Doğada kendini bulan, yollara düşen, düştükçe yazan bir yazar Işıl Aydın. İlk romanı 'En Uzun Yol'la 'İlk Kitap' serimize konuk olan Aydın, "Yazmak da neymiş, yaşarım" diye yola çıkmış; "Gitmek, yollara düşmek hayatımda aldığım en iyi karardı."
Klasiktir, birilerinden mutlaka “Ben şehir insanı değilim, doğaya kaçmam lazım” cümlesini duymuşsunuzdur. Kimileri için bir hayal, kimileri için imkanı olsa da denemeye cesaret edemediği bir karardır bu. Kalanlar da gidenlere özenir zaten.
Şu sıralar ilk romanı ‘En Uzun Yol’un heyecanını yaşayan yazar ve çevirmen Işıl Aydın için durum böyle olmamış ama. Yalova’da kendi deyimiyle bir apartman çocuğu olarak büyüyüp lisede İstanbul’a gelen Aydın, üniversiteyi de bitirdikten sonra “Şehirde kalmak, bu kalıba sığmak istemiyorum” diyerek yola çıkmış. Böylece yazma serüveni de başlamış. Ansızın gelen bir ilham değil bu, öyle sanmayın. Bu zamana kadar günlükler tutan, çeviri yapan, hatta üniversitede katıldığı bir öykü yarışmasında birincilik elde eden Aydın zaten yazmakla haşır neşirmiş:
“Kitapların arasında, klasiklere gömülü, evinde kütüphanesi olan bir çocuk değildim. Hayal dünyasında takılan, çok okumayan bir çocuktum. Çocukluğumdaki o dışa dönüklük, ergenlikte içe kapanmaya döndü. Kitaplarla tanıştım, bohem abi ve ablalarımız vesilesiyle yeraltı edebiyatıyla tanışıp okumaya başladım. Ergenlikte etrafımızdaki hiçbir şeye uyum sağlayamıyorken burası kapı açtı. Sonra bir baktım okumak diye bir şey varmış, sonrası çorap söküğü gibi geldi.”
Kentte büyüyen bir çocuk olarak 2005’te doğaya kaçıp Kabak’ta bir kamp alanında kalmaya başladığı iki yıllık dönemde ise bugüne kadar içinde biriktirdiği her şey ortaya çıkmış: “Uçan çatılar, kapıya dayanan domuzlar, doğanın içinde olma hali… Tüm bunlar beni çok etkiledi, bambaşka bir serüvene çıktım. Zihinsel olarak da farklı yerlere gittiğimi fark ettim.”
İnsan bir kere yola çıktı mı sonunu, gidilmemiş yerleri, henüz tanışılmayan insanları ve aslında hayatın başka türlü hallerine daha da iştahlanıyor. En azından Aydın için öyle olmuş. Guatemala, Kırgızistan, Hindistan gibi birçok ülkeye gitmiş; kiminde bir süre yaşamış bazılarında uzun süre kalmış.
O konuşurken aklımdan ‘Ye, Dua Et, Sev’ filmi geçerken Aydın da “Hayat aksın ben de peşinden gideyim istedim” diyor. Son zamanlarda gidenleri uğurlamakla sınanan biri olarak, zor değil miydi diye meraklanıyorum. Aydın’ın yanıtı ikna edici mi bilinmez ama cesaretlendirdiği kesin:
“Buradaki mevcut koşullarım cazip gelmiyordu ki. Biraz yabancılaşmak, mesafe almak istedim. Belki de biraz cahil cesaretiydi bilmiyorum ama işlemeyen bir şeyi bırakmak o kadar da zor değildi. Gitmek, yollara düşmek hayatımda aldığım en iyi karardı.”
Tüm bu anlattıkları kulağa hoş geliyor, insan imreniyor, kabul. Ama insan -belki de biraz ulaşamadığı ciğere mundar deme içgüdüsüyle- “Tuzu kurudur kesin” diye geçiriyor aklında. Aydın, “Ben bir maceraperest değilim, kendimi öyle tanımlamam” diyerek başlıyor ve devam ediyor: “Çok küçük paralar biriktirerek çıktım yola. Gittiğim her yerdede çalıştım, çevirirler yaptım.”
Buraya kadar dünyayı gezen, bir yandan çeviriler yapan ve yazan Aydın için kağıt üstünde her şeyin yolunda gittiği bir hayat ve yazma süreci olduğunu düşünebilirsiniz. Ancak yayıncılık dünyasının dikensiz gül bahçeleri vaat etmediği malum. Aydın da kitap basım sürecinde zorlandığını, hevesinin birkaç kez kursağında kaldığını, hatta kalemi bırakıp küstüğünü anlatıyor.
Öyle ki yazarın 2010 yılında çıkması planlanıp da 2020’de çıkabilmiş ilk öykü kitabı ‘Cemal ve Soysuzluk’un ardından bu ilk romanı da 10 yıllık bir maziye sahip. Tam da bu nedenle küsmüş kaleme kağıda. “Yazmak da neymiş, yaşarım” deyip yola çıktığını anlatıyor.
Bir çevirmen olarak da yayınevleriyle özellikle emek-hak konusunda hüsran yaşadığını söylüyor. Yazar Işıl Aydın’ın yaşadığı zorlukları anlatırken de bir o kadar dürüst: “Kapalı ve imgesel bir anlatımım var. Yayınevlerinin ‘Aaa hadi hemen basalım’ diye kapımda beklemediği de bir gerçek!”
Ama işte o içindeki kemirgen -Aydın o küçük kalem diye tanımlıyor kemirgenini- asla durmamış: Ben ne kadar yazmayacağım desem de o kemirgenin notlar aldığını biliyordum. İnat ettim, kağıda geçirmemekte direndim. Ket vurmak ne kadar sağlıklıydı bilmiyorum ama bir süre böyle devam ettim. Ta ki birilerinin ‘Hadi saçmalama, yapabilirsin’ demesine kadar…”
O birileri kim sorusunun cevabı da tanıdık isimler. Yazar Oylum Yılmaz ve eşi yazar Mahir Ünsal Eriş. Zaten romanın editörlüğünü de Eriş üstlendi. Tanışmalarının tatlı da bir hikayesi var. Aydın’ın 10 yıldır yaşadığı Bodrum’da, ortak bir arkadaş vesilesiyle tanışıyorlar. Akranlar olarak hemen arkadaş olduklarını, Yılmaz ve Eriş İngiltere’ye taşındıktan sonra da iletişimlerinin devam ettiklerini anlatıyor.
‘En Uzun Yol’un doğaya bu kadar referans verdiğini fark edince benim de aklıma Oylum Yılmaz’ın son romanı ‘Ağaçların Rüyası’ gelmişti. “İkiniz de doğaya başrol vermişsiniz” diyorum. “Evet, biz de ortak imge kullanımlarına şaşırdık” deyip devam ediyor: “O tanışmanın ardından arkadaş olduk. Kafa yapılarımız, hayata bakışımız, imgeleri kullanışımız çok ortak Oylum’la.”
Işıl Aydın’ın ilk romanı ‘En Uzun Yol’ 100 sayfalık, görece kısa görünüyor fakat okumaya başladığınızda yolun o kadar da kısa olmadığını fark ediyorsunuz. Hatta kitabı bir günde okumak zorunda kaldığımı ve bundan hiç de memnun olmadığımı söyleyince o da gülerek “Haklısınız, biraz yavaşlık isteyen bir roman” diyor. İsimsiz bir anlatıcı, Ananda ve Sine isimli üç karakterler tanışıyoruz.
Yola çıkışları, ayrılıkları, iki insan arasındaki mesafeleri ve mesafesizlikleri düşünen ve bir yandan da okuru buna zorlayan bir metin var karşımızda. Kimileri için bir yas, kimileri için bir kabullenme yolculuğu bile olabilir. Ancak tüm okurların fark edeceği ortak bir yönü var romanın: Sırtını büyük bir güvenle doğaya yaslıyor.
Kafka Kitap’ın yayınladığı bu romanı okumaya başladığınızda zorlanacaksınız. Hatta belki de kafanızı bu kadar karıştırmayacak, sizi yormayacak başka bir şeyler okumak isteyeceksiniz. Sohbetin başından beri kapalı anlatım, birçok yere bağlanan hayaller, bir rüya, gerçeklikten uzaklık hali ve imgelerle dolu bir roman yazmanın, ilk romanını yazan bir roman için ürkütücü olup olmadığını soruyorum Aydın’a. “Farkındayım, öyle gerçekten” diyor gülerek ve devam ediyor:
“1o senedir içimde demlenen bir metindi. İçimi kemirdi; ‘Yazsam mı, birilerine okutsam mı, okurlar mı, okumak isterler mi, metin çok mu kapalı…’ Ama her şeye rağmen kitap elimde şimdi. Hiçbir şeyden yola çıkmadım, bir imgenin peşinden giderek başladım. Bu kapalılıkla bağ kurabileceğim insan sayısı az olacaktır, biliyorum ama benim bağ kurmak istediğim alan bu. Aksi türlü yazmama gerek kalmaz gibi geliyor. Ben kazdıkça bir şeyler çıktı, okur da bu deneyime ortak olmak isterse ne güzel, tadından yenmez.”
Tam sohbetin sonunda vedalaşmaya hazırlanırken Aydın, romanın arka kapağında da olan bir cümlesini söyleyip “Bu konu benim kafama çok takılmıştı, eninde sonunda hep burada buldum kendimi” diyor. (Böylece sohbet boyunca metne dair kendini en çok açtığı dakikalara geliyoruz):
Bu dünyaya ayrılmaya mı geldik? Bu dünyaya ayrılıp da mı geldik?
Roman bu sorunun peşinden gidiyor, okuru da götürüyor ama en çok da derine en derine inmesini istiyor. Oyunbaz ve biraz da oyunun kurallarını esnetmeyen bir anlatıcı var karşımızda. Yol da ayrılmayı temsil ediyor aslında. Ama belki de öyle değildir. O doğrusal yol bir şekilde kıvırılır. Bir bakarsınız ki iki insan arasındaki mesafe azalmış, yol bu kez ayıran değil, kavuşturan olmuştur, kim bilir? Biraz daha derine inmeye sabrı olanlara duyurulur.
–Kimin kitabınızı okumasını isterdiniz?
-‘Dalgalar’ı yazdığı dönemde Virginia Woolf’un okumasını isterdim. Mümkün olan bir cevap da söyleyeyim, mantığın doğrusallığından sıkılan, şaşırmak biraz da derini kazmak isteyen herkese ulaşsın isterim.
–Kim kitap hakkında bir eleştiri yazsın?
-Çok fazla kitap okumayan, kalıpların ve edebiyat kuramının dışında mümkünse de doğayla çok iç içe biri okuyup yazsın. Bir nevi ilk karşılaşma gibi…
-Kitap tam anlamıyla sırtını doğaya yaslıyor. Kişisel olarak sizin nasıl bir bağınız var.
-Doğa tam da kişisel olandan sıyrılma, bütünlenme, daracık bir alana sıkışmış günümüz insanının deneyim alanının birden uçsuzlaşması, anlamların da hayatta olma hissinin de yoğunlaşıp kıvamlanması anlamına geliyor olabilir… Doğa ile bilinçdışının bir akrabalığı var, ikisi yoğun temasa geçince kimliği tutuşturucu etki yapabiliyor ve bu da insanın içindeki kapalı kapıları aniden açıp yaşama deneyimini dönüştürebiliyor.
-Kitap ilk elinize geldiğinde ne hissettiniz?
-Çok yılgındım, hevesim kursağımda kaldı süreç boyunca birkaç kez. O nedenle tam olarak “Şükür kavuşturana!” dedim.
-Neden yazıyorsunuz?
-Sanırım her kitapta farklı bir yanıt vereceğim bu soruta. Bu roman için bağ kurma çabası diyebilirim. Daha derin bir bağ kurabilir miyiz merakıyla yola çıktım.
– Kitabı okuduk, kapağı kapattık. Okura hangi his ya da fikir kalsın?
-Yola çıkma hissi ve merak duygusunun canlanmasını isterim. Bir de iki insan arasındaki bağ, mesafe ve mesafesizlik üzerine düşünmesini bu denizde çırpınmalarını…
-Öykü mü roman mı?
-Bir türe bağlanmıyorum, türler arası ayrım da yapmıyorum. Bu romana da roman olsun niyetiyle başlamadım. Ama katmanlı yazdığım için öyküler novellaya doğru kayıyor.
– İlk Kitap serisi haftaya başka bir yazarı konuk alacak. Siz de bir sonraki yazara yazmaya ilişkin bir soru bırakır mısınız? Size ‘Deniz Dinozoru’nun Sırrı’ kitabının yazarı Ecem Kodak’tan şu soru gelmişti: “Tamamen kurgu mu yoksa esinlediği bir şeyler var mı; gerçek olaylardan ne kadar ödünç aldı yazdıklarını?”
-Ben gerçeklikten ödünç alıyorum. Benim gerçekliğim olmasa da çevremdeki gerçekliği; imgelerle, kesitlerle, karakterlerle başka yerlere sürüklüyorum.
Bir sonraki yazara sorum: Bir mahlas kullanarak yazmak ister miydin, neden? Benim cevabım kesinlikle evet. Kalemimi şu anda gitmediği yerlere götürür mü diye görmek isterim.