Şampiyonaların vazgeçilmez ritüeli milli marşlar
2024 küresel krizlerin zirve yaptığı bir yıl olmaya devam ediyor. Köklü değişimlerin tetiklendiği bu süreç için The National çok kutuplu dünya analizini gündeme getirdi. Analizdeki Türkiye bölümü ilgi çekici.
Hamas’ın 7 Ekim’deki Aksa Tufanı Operasyonu ardından başlayan İsrail’in Gazze işgali sürerken dünyada özellikle küresel güney aktörlerinin yeni rolleri de belirginleşmeye başladı. Küresel Güney’in bağımsız dış politika tercihleri diplomaside yeni bir çağın açıldığı yorumlarını da getirdi. O yorumlardan biri de The National’da yayımlandı.
“Orta Güçlerin Çağı Başladı” başlıklı yazıda Gazze’de yaşananların küresel güneyin tavrındaki belirleyici unsurlara dikkat çekildi. Ancak bu sürecin esas başlangıç noktası olarak BRICS’in genişlemesi örnek gösterildi. 2006’da Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya tarafından BRIC ismiyle kurulan organizasyon gelişmekte olan ülkelerin dünyada daha fazla söz sahibi olmasını amaçlıyordu. 2011 yılında Güney Afrika’nın katılmasıyla grubun ismi BRICS olmuştu. Organizasyon en büyük genişlemesini de 2024 şafağında yaşadı. The National da işte bu noktadan başladığı makalesinde BRICS’in İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Etiyopya’yı kapsayacak şekilde genişlemesinin jeopolitik manzarayı değiştirdiğini yazdı. Yazıda şöyle dendi: “Büyük güçlerle karşılaştırıldığında sınırlı yeteneklerine rağmen orta ölçekli güçler kendileri için doğru fırsatları güvence altına almak amacıyla gelişen küresel güç dağılımından stratejik olarak yararlanmaktadır.”
Büyük güçlerin diplomasi masasında nüfuz alanlarını artırmak için uyguladığı stratejilerin aslında küresel güneye yaradığı ifade edilen analizde “Genel olarak büyük güçler arasındaki yoğun, yüksek riskli rekabet ve işbirlikleri orta güçlerin nüfuzlarını ortaya koyması için verimli zeminler sunuyor. Bu durum uluslararası ilişkilerde gelişen dinamiklerin eleştirel bir incelemesine ve giderek çok kutuplu hale gelen dünya karşısında incelikli bir yaklaşımın gerekliliğine yol açmaktadır” dendi.
Dünyanın en büyük bölünmüşlüğü şüphesiz İkinci Dünya Savaşı ardından yaşandı. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) tarafından keskin bir şekilde ikiye bölünen dünya gelişmekte olan ülkeleri de bir süper güçten yana tercih yapmak durumunda bıraktı. Soğuk Savaş döneminde şimdilerde Küresel Güney diye anılan ülkelerin bağımsız bir dış politika izlemesi ihtimal dahilinde bile değildi. Taraf olmayanın bertaraf olduğu bu dünya düzeni SSCB’nin çöküşüne kadar da devam etti. SSCB’nin çöküşü ardından da bu kez tek süper gücün olduğu, tek kutuplu bir dünya düzenine geçildi. Üçüncü dünya ülkelerinin yine bir seçim hakkı olmadı, bağımsız davranmak isterlerse güvenlik ve ekonomik çıkarlara sırtını dönmüş olacaklardı yani yine birçok ülke ABD’nin liderlik ettiği SSCB sonrası döneme uyum sağlamak zorunda bırakıldı. The National’da yayımlanan yazıda bu sebep sonuç ilişkisine değinilerek ardından ABD’nin tek kutuplu düzenin yegâne aktörü olarak zayıfladığına dikkat çekiliyor.
ABD’nin küresel etkisi azaldıkça, tek kutupluluğun önemi de yavaş yavaş düşmeye başladı. Çin’in ekonomik gücünün artması ve müttefik çekme yeteneği, 2008 küresel mali krizi, Irak ve Afganistan savaşları sırasında ortaya çıkan önemli maliyetler ve orta güçlerin genel olarak güçlenmesi gibi faktörler bu paradigma değişimine katkıda bulundu. Bu etki, ABD ve müttefikleri için dünya çapında kolektif çıkarları ilerletme konusunda zorluklar yarattı ve cesur eylemlerde bulunmaya daha yatkın bir orta güçler kadrosu yarattı.
Çin’in yükselişi ve ABD’nin ana bir süper güç olmayı sürdürdüğü düzlemde dünya hâlâ iki kutupluluk özelliklerini sergilemeyi sürdürüyor. Ancak The National’a göre bazı şeyler de karakteristik olarak değişmeye başladı. Bu değişen unsurlar da orta ölçekli güçlerin artan özgüveni ve gücüyle doğru orantılı. Analiz bunun dünyayı çok kutuplu bir dengeye doğru götürdüğüne işaret ediyor. Yazıya göre oluşacak çok kutuplu dünya orta ölçekli güçlere daha fazla olanak ve bağımsızlık ve nüfuz alanı sağlayacak.
Bu analizin belki de bizim için en dikkat çeken kısmı Türkiye’den bahsedildiği bölüm. Bu zamana kadar Türkiye’nin dış politikası dendiğinde dış haberler alanında çalışanların kesinlikle vurguladığı bir husus oldu: U dönüşleri… Suudi Arabistan’la karşılıklı çekilen restlerin ardından düzelen ilişkilerden tutun da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Es Sisi ile el sıkıştığı ana kadar yazdık, çizdik ve tanık olduk. Çok gündeme gelen “U dönüşleri”nin The National analizine tezahürü de “stratejik” açıdan oldu.
“Türkiye’nin son dönemde Ortadoğu, Güney Kafkasya, Orta Asya ve Afrika’daki faaliyetleri ile Ukrayna ve Filistin-İsrail çatışmasındaki aktif rolü; Brezilya’nın Latin Amerika ve Küresel Güney’in sesi olma arzusu; ve Hindistan’ın genişleyen küresel ve bölgesel hedefleri bu eğilimi örneklemektedir” ifadeleri kullanılan analiz şöyle devam ediyor: “Türkiye’nin stratejik U dönüşü yaparak Ortadoğu’da daha bağımsız ve iddialı bir aktöre dönüşmesi, çoklu güç kutuplarının orta güç davranışı üzerindeki etkisini mükemmel bir şekilde göstermektedir. Hegemonyanın teoride de olsa göreceli gerilemesi, milliyetçi dalgalanmaların artmasına, bölgesel krizlere, kurumların küresel olarak zayıflamasına neden olurken orta güçteki ülkelerin daha bağımsız dış politikalar izlemesine katkıda bulunmuştur.”
Ali Mammadov imzalı analizde değişen dünya düzenini ele almanın ve bu dinamiklerin farkında olmanın ABD ve müttefiklerinin zorunluluğu olduğu ifade edilirken “Orta ölçekli güçler ortaklarını seçme konusunda güç kazanmakta ve ABD için potansiyel olarak yeni zorluklar ortaya çıkarmakta. Bu güçlerin talep ve hırslarında daha da iddialı hale gelmeleri de muhtemel. BM’deki son oylamaların da gösterdiği üzere, ABD’nin zahmetsizce itaat ve destek sağlayabildiği dönem geride kalmakta. ABD’nin bu değişen manzarada yol alabilmek için daha incelikli bir stratejiye ihtiyacı var” dendi.