43. İstanbul Film Festivali'nin onur konuklarından Wim Wenders bugün İstanbul'da. İlk defa festivale gelen büyük ustayı sinemaya, hayata ve dünyaya bakışıyla ilgili düşüncelerini anlattığı yakın zamanda yayımlanan bir söyleşiyle karşılıyoruz
O sinema sanatının büyük bir ustası. Çağının tanığı ve de vicdanı. Kameresı politik olarak hep doğru yerden bakıyor. Wim Wenders’ten bahsediyoruz. Kendi kuşağının üretken yönetmenlerinden olan ve yılmadan doğru bildiklerini anlatan Wenders 43. İstanbul Film Festivali’nin onur konuklarından.
Daha önce hiç İstanbul’a yolu düşmeyen usta artık Türkiye’de. Ve bugün İstanbul sokaklarını arşılıyor. Dolayısıyla festivalin bugünkü gündemi Wim Wenders.Ustayı sinemaya, hayata ve dünyanın gidişatına dair sözlerini içeren Euronews’te yakın zamanda yayımlanan söyleşiyle karşılıyoruz.
– Bu yıl Lumière ödülünü aldınız. Bu onur verici ve sembolik bir ödül ama bu ödül sizin için neyi temsil ediyor?
– Sembolizm, ödülün zaten isminde mevcut: Lumière. Onlar sinemanın kaynağıdır. Elektriği icat ettiler ve 10 yıl sonra sinema ortaya çıktı. Bir projeksiyonu oluşturan şey budur: Lumière- ışık. Işıkla film yapıyorsunuz. Işık hayatın özüdür, o kadar ki bu ödül son derece sembolik ve bana daha önce aldığım diğer ödüllerden daha büyük bir mutluluk verdi. Çünkü bazen ödüller yükümlülüktür. Onur vericidir, ancak komik bir şekilde onları verenler için de pek çok ödül vardır. Ama Lumière Ödülü… Lumière Kardeşler artık aramızda değil ama isimlerini koruyorlar– sinemanın mucitleri olmak için ideal isim! Ve şimdi bu geleneğin, sinemanın icat edilmesine katkıda bulunma geleneğinin içinde olduğum izlenimini edindim.
– Lumière kardeşleri sık sık belgesellerle ilişkilendiririz, ancak işlerinde çok fazla kurgunun da olduğunu biliyoruz; deyim yerindeyse, gerçeğin araya girmesi. Ayrıca sinemanın bu iki boyutunu da, ister fotografik ister sinematik olsun, görüntü üzerine düşünerek araştırdınız. Bu bakımdan sinemanın kısacası her şeyi, dünyayı, bizi, insanlığımızı temsil etme gücünün olduğunu düşünüyor musunuz?
– Sinemanın bir şeyleri saklama, değer verme konusunda büyük bir gücü var. İnsanları varlıkları, yüzleri… Sinema koruyabilir. Adeta bir fantastik film olan ‘Berlin Üzerindeki Gökyüzü / Wings of Desire’ gibi, koruyucu meleklerin olduğu, saf kurgu olan, oldukça gelişmiş bir kurgu… Peki, artık var olmayan bir şehrin en gelişmiş belgesi değilse nedir? Filmdeki Berlin artık yok. Artık Almanya diye bir şey yok. Ancak bir kurgu filmde korunmuştur.
Eğer birine San Francisco’yu neden sevdiğimi açıklayacak olsaydım ona hiçbir fotoğraf ya da belgesel göstermezdim. Onlara ‘Vertigo’yu gösterirdim. Çünkü bu film, o şehrin özüdür. Kurmaca ve kurgu sineması, bir şeyin ne olduğunu, bir şehrin, bir manzaranın, bir karakterin ne olduğunu koruma ve tanımlama konusunda esrarengiz bir güce sahiptir…
– Avrupa’da, ABD’de ve Japonya’da birkaç kez çekim yaptınız; bu yıl Cannes’da gösterilen son filminiz Mükemmel Günler de dahil. Size sınır tanımayan bir film yapımcısı, sınırları olmayan bir film yapımcısı diyebilir miyiz ?
– Çok komik. Kimse bana bu fikri vermedi; sınırları olmayan bir film yapımcısı… Sınır Tanımayan Doktorlar için bir film (Isabel Coixet,Fernando León de Aranoa, Mariano Barroso, Javier Corcuera ile çektiği ‘Görünmezler / Invisibles’ filminden bahsediyor) yaptım ve bu beni en çok mutlu eden filmlerden biri. Kongo’da yaptığım kadına yönelik şiddet üzerine bir filmdi. Bu film Sınır Tanımayan Doktorlar içindi, böylece dünyadaki her savaşta silah haline gelen bu iğrenç hastalık haline gelen kadına yönelik şiddet hakkında konuşmak için kullanabileceklerdi. Bunu şimdi Ukrayna’da ve son günlerde Filistin’de görüyorsunuz. Kadına yönelik şiddet silah haline geldi. Sınır Tanımayan Doktorlar için yaptığım bu film çok özgürleştirici bir deneyimdi. Dolayısıyla sınır tanımayan sinemacı tabiri artık bana büyük mutluluk veriyor. Bunu hafızama kaydetmeye ve sizden alıntı yapmaya çalışacağım!
– Avrupa duyarlılığı ve ‘Anselm’ filminiz ile ilgili olarak Anselm Kiefer’den şu alıntıyı duydum: “Evde olmayı seviyorum ama aynı zamanda Avrupa’nın her yerinde olmayı da seviyorum.” Siz de aynı duyguya sahip misiniz?
– Evet benim için sinema hiçbir zaman ulusal bir hikaye olmadı. Paris’te keşfettim. Ressam olmak istiyordum, sinemayı keşfettim ve hayatım değişti. Ben 1945’te doğdum ve doğduğum zaman Avrupa yoktu. Avrupa bir savaş bölgesiydi; Fransa ile Almanya arasındaki pek çok savaşın öyküsüydü. Fransız-Alman dostluğu başladığında hayatımda önemli bir gündü; De Gaulle ve Konrad Adenauer’’in el sıkıştığı an gözyaşlarına boğulmuştum. Benim için bu gelecekti, inanılmaz bir gelecekti, bir ütopyaydı. Oradaydım ve benim için çok duygusal bir an olarak kaldı. Ve şimdi bu fikirden yola çıkıp yaptıklarından dolayı yıkıldım diyebilirim. Avrupa’yı tamamen finansla ilgili ekonomik bir fikir haline getirdiler. Hiçbir zaman fikirlerin, hayallerin veya kültürün Avrupasını yaratmadılar. Avrupa’nın bir sorunu olduğunda bunu hep dile getiriyorlar ama fikirleri kullanmıyorlar. Hiçbir zaman Avrupalılara ait bir Avrupa yaratmadılar.
Ben ikna olmuş bir Avrupa yanlısıyım. Bu fikre sahip olmak hayatımın en büyük duygusuydu: Her zaman barışın olacağı, savaşların olmadığı, milliyetçiliği arkamızda bıraktığımız bir Avrupa. Ne yazık ki Avrupa’nın her ülkesinde bu unutkanlık virüsüne yakalanan, tüm bunları unutan, yeni bir milliyetçilikle vaatlerde bulunan çok fazla insan var. Ve bunun neye yol açtığını gördük. Bu büyük bir felaket, bu hafıza kaybı…
Sonuçta mutlu olmak için gerçekte sahip olduklarınızdan çok daha azına ihtiyacınız var. Şu anda hepimizin sahip olduğu en büyük hastalık, sevdiğimiz şeylere çok fazla sahip olmamızdır. Sinemayı seviyoruz ama çok fazla film var. Müziği seviyorum ama dinlenecek çok fazla müzik var… Her şeyden çok fazla var ve bu beni mutlu etmiyor.
– ‘Mükemmel Günler’i Cannes’da gördüğümüzde çok etkilenmiştik. Bu filmi içindeki şiir bizi etkiledi. Empati kuran, kamu yararına ve başkalarına hizmet eden bir adamın hikayesiyle adeta bir boşluğu dolduruyor.
Bu fikir Japonya’ya gittiğimde aklıma geldi. Belki tuvaletler üzerine bir sosyal proje etrafında mimarlar ve onların bayındırlık işleri hakkında birkaç kısa belgesel yapmak olabilir. Ama o anda Japonya’da çok güçlü bir şekilde var olan ortak fayda duygusunun yanı sıra ayrıntılara olan sevgiyi de keşfettim. Bütün bunlar olurken, Avrupa’da salgının en büyük kurbanının kamu yararı duygusu olması çok üzücüydü. Bu yüzden Japonya’nın neden benim için birlikte yaşamaya ve insanlığın geleceğine dair bu kadar umut verdiği anladım ve buna dair bir hikaye anlatmak istedim. Çok naif bir hikayeyi komik bir şekilde anlattık. Çok basit ve biraz ütopik. Ve çekimler sırasında bile karakterimizden gerçekten memnun olduğumuzu fark ettik. Onu çok sevdik ve birçok arzumuzun onun yaşamına ve rutinine, ayrıca günlük yaşam tarzına da yansıdığını fark ettik – sahip olduklarıyla ve yaptığı azalmayla mutlu olmak- günlük hayatında. Sarhoş ediciydi. Filmi yaparken onun yöntemini uygulayıp yük olan her şeyi ortadan kaldırmak istedim.
Sonuçta mutlu olmak için gerçekte sahip olduklarınızdan çok daha azına ihtiyacınız var. Şu anda hepimizin sahip olduğu en büyük hastalık, sevdiğimiz şeylere çok fazla sahip olmamızdır. Sinemayı seviyoruz ama çok fazla film var. Müziği seviyorum ama dinlenecek çok fazla müzik var. Okumayı seviyorum ama okumadığım, okuyamadığım çok fazla kitabım var. Her şeyden çok fazla var ve bu beni mutlu etmiyor. Bu beni mutsuz ediyor. Ve eğer bazı şeyleri azaltabilseydim, daha mutlu bir adam olurdum. Bunu filmin kendisinden, kendi hikayemizden öğrendim.