Sami kökenli İsveçli yazar Ann-Helén Laestadius'un Netflix'te filmi de olan romanı ‘Çalınan’, ren geyiğinin vahşice katledilmesine şahit olduktan sonra tüm hayatı değişen küçük bir kızın hikayesi. Hüzünle okunan, çok iyi bir roman.
“In oamas du, leat du iežat. Leat beare luoikkašin munnje.”
İş Kültür’un bir müddettir devam ettiği Çağdaş Dünya Edebiyatı Dizisi’ni çok yakından, hiç kaçırmadan takip ediyorum. Bu zamana değin beni hayal kırıklığına uğratan bir kitapla karşılaşmadığım için de devam ediyorum takibe. Serinin 17’nci kitabı olarak yayımlanan ‘Çalınan’, son dönemde beni heyecanlandıran kitaplardan biri oldu. Konusunu okur okumaz bu kitabın bana çok uygun olduğunu anlamıştım. Heyecanla bekledikten sonra büyük bir keyifle, acele etmeden, sindirerek okudum.
Yazar Ann-Helén Laestadius, 1971 İsveç doğumlu. Fakat köken olarak Tornedalya ve esas olarak da Sámi’dir. Tornedalya, İsveç ile Finlandiya arasında sınır niteliği gören bir Lapon bölgesi. Bu bölgedeki çocuklar İsveç’teki okullarda eğitim görüyor. Hem İsveççe hem de Samice öğrenmek zorundalar. İsveç okuluna giden Sami çocuklar, ırkçılığa ve akran zorbalığına maruz kalıyorlar. Bu durum Laestadius’un edebiyatında epey önemli bir yer tutuyor. Laestadius, aslında kendi halkının önemli bir figürü olarak edebiyat dünyasında yer alıyor. İlk eserleri genç yetişkinlere yönelik olsa da ‘Çalınan’la (Stöld) birlikte yetişkin edebiyatına hızlı bir giriş yapıyor. Nitekim Netflix tarafından filme çekilen (şu sıralar ‘Çalıntı’ adıyla Netflix’te gösterimde) bu kitabıyla August Ödülü ve Norrland’s Edebiyat Ödülü’nü ülkesinde aldıktan sonra pek çok farklı dile aktarılıyor.
Romanın ana konusu, Elsa’nın etrafında gelişiyor. Dokuz yaşındayken, Nástegallu isimli ren geyiğinin gözlerinin önünde vahşice katledilmesine şahit olduktan sonra tüm hayatı değişiyor. Burada bir parantez açıp ren geyiklerinin Sami halkı için epey mühim, evcil hayvanlar olduğunu söylemem gerekiyor. Öyle ki, kimi bölgelerde kutsal sayılıyorlar. İsveç hükümetinin yaptığı bir yasa değişikliği sonrasında bazı açgözlü insanlar ren geyiği avlamaya başlıyor. Elsa da bu vahşeti gerçekleştiren kişiyi görüyor ancak adamın onu korkutmasıyla sessiz kalmayı tercih ediyor.
Dokuz yaşındaki bir çocuktan da daha fazlası beklenmez fakat esas sorun, polislerin bu durumla ilgili hiçbir şey yapmaya yanaşmaması. Elsa ve ailesi defalarca şikâyette bulunmasına rağmen konuyla ilgili eyleme geçilmiyor. Elsa’nın umudunu ve mücadelesini temsil edense Nastegallu’nun bir kulağı. Küçük kız korksa da kulağı alıp saklıyor, çünkü suçlunun cezalandırılmasını umut ediyor.
Romanda işlenen bir diğer temaysa ırkçılık. Elsa’nın gittiği okulda çocuklar arasında akran zorbalığı yaşanıyor, özellikle Sámi çocuklar, birtakım ırkçı ifadelerle aşağılanıyor. Irkçılığın da hayvanlara uygulanan şiddet gibi evrensel bir durum olduğunu gözler önüne sermesi açısından mühim buluyorum bu noktayı. Birkaç söyleşisinde bahsettiği üzere, yazar Laestadius da bu söylemlerden nasibini almış geçmişte.
Hikâye Elsa’nın halet-i ruhiyesi üzerinden anlatılsa da onun etrafındaki insanları da kapsaması açısından geniş bir karakter yelpazesine sahip roman. Örneğin Elsa’nın annesi Marika, kasabadan gelin gelmiş ve ona kimi zaman ‘rivgu’ deniyor, yani yabancı. Halkın kasabadan gelen bir bireye olan yaklaşımı da Sami çocuklarına uygulanan ayrımcılıktan farksız. Okur bu kısımlarda empati kurabiliyor karakterlerle.
Laestadius’un yazınında şefkatli bir dinginlik söz konusu. Karın soğuğunu hissetseniz de hikâyeden kopmuyorsunuz.
Bir başka önemli figür daha var romanda: Elsa’nın en yakın (bir nevi tek) arkadaşı Anna-Stina’nın dayısı Lasse. Ki Lasse aynı zamanda Elsa’nın ağabeyi Mattias’ın da en yakın arkadaşı. Lasse, daima gülümseyen, olaylara olumlu yaklaşan, etrafındaki herkese enerji veren, özgün bir ruh; ablası Hanna’dan başka da pek kimsesi yok hayatta. Tüm bu olumlu portreye rağmen, Lasse’de bir hüzün ve yoksunluk da söz konusu. Burada okuru İskandinavya’da gözlemlenen bireysel yalnızlık ve intihâr üzerine düşünmeye itiyor roman. Lasse, açıkçası tüm romanda bana en fazla tesir eden, en incelikli karakter. Keza hayatın zorlukları, ayakta kalmanın yorucu ağırlığı üzerine düşünmeye de sevk ediyor insanı.
Bir de tabii, saf kötü bir karakter olarak terazinin diğer kefesinde Robert Isaksson var: Ren geyiklerini katledip işi ticarete döken, bundan zerre pişmanlık duymayan nobran ve hodbin bir adam. Dahası, ırkçı söylemlerden de çekinmiyor.
Romanda zaman tekniksel olarak ileri doğru işliyor, Nástegallu’nun katledilmesi 2008’de gerçekleşiyor, zaman sıçradıktan sonra 2018’e gidiyoruz. Elsa’nın mücadelesi de devam ediyor. Arada geçen yıllarda yaşanan birtakım elim olaylar da genç kızda hüzünlü bir durgunluk yaratmış durumda. Polis devam eden katliama yine sessiz, cinayetten ziyade hırsızlık olarak dosyalamaya devam ediyor. Elsa’ya yapılan saldırılara karşı da işi ağırdan alarak bir kez daha kötülüğe yardım ediyor polis. Olayları çözmeye en fazla yardım etmeye çalışan memur Ljungbrad da Sami kökenli ama o bile ayak sürüyor. Hal böyle olunca okurun adalet arzusu son sayfalara kadar devam ediyor. Final beni memnun etti doğrusu. Ancak asıl önemli olanın o noktaya kadar yaşanan hadiseler, söylenenler, gösterilenler olduğunu düşünüyorum.
Laestadius, memleketinin önemli problemlerini anlatırken insanın ruhunda var olan şefkatten de dem vuruyor, bu da metni epeyce insani kılıyor.
Okuma sürecinde ise başta sakince ilerlerken bir noktada yazar öyle bir tokat atıyor ki, her kelimenin bir anlamı olduğuna inandırıyor insanı. Bu ilk ‘tokattan’ sonra daha bir şevkle okudum romanı.
Hikâyenin çok iyi noktalarına yerleştirilmiş kurgusal şaşırtmacalar metni daha da kuvvetli kılmış. İlk sayfadan son sayfaya hiç kopmadan, yer yer gözyaşlarıyla, kimi bölümlerde karmaşık bir hüzünle okuduğum çok iyi bir romandı ‘Çalınan’.
Ülkemizde de kanayan yaramız olan hayvanlara ve doğaya karşı hoyrat tutum sergileyen insanları okumak, bu bağlamdaki umarsızlığı hissetmek çok etkiledi beni. Bir şeylerin değişmesi için mücadele eden tüm insanlara olan saygımı da artırdı. Zira bir ağacın, bir geyiğin, bir köpeğin bile dünyamızın dengesinde ne denli önemli olduğunu öteden beri iyi biliyorum.
Doğaya karşı inancımı hiç yitirmiyorum. Yaraları saran, şefkatli, huzurlu bir organizma doğa, orada hepimize yer var. Yeter ki başta alıntıladığım geleneksel Sámi söyleminde belirtildiğini kavrayalım biz insanlar:
“Ben senin sahibin değilim, sen sana aitsin. Sen sadece bana ödünç verildin.”
Çalınan
Ann-Helén Laestadius
Çevirmen: Yonca Mete Soy
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2024
roman, 472 sayfa.