Yarın başlayacak 43. İstanbul Film Festivali'nin tarihinde bir yolculuk yapmak ister misiniz? Sinema yazarı Uğur Vardan ilk yıllarından itibaren festivalin katettiği yolları kişisel serüveniyle birlikte anlatıyor.
* Sevgili Hikmet (Dikmen) abinin aziz hatırasına…
Aslında bu hikâyenin kökleri 80’lerin başına dayanıyor. Bugün artık 43 yıllık bir dost olan İstanbul Film Festivali, ilk olarak 1982 yazında ‘Sanatlar ve Sinema’ temalı altı filmi barındıran bir program olarak yola çıktı. O zamanlar hiç kimse bu maceranın nereye evrileceğini, bazılarımızın hayatına ne denli dokunacağını, derin izler bırakacağını, bir yaşam biçimine dönüşeceğini ya da yine kimileri için mesleki bir birikim olacağını bilmiyordu, kestiremiyordu.
Ben o dönem henüz üniversitenin (İTÜ Mimarlık) birinci sınıfında bir öğrenci olarak, ilk yıl bittiğinde evime (Bursa) yollandım ve tatilde, rahmetli peder beyle birlikte inşaatta ‘amelemsi’ bir kimlikle çalışarak harçlığımı çıkarma çabasına girdim. Yani ilk randevuda yoktum!
Ertesi yıl o küçük bebek artık bir yaşındaydı ve Uluslararası İstanbul Sinema Günleri adı altında bir ay boyunca sinemaseverlere 36 yabancı film gösterildi. Genç bir sinema tutkunu olarak ben yine pistteki yerimi alamamıştım. Ve takvimler 1984’ü gösterirken üçüncü yılında daha bir serpilmiş, gürbüzleşmiş bir faaliyet vardı karşımızda ve artık bu hikaye, şehre baharla birlikte gelen ayrı bir güzellik, ayrı bir nefaset, ayrı bir tat ve ruhtu…
Bu değişiklik ben ve benim gibi ‘taşra’ kimlikli öğrenciler için de büyük denizle buluşma fırsatıydı. Üstelik bu öylesine güzel bir serüvendi ki, bilet almak, bulmak da ayrı bir meşakkatti ve bu meşakkat farklı bir heyecanın ifadesiydi. Şöyle ki aslında öğrenci bütçesiyle öyle çok filme gidecek kadar paramız yoktu ama birkaç buluşma için belirli bir pay ayırabiliyorduk ve hiç unutmuyorum, üniversitedeki en yakın iki dostumla (Ufuk ve Nedim) AKM’deki bilet kuyruğuna geceden girmiştik. Ben dört film diye hatırlıyordum ama sonradan o yılın programına baktım, altı filmmiş; bekledik, nihayetinde hedefimize ulaştık ve ‘Varennes Gecesi’, ‘Ve Gemi Gidiyor’, ‘Vassa’, ‘Valentina’, ‘Carmen’, ‘Kanlı Düğün’ filmlerine bilet aldık.
Çok ilginçtir, aslında bu filmlere ulaşmak için öyle çok da para gerekmediğini sonraları anlayacaktık. En azından bir sinema örneğinde… Bu yerin adı Emek Sineması’ydı. Sadece mimarisi, ruhu, ambiyansı değildi onun farklı, bizdeki yerini, izlerini derin kılan… Her seferinde ayrı bir nezaket, incelik gösterisi sunan ekibiydi. Bugün artık aramızda olmayan işletmecisi İsmet (Kurtuluş) Bey, Nisan 2020’de kaybettiğimiz müdürü Hikmet (Dikmen) Bey, yer göstericileri Murat, Hayri, Ahmet, Aykut, gişede Naciye Hanım ve de isimlerini hatırlayamadığım diğer çalışanlarıyla bambaşka bir terbiyenin, zarafetin, kültürel refleksin temsilcisiydiler.
Paranın gerekmemesi meselesine gelince… (Defalarca yazdım, bu yazı vesilesiyle aynı sulara döndüğüm için tekrarlamam ya da bir kez daha not düşmem gerekiyor) Festival döneminde benim için şu manzara sıkça rastlanan bir resimdi: Bazen bilet bulunmazdı bazen de bilet almak için para…
Ama önemli değildi; çünkü sağ olsun Hikmet Bey kapının önüne çıkar, kenarda bekleyen topluluğa (oradakilerden birçoğu birbirini tanımıyordu ama öğrenci olduğumuz her halimizden o kadar belliydi ki), “Çocuklar biraz bekleyin, ışıklar sönsün sizi içeri alacağım” derdi. Beklerdik, filmlerin öncesindeki reklamlar faslı biter ve çok geçmeden Hikmet Bey tekrar kapıda belirir, “Aman çocuklar, gürültü yapmadan usulca yukarı balkona çıkın, orada bir yer bulun, oturun” sözleriyle çemberi tamamlardı. Ben tabii futbolla da ilgilendiğimden bu durumu ikinci yarı stat kapılarının açılmasıyla içeri hücum edenlere benzetirdim.
Kitle artık sessizlik konusunda uzmanlaşmıştı, içi kıpır kıpır, coşku dolu bir biçimde balkondaki yerini alır, perdedeki filmle birlikte bambaşka yolculuklara çıkmanın keyfini sürerdi. Hoş, elbette karşımızdaki yapımlar büyük bütçeli, aksiyon dolu, hayal gücünü zorlayan stüdyo işi çalışmalar değildi, kast ettiğim entelektüel yolculuklar tabii ki!
2009’da kapanan, daha sonra alınan yıkım kararıyla fiziki varlığı sona erdirilen bu son derece müstesna yapı, şimdiden bakıldığında bizim için bir tür ‘Cinema Paradiso’ymuş. Ve aslında şehrin sinemasal kalbiymiş… Eskilerin geniş koltuklu, çok sayıda seyirciyi buyur eden, sanki toplu bir ayin mekanı havasındaki klasik salonlarından biri. Düzayak girilen, film çıkışı da hemen sokağa, hayata karıştığınız bir yapı adası…
Kapitalizm onu yakın bir zaman öncesinde hayatımızdan çekip çıkarıverdi. Alışveriş merkezine dönüştürülen satıhta artık yeni bir mimari kütle var, içine de (ama dördüncü kata) Emek’in imitasyonu yerleştirildi. Ve (pandemi öncesini dönemleri kast ediyorum elbette) sinemaseverlerin güzergahından çıktı, radarından ayrıldı.
Bu güzide buluşma yerimizin yok edilişi sırasında “Zaten salonda fareler” dolaşıyordu türü gerekçeler de öne sürenler oldu, ben onca yıllık Emek serüvenimde sadece arada bir perdenin önünden geçen ve bir tür duydum duymazlığıyla komik kontrastlar oluşturan kedilere rastladım. Bir de bazen sinemanın tam önünde, bazen girişte bazen de fuayede ortaya serilip yatan ve ‘daimi’ elemanlardan sayılan köpeğe… Ki ismini de ‘rahmetli’ Hikmet Bey takmıştı: ‘Kızım’…
Öte yandan o bir daha geri gelmeyecek günlerin genel coğrafyası Emek’le sınırı değildi elbet. Orası bir üs, bir karargahtı adeta. Mesela o sokakta bulunan ve sinemayla aynı tarafta yer alan Han Cafe. Filmlerden çıkılır (ki festivalde izlenen yapımlar genellikle uzun süreli olurdu), bir sonraki seansa yetişmek amacıyla hemen o kafeden tost, goralı, bir de ayran söylenir; hızla yenilir, bu iş çoğunlukla mekanın önünde gerçekleştirilir, gelen geçen hep tanıdıktır, selamlar verilir, ayaküstü tavsiyelerde bulunulur, “O film çok iyiydi, bu film hayal kırıklığı yarattı, şu film sürprizdi falan filan” derken ritüel bütün ana ve yan unsurlarıyla şekil kazanır, özel bir hava, özel bir meşgale, festivalin kendine özgü seyirci profiliyle birleşerek ete kemiğe bürünürdü.
Emek’e giden koridor (yani sokak) kendine özgü bir geçiş alanıydı, çünkü oradan zaman zaman hikayeye dahil edilen bir başka festival durağı Sinepop’a (ve de Bab Cafe’ye) de ulaşılıyordu. Tabii diğer merkezleri hatırlatmak da boynumuzun borcu: Atlas (ve müdürü önce Suphi Oktay, sonra da Cevdet Pişkin), Beyoğlu (her daim orada bulunan ve hal-hatır sorduğumuz, muhabbet ettiğimiz sorumlu üçlü; Temel Kerimoğlu, Baha Serter, Kadir Albaş ve Pervin Hanım / Tan), Dünya (Tamer Balaban), Alkazar (Adalet Dinamit), Site (Hüsnü Beyazsaç), Kent, Gazi, Feriye (Metin Ergül) karşı yakada da Moda, Rexx; bugün her biri anılardaki yerleri çok sağlam olan limanlar…
‘Maç kaç kaç’
Bu noktada kişisel bir notu da düşmek istiyorum: Emek Sineması’nın fuayesi özel bir buluşma noktasıydı adeta. Seans önceleri o geniş alanda sektörden insanlara rastlamak, hasbihal etmek, okuldan bir arkadaşını, hocanı görmek, çok eski bir dostunun karşına çıkmasına tanıklık etmek vs. Hoş anların ifadesiydi doğrusu. Genelde film arası olmazdı ama çok çok uzun süreli yapımlarda ister istemez ara verilirdi.
Öte yandan festival nisan ayları içinde gerçekleştiği için de özel bir zamana denk gelirdi. Süper Lig’in şampiyonluk yarışının kızıştığı ve genelde en az bir derbi mücadelesinin oynandığı bir aralıktı bu… Benim gibi kalbi sinema kadar futbolda da atan biri için bu aralar en azından skoru öğrenmek açısından önemli bir fırsattı. Birkaç basamakla çıkılan bölümde bulunan bankoya uzanır, çay sırasında eğer oradaki radyo açıksa durumu öğrenmek açısından kulağımı verir, yok eğer o an açık değilse tezgâhtaki arkadaşa sorup (“Maç kaç kaç?”) öğrenirdim… Filmin ikinci yarısına da aldığım skora göre ya biraz daha keyifli ya da hüzünlü girerdim…
İşte bu gezindiğim satırlarda aktardığım bir geçmişle ilk adımlarını gayet sağlam atan, sonrasında kurduğu çatıyı giderek güçlendiren ve nihayetinde kurumsal olarak ülkenin en köklü sanatsal faaliyetlerinden birine dönüşen İstanbul Film Festivali, en verimli zamanlarını belki de 90’larda yaşadı. Çünkü 80’lerin başında küçük hamlelerle yola çıkan gemi, artık büyük denizlere açılma becerisi ve kabiliyetindeydi. Hem içeride büyük ilgi görüyordu hem de dışarıdan gelen konuk sinema insanları için son derece güzel günler vaat eden iki hafta sunuyordu.
Ben 80’ler itibariyle eklendiğim bu halkaya ilk olarak ‘öğrenci’ kimliğiyle adım attım, takvimler 90’lara döndüğünde ise artık basındaydım. İlk yuvam Erkekçe dergisi, ardından Arkitekt (mimarlık dergisiydi) derken muhabirdim, Antrakt serüveniyle birlikte portföyüme ‘sinema yazarı’ ifadesini de ekledim. Sonrasında Telerama (TV dergisiydi) Aktüel, FHM, Radikal, Hürriyet derken editörlük, şeflik, köşe yazarlığı gibi serüvenlere de daldım ama o ilk göz ağrımıza hep sadık kaldım.
1989 yılı sonbaharı, bir mimarlık bürosunda çalışırken şansımı gazetecilikte denemeye karar verdim ve başvurumun kabul edilmesiyle eylül ayı itibariyle Gelişim Yayınları çatısında yeni bir denize açıldım. Çalıştığım bu yayın organının editörlerinden Yiğiter Uluğ, bendeki sinema tutkusunu fark etti, sağ olsun dergiye gelen festival davetiyelerinin yanı sıra bana daha çok film görmem için ayrıca ‘telif’ yazdı ve ben o telif parasıyla 1990’da bilet alıp çok sayıda filmi görme şansına eriştim.
Doğrusu bu tür inceliklere sahip ‘büyükler’i basında her zaman bulmak mümkün değildi. Sayıları çok olmasa da elbette vardılar, bu onların kuşak refleksiydi. Ben de meslek hayatım boyunca bu tür hamleler içinde olmaya ve sonraki kuşaklara benzer imkanlar sunmaya çalıştım. Başında olduğum serviste benden 15-20 yaş gençlerle çalıştım, önlerini açmak için çabaladım; zaten parlak, zeki, birikimli gençlerdi, küçük dokunuşlara ihtiyaçları vardı, naçizane ben de bu işlevi üstlendim…
Ana arterden ayrılıp tekrar önceden geçtiğimiz bir güzergâha döneceğim. İki farklı kimlikle (öğrenci ve basın mensubu) de şunu gördüm; sevgili Hikmet Bey (aslında ben ona ‘Abi’ derdim) hiçbir zaman insan ayırmaz, kişilere statüleri gereği davranmaz, aynı sıcaklığı, ilgi ve alakayı gösterir, inceliğini hiçbir zaman kaybetmezdi. Benim için değişen tek şey şuydu; basına dahil olunca davetiye sahiplerinin oturduğu bir bölüm vardı Emek’te, sıra arkadaşlarım ‘rahmetli’ Mengü Ertel, Yurdaer Altıntaş, Şakir Bey (Eczacıbaşı) gibi şahsiyetler ya da sinema yazarı dostlarım olurdu.
Kimler geldi kimler geçti?
Gelelim bir başka meseleye… Bir film için koştura koştura salonun yolunu tutuyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki fuayede Kieslowski oturuyor, Emek’e gitmek için köşeyi dönüyorsunuz, Sabine Azéma’yla göz göze geliyorsunuz. Peter Greenaway’in koca bir sanat tarihini ve kendisinin meselelere bakışını yansıttığı söyleşisine dahil oluyorsunuz (ben kendisini dinlerken Doğan Kuban hocamın dersindeymişim hissine kapılmıştım).
Francesco Rosi’ler, Fernando Solanas’lar, Jean-Pierre Leaud’lar, Sophia Loren’ler, Theo Angelepoulos’lar, Nikita Mikhalkov’lar, Yusuf Şahin’ler, Bertnard Tavernier’ler, Michelengelo Antonioni’ler, Michael Radford’lar, Carlos Saura’lar, Dani Levy’ler, Catherine Deneuve’ler, Gerard Depardieu’lar, Chantal Akerman’lar, Charles Dance’ler, Istvan Szabo’lar, Tony Gatlif’ler, Ettore Scola’lar, Jean-Charles Tacchella’lar, Greta Scacchi’ler, Paul Schrader’lar, Emir Kusturica’lar, Ken Russell’lar, Peter Weir’lar, Paul Cox’lar, Stephen Frears’lar, Gus Van Sant’ler, Nanni Moretti’ler, Leob Carax’lar, Neil Jordan’lar, Jane Campion’lar, Olivier Assayas’lar, Bruno Dumont’lar, François Ozon’lar, Alexander Sokurov’lar, Todd Solondz’lar, Claire Denis’ler, Harvey Keitel’lar, Ian McKellan’lar, John Malkovich’ler ve daha adını sayamadığım onca sinemacı… Hepsi ama hepsi festival dolayısıyla İstanbul’a geldi, bir şekilde hayranlarıyla buluştu. Ben ise gazeteci kimliğimle bu isimlerden Peter Greenaway’le (hem de 12 yıl arayla iki kez), Fernando Solanas’la, Jean-Pierre Leaud’la, Catherine Deneuve’yle söyleşi yaptım, bu yüzden ayrıca bahtiyarım. Keza 1996 yılında Oğuz Onaran (başkan), Keriman Ulusoy, Mahinur Ergun ve Ümit Ünal’la birlikte oluşturulan Ulusal Yarışma jürisinde görev aldım…
Yeri gelmişken ilk Greenaway söyleşisinden notlar aktarayım: Çokları gibi ben de Peter Greenaway’i ‘Aşçı, Hırsız, Karısı ve Âşığı’yla keşfetmiş ama neden muhtemelen eğitimi almamdan dolayı ‘Mimarın Göbeği / The Belly of an Architect’ en sevdiğim filmi oldu. Greenaway’in yapıtları, İstanbul Film Festivali aracılığıyla bize ulaştıkça hem çok beğendiğim, hem de içten içe kızdığım bir yönetmen hüviyetine bürünmüştü Gal kökenli Britanyalı büyük usta.
Kızıyordum, çünkü geleneksel anlatımların çok dışına taşıyor ve giderek izleyicisini, yordukça yoruyordu. Aslında anlattıklarını özetlemek gerekirse hep ‘seks ve ölüm’den bahsediyordu. 1997’de yolu festival dolayısıyla buraya düşünce fırsatı kaçırmadım, bir söyleşiye koyuldum.
O sıralar Aktüel dergisinde forma giyiyordum ve yakın zaman önce vizyona çıkan ‘Tual Bedenler / The Pillow Book’ adlı filminin eleştirisini yazdığım dergiyi de yanıma yollandım. Ve köşeye sıkıştıracağım zannıyla da söyleşinin bir aşamasında “Hep ölüm ve seksten bahsediyorsunuz. Madem mesele bu kadar ‘basit’, niye o kadar kafamızı karıştıran filmler çekiyorsunuz?” deyiverdim. O da “Bunlar çok karmaşık anlatılabilir. Zaten din de bundan ibarettir, karmaşık hale getirmek bize bağlı” cevabını verdi. Ve kendisine verdiğim dergiyi göstererek ekledi: “İyi de senin çalıştığın dergi de kapağına çıplak kadın koymuş.” O sayının kapağında Merve İldeniz vardı ve Aktüel için ‘çok özel’ pozlar vermişti. Ben de altta kalmamak adına, “Ama biz popüler bir mecrada hareket ediyoruz, sizin konumunuz farklı, derin, entelektüel bir yönetmensiniz” diyerek savunmaya geçtim!
O söyleşinin özeti şöyleydi. Greenaway kimseyi ama kimseyi (bunlar içinde David Cronenberg, Mike Leigh, Ken Loach da vardı) beğenmiyordu, seyrettiği son iyi film olarak David Lynch’in ‘Mavi Kadife’sini gösteriyordu. Sinemanın çok uzun bir süredir, kendisinin ‘Casablanca Sendromu’ olarak adlandırdığı kötü ve basit işler peşinde koştuğunu iddia ediyor, mesela o dönemin çok tutulan filmi ‘İngiliz Hasta’yı da yerden yere vuruyordu.
Artık sıra festivalin hayatımızdaki yerinden ziyade kimilerimizin geleceğine yaptığı katkıdan, dokunduğu o görünmez elden bahsetmeye geldi sanırım… İstanbul’a baharla birlikte gelen ve ana merkezi İstiklal Caddesi olan bu güzel faaliyet, en başından beri bir tür ‘Sinematek’ görevini üstlendi. Ve bu fonksiyon adeta 80’lerde ‘okul çağı öncesi’ (!) refleksiyle yola çıktı, 90’lardan itibaren de geleneği olan, köklü bir eğitim-öğretim kurumuna dönüştü. Sinematek, 12 Eylül faşizminin gadrine uğrayan yapılar arasındaydı.
Festival bir anlamda bençten geldi, formasını giydi, sahaya çıktı ve mücadelenin kaderini değiştirdi. Genç kuşaklara farklı sinema anlayışlarını tanıtmak, bambaşka filmlerin ve yönetmen bakışlarının olduğunu hatırlatmak, bizatihi o yapıtları geniş kitlelerle buluşturmak gibi çok önemli bir işlevi üstlendi. Ve kimseye hissettirmeden, yaptığı işin öneminin altını kalın çizgilerle çizmeden hareket ederken belli bir zaman sonra anladık ki birkaç kuşağın bilgi, görgü ve birikimin artmasına vesile olmuştu. Peki bu pratiğin hayattaki karşılığı neydi? Ya da olması gerekiyor muydu?
Önce şunu hatırlatalım: İstanbul Film Festivali’nin en başından beri sofistike bir yapısı vardı; çünkü bir yıl önce dünyanın en önemli sinemasal zirveleri olan Cannes, Berlin ve Venedik’te yarışan, gösterilen kalburüstü yapıtlarla seyircisiyle buluştururdu. Ayrıca toplu gösteriler de bir başka öğretim koridoruydu. Tarkovski, Pasolini, Nanni Moretti, Saura, Fassbinder, Rohmer, Tavernier, Kubrick, Miklos Jancso, Taviani’ler, Tati, Von Trier, Paul Cox vs. vs. gibi yedinci sanata dair derin izler bırakmış yaratıcıların yapıtları toplu halde gösterilirken adeta seyirci her yıl özel bir ya da birkaç sinema kursuna gitmiş kadar olurdu.
Sonuçta o filmleri izleye izleye kiminin içindeki tutku, mesleğe dönüştü; alınan ilham ve coşkunun yanı sıra bilgi-görgüyle bazılarımız bugün artık hayatını yönetmen, senarist, sinema emekçisi ya da benim gibi eleştirmen kimliğiyle sürdürüyor. Elbette bütün bu seçimler sadece festival sayesinde olmadı ama bu oluşum, önemli bir teşvik mekanizması kimliğini her daim sürdürdü. Öte yandan bu pratiğin hayatta mutlaka bir karşılığı olması gerekiyor mu sorusunun bir başka cevabı da onca izlediğiniz filmlerin sizi sadece ‘sinefil’ kimliğiyle buluşturması bile çok önemlidir. Bu sanatı anlamak, farklı limanlara açılmak, bambaşka kültürleri, üslupları, sesleri, ruhları tanımak; bence çok çok önemli bir kazanımdı ve festival sayesinde bütün bunlar başarıldı.
Bir de bu (eski zamanlar itibariyle söylüyorum) 15-16 günlük heyecanı sinemaseverlerin gözünde ‘11 ayın sultanı’ yapan asıl unsurun altını çizelim: Susuzluğumuzun giderilmesine vesile olmasıydı. Şimdiki gibi bir filme ulaşmak o kadar kolay değildi çünkü o zamanlar. Uzun zamandır beklediğiniz bir yapım büyük ihtimalle çok uzun bir süre sonra gösterime çıkardı ve o yapıtla buluşmanız için başka şansınız olmazdı. Oysa şimdi zaten hemen vizyondalar, olmadı DVD’si çıkıyor(du) yakın zamana kadar ya da artık günümüz seyircisi pek sabretmiyor ve internetten çoktan indirilmiş oluyor.
Ayrıca refleksler de farklıydı; sürekli film izlemek, her gün üç-beş yapıtla haşır neşir olmak yerine sindirmek, lokmaları tane tane ağzınıza atmak önemliydi. Bir tür ‘gurme’lik yani… Festival ise bu profildeki izleyici için ‘hızlandırılmış eğitim programı’ydı. Şimdilerde revaçta olan ise bence ‘fast food’ seyircilik… Ve bu mantık, sürekli tüketecek yeni duraklar arıyor ve filmleri bir tür ‘kaçış’ vesilesi olarak bakıyor gibime geliyor…
Toparlarsak 80’lerde tohumları atılıp ve çok çabuk filizlenen bu öykünün 90’lara uzanan sürecinde çok kıymetli anlarımız, çabalarımız, hamlelerimiz olmuş ama hayat bunu bize belirli yaşlarda hatırlattı. Sonuç itibariyle iyi ki o dönemleri yaşamışım, tanığı olmuşum, filmleriyle, sinema salonlarıyla, her seansta karşılaştığım insanlarıyla biz koca bir aileymişiz. Bugün artık bu ailenin kimileri aramızda olmasa da (insan ve bina boyutunda) hatıralarımızdaki yerleri çok derin ve kendi ömrümüz vefa ettiği sürece bu yerleri koruyacaklar…
Bu vesileyle İstanbul Film Festivali fikrinin hayata geçirilmesinde emeği bulunan Nejat Eczacıbaşı, Şakir Eczacıbaşı, Hülya Uçansu, Onat Kutlar, Atilla Dorsay, Vecdi Sayar gibi isimlere, yıllar içinde dostluğumuz derinleşen Görgün Taner, Ali Sönmez, Nilgün Mirze, Azize Tan, İdil Kartal, Ayşe Bulutgil, Muammer Yanmaz (ki kendisi benim aynı zamanda Aktüel dergisinde de mesaidaşımdı), Berna Özdemir, Kerem Ayan, Yossi Yusuf Pinhas, Berk Çakır, Gülin Üstün ve Neslihan Özata Örnek’e, çok eski zamanlardan beri basın olarak her zaman yardımımıza koşan, ellerinden gelen her türlü çabayı gösteren Nuray Muştu ve Zeliha Kaya ile Emek Sineması’nın gişesinde bizi her karşılayan Aslı Mecan’a teşekkürlerimi iletirim… İki yıl önce aramızdan ayrılan festivalin emektar makinisti Gökhan Pamukçu’yu da analım… Tabii ki upuzun bir tarihin parçası olarak çalışan gençlere, çevirmen, altyazıcı, mihmandar vs. gibi emekçilere de şükranlarımızı sunalım.
Bu yıl itibariyle 43 yaşında olan festivalimize uzun ömürler, sonsuza kadar yaşaması dileklerimle…