükselmesindeki temel unsurlardan biriydi ancak kapsamı bu denli daraltmamak gerek. Göç akını dışında; Covid-19 dönemi politikaları, Ukrayna savaşının neden olduğu enerji fiyatlarındaki ve ekonomideki dalgalanma aşırı sağın siyaset alanlarını genişletti.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin neden olduğu yaptırımlar Avrupa’yı daha az maliyetli Rus gazından uzaklaştırdı. Ukrayna savaşı aynı zamanda artan enflasyonda da etkili oldu. Savaşın Avrupa’ya sıçraması endişesi de keza aşırı sağın oylarını artıran etkenlerden biri. “Bu ne perhiz ne lahana turşusu” demeyin, aşırı sağın büyük bir kısmı Rusya yanlısı ve Rusya’nın şartlarına uyacak bir barış anlaşması istiyor. Savaşa yapılan finansman ve silah yardımı da Avrupa’nın belini büküyor. Bu finansman sadece para ya da silah yardımdan da ibaret değil, Ukrayna tahılına uygulanan ayrımcılığın Polonya’daki çiftçileri ne kadar sinirlendirdiğini bir anımsayın. Haliyle halkın öfkesi Birliğin varlığına kuşkuyla yaklaşan aşırı sağa yaramış oldu. Avrupa kuşkuculuğu denen kavramın kendisi de sağcı olan eski Birleşik Krallık Başbakanı namı diğer Demir Leydi Margaret Thatcher tarafından ortaya atıldığını belirtelim. Onun kuşkusunun izlerini Brexit sürecinde de gördük. Avrupa kuşkuculuğu ve mülteci karşıtlığı gibi temel ilkelerin yanı sıra kültürel özcü değerleri savunan aşırı sağın AP’deki kazanımı ana akımı geçemese de Birliğin geleceği için büyük soru işaretleri uyandırıyor.
Sağın yükselişinden en büyük darbeyi Almanya ve Fransa alırken zafer ise İtalya’nın (!).
Avrupa’nın 27 ülkesinde 400 milyondan fazla seçmen 6-9 Haziran tarihleri arasında Avrupa Birliği’nin (AB) kaderini belirlemek üzere sandıklara gitti. Halkların ülke yönetimlerine olan öfkesi AP sandalyelerinin dağılımlarına da yansıdı. Avrupa genelinde Yeşiller, çiftçilere kestikleri iklim krizi politikalarının bedelini 2019’da yüzde 20,5 ile ikinci sırada tamamladıkları yarışı 12,5 ile dördüncü sıraya gerileyerek ödedi.
Merkez siyaset parlamentodaki gücünü korumayı başarsa da muhafazakârlar ve aşırı sağcılar 720 sandalyeli parlamentoda milletvekillerinin dörtte birine sahip olacak kadar el yükseltti. Her ne kadar lider konumunda olmasalar da AP tarihinin gördüğü bu sağcı ivme, endişeleri de beraberinde getirdi.
En büyük kırılmalardan biri yazının başından bu yana ele aldığımız Almanya’da yaşandı. Almanya’da merkez sağ ittifakı mutlak bir üstünlük elde ederken aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) da öne çıktı ve iktidardaki Yeşiller ile Sosyal Demokratlar düşüşe geçti. Almanya’da AP seçimlerinde hükümeti oluşturan Sosyal Demokrat Parti (SPD), Yeşiller ve Hür Demokrat Parti (FDP) oy kaybederek büyük darbe aldı. Yeşiller, 2019’daki seçimlere göre 8,6 puan, SPD 1,9 puan ve FDP ise 0,2 puan oy kaybı yaşadı. Bunun en büyük sebeplerinden biri de kuşkusuz yukarıda değindiğimiz tek kutuplu düzenin bir nevi kurbanı olması. Ukrayna’ya silah göndermeyeceklerini söyleyen Almanya, ilk önce 300 miğfer gönderdi, sonrasında ise ABD’nin baskılarına dayanamayarak silah sevkiyatına başladı. Üstelik, Rusya’ya her yaptırımda ellerini sevinçle çırpanların önünde gelen Almanya, ilk kışta büyük bir darbe aldı. Rusya’nın en çok doğalgaz gönderdiği ülkelerden biri olan Almanya’da enerji konusunda kemer sıkmaya başlayınca halk da giderek öfkelenmeye başladı. Hatırlayın, ülkede sıcaklığa sınırlama getirildi, hükümet binaları geceleri bir yerden sonra karanlığa gömüldü. Üstelik bunlar yalnızca iki sene önce yaşandı. Üzerine savaşın getirdiği ekonomik zorluklar ve göçmen krizi de eklenince Almanya’da Nazi sempatizanlarının sesi çok daha cüretkâr bir şekilde çıkmaya başladı.
Bir önceki seçimlere göre oyunu 1,1 puan artırarak yüzde 30 alan Hristiyan Birlik (CDU/CSU) partileri seçimin galibi oldu ancak oylarını en fazla artıranlar, sağ ve sol uçta yer alan partiler oldu. 4,9 puanlık artışla yüzde 15,9 alan aşırı sağcı popülist AfD ile Sol Parti’den ayrılan ve girdiği ilk seçimde yüzde 6,2 alan Sahra Wagenknecht’in BSW Partisi, oylarını en çok artıran partiler olarak öne çıktı. Aşırı sağcı AfD bu başarıyı, aşırı sağcı Kimlik ve Demokrasi grubundan (ID) dışlanmasına rağmen sağladı. Seçimden kısa süre önce partinin öne çıkan adaylarından Maximilian Krah “bütün Nazilerin kötü olamayacağını” dile getirmiş ve parti ID grubuyla seçimlere girmekten men edilmişti.
Nazilerden bahsetmişken değinmeden geçemeyeceğim. AfD, her ne kadar “karizmatik bir lider” barındırmasa da el yükseltmesi yöntem olarak Nazilerinkine benzer. AfD’nin Nazi övgüsüyle gündeme gelmesinden kısa bir süre önce gizli toplantı sansasyonu ile manşetlerden düşmediği bir dönem vardı. AfD’nin bir grup sağ ideolog ve neo-Nazi’yle yaptığı gizli toplantı ifşa olmuş, ‘asimile olmayan’ milyonlarca göçmenin Almanya’dan nasıl sınır dışı edileceğinin planlandığı ortaya çıkmıştı. Sonrasında yaşanan kitlesel protestolar ve AfD’nin kapatılma tartışmaları aslında durumun vahametini açıkça anlatıyordu.
AP seçimleri Fransa için de büyük bir kumarın başlangıcı oldu. Aşırı sağcı Ulusal Birlik Partisi’nin Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un iktidardaki Rönesans Partisi’nin oylarını ikiye katlayıp üstüne erken seçim çağrısı yapması manşetlerde yerini aldı. Macron meydan okumayı kabul ederek Parlamento’nun alt kanadı Ulusal Meclis’te erken seçime gidileceğini duyurdu.
Fransa Cumhurbaşkanının seçtiği bu yol aşırı sağcı Ulusal Birlik’in restini görüp kendisine yönelik desteği artırma oyunu olarak yorumlandı. Fransa’da aşırı sağcı Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik’in (RN) Avrupa Parlamentosu seçimlerindeki ezici üstünlüğü Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’a ayın sonunda meclis seçimlerini tazeleme kararı aldırttı. Macron’un cumhurbaşkanlığının sona ermesine üç yıl kala aldığı bu karar siyasi geleceğiyle ilgili büyük bir zar atması anlamına geliyor. Parlamento seçimleri Macron’u koltuğundan etmeyecek ama sonuçlar aşırı sağa işaret ederse Fransız lider başbakanı muhalefetten atamak zorunda kalabilir.
Bu da Ukrayna’ya asker göndermek isteyen Macron’un savaşa yönelik izlediği ve izlemek istediği politikaları zora sokacak. Avrupa kuşkuculuğunun bir rüzgar gibi estiği Birlik ortamında Macron benzer kuşkuları ABD’nin mutlak güç olduğu dünya düzenine karşı yaşıyor. AB’nin ABD’nin eline bakmaması gerektiğini ve Rusya saldırganlığına karşı savunma gibi alanlarda kendi gücünü kurması gerektiğini düşünen Macron şimdi ise Putin’e yakın Le Pen ile karşı karşıya.
Şimdiyse Macron aşırı sağa karşı desteğini yükseltmek için erken seçime gitmeyi tercih etti. Fransa’da aşırı sağa karşı yükselen sesler ve protestolar ise Fransa Cumhurbaşkanının blöfünün ters tepebileceğini gösteriyor. Protestolara katılan birçok kişi, Fransa’yı aşırı sağın ellerine teslim eden kişinin Macron olduğunu düşünüyor. Tabii yine de Le Pen’in Ulusal Birlik Partisi’ndense seçmenler “kötünün iyisi” diyerek Macron’a yönelebilir. Ancak sokaklardaki esas talep ise solun birleşmesi. Bu da 2022 seçimlerinin ilk turunda yüzde 21.95 ile üçüncü olan Boyun Eğmeyen Fransa lideri Jean-Luc Mélenchon’u harekete geçirir mi göreceğiz.
2022 seçimlerinde Jean Luc Melenchon’un “Meclis’te tek bir sol grup oluşturalım” teklifi kabul görmemişti ancak aşırı sağ korkusu bunu sağladı. Fransa’daki sosyalistler, yeşiller, komünistler ve daha radikal olan France Unbowed Partisi, yayımladıkları ortak bildiride “Macron’a alternatif sunmak ve aşırı sağın ırkçı projesine karşı mücadele etmek” için birleştiklerini açıkladı. “Yeni Halk Cephesi” adı altında meclis seçimlerine girecek olan birlik, Marine Le Pen ve Jordan Bardella’nın Ulusal Birlik Partisi’ne karşı set oluşturmaya çalışacak. Bunun etkileri de nasıl olacak, 30 Haziran ve 7 Temmuz’da göreceğiz. “Halk Cephesi” Fransa’da 3. Cumhuriyet döneminde 1936-1938’de ülkeyi yöneten solcu partilerin oluşturduğu koalisyona verilen isimdi. AP seçimlerinin Fransa ayağında aşırı sağcı RN yüzde 31,37’lik oyla ve açık ara farkla ilk sırayı almış, Macron’un partisi Rönesans yüzde 14,60 ile ikinci olmuştu.
İtalya’da AP seçimlerinde sağ koalisyon iktidarının büyük ortağı Giorgia Meloni liderliğindeki aşırı sağcı İtalya’nın Kardeşleri Partisi (FdI), 2022’deki genel seçimlere göre oy oranını arttırdı. İtalyan basınında yer alan resmi olmayan sonuçlara göre FdI, AP seçimlerinde yüzde 28,8’lik oy oranıyla birinci parti oldu. Meloni liderliğindeki FdI, Almanya ve Fransa’da oy kaybederek ciddi biçimde gerileyen iktidar partilerinin aksine, bu seçimden gücünü koruyarak ve oylarını arttırarak çıktı. Meloni, ayrıca AP seçimlerine düşük katılımın AB kurumlarının halktan çok uzaklaştığını gösterdiğini söyledi.
Meloni’nin zaferinden önce de birçok analist AB’nin kaderinin İtalyan liderin ellerinde olacağını yazmıştı. Almanya (96) ve Fransa’nın (81) ardından 76 parlamenter ile AP’ye en çok parlamenter gönderen üçüncü ülke konumundaki İtalya bloktaki güç dengesini belirlemede önemli bir rol oynayabilir. Meloni Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in siyasi kaderini de belirleyecek isimler arasında. Merkez sağcı Von der Leyen, partisi EPP’nin aşırı sağcı milletvekilleriyle çalışmayı, AB yanlısı politika izlemeleri ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ekseninden uzaklaşmaları koşuluyla kabul edeceğini söylemişti. Ancak Meloni ile yapacağı işbirliğinde bu şartlara gereksinimi kalmayacak. İtalya’nın sağcı Başbakanı hali hazırda AB yanlısı söylemleriyle biliniyor. Meloni eksenindeki AP’nin nasıl bir politikası olacağını da zaman gösterecek.
Tarih tekerrürden ibarettir diyenlere hak vermeye başladım. Aşırı sağın ivme kazanması yanında bir de yeni bir “Soğuk Savaş” endişesi aldı başını gidiyor. Putin’in satır aralarında gizlenen “Ekim Füzeleri” mesajı da yarının konusu olsun.