Deneyimli gazeteci Kürşad Oğuz, 'Kaçak Yazarlar'da J.D. Salinger’dan Hemingway’e, Zweig’dan Jack London’a bir kaçış yöntemi olarak edebiyata sığınan 22 'dertli' büyük yazarın hassas dünyasına dalıyor, bilinmedik detaylar ortaya çıkarıyor.
“Kürşad Oğuz kimdir?” diye yapay zekaya sorarsanız “Gazeteci-yazar, genel yayın yönetmeni” cevabını alıyorsunuz. Şimdilerde Halk TV ekranlarında görüyoruz kendisini. İzleyiciler onu yaptığı birbirinden ilginç röportajlarla da tanıyor. Konularında uzman, dünyaca meşhur adlarla konuşup Türkiye’nin bugünkü halini anlamamıza büyük katkıda bulunuyor. Yazılarını okuyanlar ise daha farklı bir portreyle karşılaşır. Kitap sevgisi, edebiyat ilgisi net olarak anlaşılır.
1990’ların başında tanıştığımızda genç bir gazeteci olarak entelektüel donanımı dikkati çekiyordu Kürşad’ın. Kitaplar ve edebiyat ise ortak tutkularımız olarak sohbetlerimizin en önemli konusuydu. Aktüel Dergisi’nde şair ve yazarlarla yaptığı söyleşiler ses getirirdi. Akşam Gazetesi’nde çalışmaya başladığında ilk yaptığı iş Akşam Kitap Eki’ni çıkarmak oldu. Onu Vatan Kitap’ın yayın yönetmenliğinde de gördük. Görevleri siyasetle daha çok ilgilenmesini gerektirse de edebiyatı, kitapları hiç ihmal etmedi. Habertürk’te yayımlanan yazılarında da sık sık edebiyattan, kitaplardan söz ederdi.
İlk kitabı Cüneyt Ülsever’le bir nehir söyleşi ‘Türkiye’ye ne olacak?’ (Hayy Kitap, 2009), ikinci kitabı ‘Gündüz Feneri – Gündüz Vassaf’la Nehir Söyleşi’ (Alfa yay.) 2011’de yayınlanmış. Yeni kitabı ‘Kaçak Yazarlar’ (Kırmızı Kedi Yayınları) ise yazar portrelerinden oluşuyor. J.D. Salinger’dan Patricia Highsmith’e, Ernest Hemingway’den Boris Vian’a, Colette’ten Iris Murdoch’a, Stefan Zweig’dan Jorge Luis Borges’e, Mark Twain’den Jack London’a 22 yazarı ele almış. Hepsi de dünya edebiyatının büyük yazarları. Bu nitelikleri bile haklarında yazmaya yeterdi. Ama Kürşad Oğuz onlara farklı bir bakış açısıyla yaklaşmış. ‘Kendi sonunu yazanlar, kurgulayanlar’ın izini sürmüş, hayat öykülerinin, eserlerinin bilinmedik ayrıntılarına dalmış. Bir başka deyişle yazarak dünyadan kaçan yazarları araştırmış.
‘Kaçak Yazarlar’ adının diğer göndermesi de bir zamanların efsane dergisi ‘Kaçak Yayın’a… Kürşad Oğuz bu yazıları yazmaya 2003’te Kaçak Yayın’da başlamıştı. 20 yıl sonra kitaplaştırırken yeniden elden ve gözden geçirmiş. Kürşad Oğuz’un yazdığı portreler kısa gibi görünseler de okumaya başladığınızda yoğun bir emek ve araştırma ürünü olduklarını görüyorsunuz.
Bir kaçış yöntemi olarak edebiyata sığınmak, yazarak dertlerden, dünyanın sorunlarından kurtulmaya çalışmak işin bir yönü. Peki kaçıyorum diye düşünürken nereye varıyorlar? Sorgulamalara, hesaplaşmalara… Sadece kendi dertleri değil, bireysel ve toplumsal olarak yaşadıklarımız eserlerine yansıyor. Kürşad Oğuz’un dediği gibi “Dünyayla, toplumla, kendiyle derdi olan; mutlak bir kaygıya sahip insanlar” bu yazarlar.
Kürşad Oğuz kitabın giriş yazısına, “Attilâ İlhan’ın ölümünden birkaç yıl önce bir söyleşimizde yaptığı tespit aklımdan çıkmaz: “Bir yazar ilk kitabında kendi hayatını yazıyorsa, ona yazar denmez, okumayın” diyerek başlamış. ‘Yazarın hayatı esere ne kadar dahil?’ sorusu her zaman tartışma konusu olmuştur. Aynı soru büyük usta Attilâ İlhan’a da sorulabilir, ilk şiirlerinde, ilk romanlarında kendi hayatından ne kadar uzak durabilmiş, sorgulanabilirdi. Örneğin ‘Zenciler Birbirine Benzemez’de Attilâ İlhan’ın Paris yılları, orada yaşadıkları, gözlemleri ne kadar etkilidir? Üstad bu soruya “Çok etkilidir” diye cevap veriyor zamanında. Bence bir edebiyat eserini kaleme alırken yaşadıklarınızdan, gözlediklerinizden uzak durmanız pek kolay değil. Siz istemeseniz de çok farklı zamanlardan, yaşamlardan söz etseniz de yaşadıklarınız eserlere sızıyor. Sanırım Attilâ İlhan’ın eleştirdiği sadece kendi yaşam öyküsüne dayanan eserler kaleme almak. Bir çeşit biyografi yazmak. “Hayatım roman” diye düşünüp elinize kalemi alırsanız ortaya çıkan şey çoklukla edebiyat eseri olmuyor.
Kürşad Oğuz’un kaleme aldığı portreleri okurken yaşam öykülerinin eserler üzerinde ne kadar belirleyici olduğunu fark ediyor insan. O hayatları yaşamasalardı o eserleri yazabilirler miydi? Bence yazamazlardı.
Diğer yanda da insan olarak ‘kötü’ bir yazarın ‘iyi’ eserler yazıp yazamayacağı tartışması var. Kürşad Oğuz, Alberto Manguel’in bir sözünü alıntılamış; “Eğer ahlaksız, düpedüz kötü, katlanılmaz yazarları göz ardı edecek olsak, iyi edebiyatın dörtte üçünü çöpe atmak zorunda kalırız.”
Bir eseri estetik nitelikleriyle mi tartışacağız, yoksa yazarının yaşam öyküsünü inceleyip ne kadar ‘iyi’ bir insan olduğuna bakarak mı? Günümüzde yazarın yaşam öyküsüne bakmak eğilimi gittikçe artıyor. Ahlak, estetikten önce geliyor. Kürşad Oğuz’un dediği gibi “Ama ne yapalım, iyi edebiyatın kıstası da bu değil.” İyi, büyük eserler veren yazarlar her zaman iyi insanlar olmamış. Hatta çoğu zaman olamamış. ‘Kaçak Yazarlar’daki portreleri okuduğunuzda bu sonuç daha da net ortaya çıkıyor.