Nobel ödüllü Peter Handke'nin 'Meyve Hırsızı', tuhaflığının farkında olan şaşırtıcı bir roman. Avusturyalı yazar, romanında masalsı bir yol hikayesi anlatırken dünyanın ayrıntılarını dil aracılığıyla sanki mikroskobik incelemeye tabi tutuyor.
Nobel Ödüllü Avusturyalı yazar Peter Handke, ‘Meyve Hırsızı’nda masalsı bir yol hikayesi anlatıyor. Yazarla karakteri arasında gidip gelen anlatı ‘Alice Harikalar Diyarında’dan esinlenmiş, tuhaflığının farkında olan şaşırtıcı bir roman.
Almanca yazan çağdaş edebiyatçıların önde gelen isimlerinden Peter Handke 1942 yılında Avusturya’da doğdu. Savaş sonrasının kaotik atmosferine rağmen eğitimini aksatmadan sürdürdü. 12 yaşına kadar din ağırlıklı eğitim veren bir okulda okudu, ardından normal liseye geçti.
1961 yılında hukuk fakültesine girdi. Edebiyata yönelmesi de bu yıllardadır. İlk romanı ‘Die Hornissen’i yazdığında sadece 24 yaşındaydı ve romanın yayımlandığı 1966 yılından sonra hayatını sadece entelektüel faaliyetleriyle kazanacaktı. Aynı yıllarda seyirciyi de anlatısının içine katan ‘Seyirciyi Rencide Etmek’ (1966) ve ‘Kaspar’ (1967) gibi tiyatro oyunlarıyla avangard akıma katılmıştı.
Avrupayı kasıp kavuran 68 İsyanı elbette Handke’yi de etkiledi. Yetmişli yıllarda ‘Kalecinin Penaltı Anındaki Endişesi’ (1970), ‘Hayallerin Ötesinde Bir Üzüntü’ (1972) ve ‘Gerçek Duyguların Saati’ (1975) romanlarıyla iyi bir çıkış yakaladı. Eleştirmenler tarafından övülmekle birlikte savunduğu düşünceler isyancı kişiliği ve yaşam tarzıyla tepkiler çekiyordu. Bir süre Paris’e gitti, sonra Amerika’da yaşadı. Sinema sektöründe çalıştı. Ancak romancılığını hiç ihmal etmedi. Yapıtları için çok sayıda ödül alan Handke, Alman dilinin en etkili ve özgün yazarlarından biri olarak kabul edilmiş, 2019 yılı Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer bulunmuştu.
“Hikâye yazın tam ortasında, çimlerin üzerinde çıplak ayakla yürürken o yıl beni ilk kez bir arının soktuğu o malum günde başladı.”
Arı sokmasını bir hamle yapma zamanı geldiğine yoran romanın isimsiz anlatıcısı -ki o da romanın yazarı Peter Handke gibi Paris’in dışındaki bir köyde durağan ve sessiz bir hayat sürdürmektedir- ağustos ayının kızgın sıcağına rağmen yola koyulmaya karar verir. Niyeti Meyve Hırsızı diye isimlendirdiği genç kadını görmek:
“Meyve hırsızımı sonunda, hayır bugün değil, yarın da değil, ama yakında, çok yakında görebilecektim; yıllardır olduğu gibi yalnızca parçalar, hayali parçalar halinde değil şahıs olarak, bütün olarak görebilecektim.”
Huzursuz ve geçimsiz bir kişiliğe sahip olan anlatıcı, Paris’ten Fransa’nın iç kesimlerine doğru giden banliyö trenine bindiğinde -daha sonra adının Alexia olduğunu öğreneceğimiz- Meyve Hırsızı ile karşılaşır. Bu andan sonra anlatıcı sahneden çekilecek ve hikaye kadının yollarda geçirdiği üç günü takip edecektir.
Burada bir hatırlatma yapmakta yarar var: Meyve Hırsızı’nın yazarın zihninde belirmiş bir roman kahramanı olduğunu düşünebiliriz. Öyleyse eğer, Peter Handke okuyucuya sadece kadının yolculuğunun hikayesini anlatmıyor. Anlatılan aynı zamanda kendi yazınsal yolculuğunun, kurmaca bir romanın yazılış sürecinin, nasıl ortaya çıktığının ve nasıl bir hayal gücünden beslendiğinin hikayesi.
Yazarın karanlık ruh halini sergileyen dış dünya gözlemleriyle ağır ilerleyen hikaye romanın üçte birinden sonra Alexia’nın yolculuğuna odaklandığında -pastoral kır manzaralarıyla birlikte- farklı bir atmosfere bürünüyor. Sırtında ihtiyacı olan her şeyi barındıran çantasıyla Alexia tek başınadır ama yürüyüşünün her safhasında karşısına çıkan bitkiler, ağaçlar, hayvanlar, insanlar, köyler, hanlar ve kiliselerle hikaye hem akıcılık kazanacak hem renklenecektir.
Handke’nin daha önce okuduğum romanlarından farklı olarak ufak tefek pek çok olay, çok sayıda insan tipi var. Dikkatimi çekenleri şöyle sıralayabilirim; yaşlı bir hancı, eski bir okul arkadaşı, arkadaş canlısı bir köpek, pizza dağıtıcılığı yapan bir Kürt delikanlı, kedisini arayan bir adam ve yolculuk boyunca Alexia’yı izleyen bir baykuş…
Handke’nin tezgahından çıkmışlığını hemen belli eden bu karakterler sahne aldıklarında bir an için anlatının merkezine yerleşiyor, rolleri tamamladığında okuyucuları selamlayıp sahneyi sessizce terk ediyorlar.
Alexia’nın yolculuğu fiziksel anlamda hızlı ilerliyor ama düşüncelerinin akışı adımlarından daha hızlı. Takip etmekte zorlanıyoruz. Handke’nin istediği tam da bu. Öyle ki bir an geldiğinde anlatıcı ile birlikte şu soruyu sorabilirsiniz kendinize: Hikâye neydi peki? Handke’nın yanıtı kısa ve net: Hikâye diye bir şey yoktu. Ona ve onunla birlikte dünyaya anlatılabilecek bir şey yoktu!..
Anlatılacak bir hikaye yoksa anlatıcı da yoktur fikriyatından hareketle, anlatıcıyı görünmez kılarak romanda otorite ve yazar kaybı hissi yaratmak istemiş Handke. Ama merak etmeyin, bu hikayenin de -alışılageldik olmasa bile- bir sonu var:
“Tuhaftı. Yoksa değil miydi? Hayır, tuhaftı. Ebedi tuhaf. Sonsuz tuhaf.”
Aslında nasıl bittiği önemsiz. Hikayelerinin verdiği merak ve heyecan duygusunu ya da dramatik yoğunluğunu sevdiğimiz için okumuyoruz Peter Handke romanlarını. O çağdaş bireyin kendisini çevreleyen -insanları, eşyaları, mekanlarıyla- dış dünya karşısındaki bocalamasını dilin ifade imkanlarını sonuna kadar kullanarak sorgulayan bir yazar. Kendisine 2019 Nobel Edebiyat Ödülü’nün verilme gerekçesinde yazıldığı gibi; “İnsanın çevresiyle ilgili deneyimini ve özgüllüğünü dilsel ustalıkla ortaya koyması…”
Bir yol hikayesi olarak ‘Meyve Hırsızı’nı da bireyle çevresi arasındaki karmaşık ilişkiler üzerine yapılmış edebi bir meditasyon olarak değerlendirebiliriz. Okurunun meditasyonu için ise romana adını veren ‘Meyve Hırsızı’ nitelemesi iyi bir başlangıç noktası olabilir.
Kendi metnini başka metinlerle besleyen bir yazar olarak Handke bu kez Kutsal Kitap’a yönelmiş; tarihteki ilk bilinen meyve hırsızlığına, yasak meyveyi çalıp ilk günahı işleyen, cennetten kovulan ve yeryüzünde yeni bir hayat arayışına giren Hz. Havva’ya.
‘Meyve Hırsızı’nın roman kahramanı olan genç kadının yolculuk tutkusu da küçük yaşta meyve çalmasından sonra başlamış. Ama ortada ne bir suç ne de günah var. Meraktır kızı yolculuğa iten. Handke’nin bilinen klişeleri kullanarak gerçeklik üzerine yeni sonuçlara varmak için yaptığı bu gönderme romanda iyilik kötülük, suç ve ceza gibi temalara açılım sağlıyor ve tanrı kaybına, dünyaya düşmüş bireyin kendisi ile çevresi arasındaki bağları deneyimleme biçimlerine yöneliyor.
Romanın ilerleyen bölümlerinde göndermeler masallarla zenginleşiyor. Mesela Alexia’nın Fransa kırsalındaki yolculuğunu ‘Alice Harikalar Diyarı’ndaki Alice’in yolculuğuna kolaylıkla benzetmek mümkün. Başta Orta Çağ’ın ünlü şairi Wolfram von Eschenbach’ın yapıtları olmak üzere daha birçok masal adı sayılabilir.
Sonuçta ‘Meyve Hırsızı’nda modern bireyin yol hikayesi masal hissi veren bir anlatıya dönüşüyor. Peri masallarının fantastik öğelerine sahip olmasa bile ‘Meyve Hırsızı’nda doğayla, eşyalarla, diğer insanlarla olan karşılaşmalarda bir olağanüstülük, tekinsizlik hali seziliyor.
2017 yılında yayımlanan, Handke’nin 70’li yaşlarında kaleme aldığı ‘Meyve Hırsızı’ hiç kuşkusuz ustalık dönemi ürünüdür ve roman sanatını roman içinde tartışan en deneysel anlatısıdır. Yazarın gördüklerini, duyduklarını, hissettiklerini yazıya geçirme serüveni okurun görme, algılama ve dile getirme sürecini tetiklemesi anlamında önemli.
Bir manzaraya bakan herkesin aynı şeyleri gördüğünü, hissettiğini düşünmek yanılgılar barındırır. Zira aynı şeylere bakılsa bile gözlemlenenler gözlemleyenlerin bireysel tarihlerinden gelen bilgilerle, fikirlerle, anılarla, imgelerle farklı bir şekil kazanırlar ve dile getirilmeleri de kuşkusuz farklı olacaktır. Öyleyse dil, düşünce ve algı birbirinden ayrı değildir.
Handke’nin anlatısına damgasını vuran bu sürecin dinamiklerini yakalamak ve yansıtmak olmuş. Kelimeleri özenle seçiyor, duyularla soyutlamalar arasında mükemmel geçişler yapıyor, dünyanın ayrıntılarını dil aracılığıyla sanki mikroskobik bir incelemeye tabi tutuyor. Yazarın karakteristiğine yakışır -imgelerle, sıfatlarla, tasvirlerle yoğun, zaman zaman şiirsel- bir anlatım.
Görüntülerle düşüncelerin, anıların, imgelerin Alexia’nın zihnindeki dansını -Handke’nin dilinin karakteristiğini ve tadını verebilmek için- biraz uzun bir alıntıyla aktararak bitiriyorum:
“Meyve hırsızı şimdi bunun nasıl olduğunu bilmeden ve kendine nedenini sormadan yaşamı boyunca gittiği yerleri ona geri getiren görüntülerin, anların, anlık sahnelerin istilasına uğramıştı. Işık çakar gibi gelen görüntüler hızla kaybolup gidiyordu. Mekânlar asla bir bütün halinde gözünün önünde belirmiyordu, parça parçaydı, ama kendi içlerinde yine de bir bütündü ve kesinlikle ‘eksik parça’ya benzemiyordu. Kadının geçmişini temsil eden kimi mekânlar olarak bir an ışıldıyorlardı, rüzgâr gibi esiyor ve kadının çevresinde kümeleniyorlardı, ikinci kez algılanıyor ve yeniden geliyorlardı, ama kaynaklarını dışarıdan herhangi bir yerden değil, kadının içinden alıyorlardı; neredeyse hemen yunus gibi suya dalıp ortadan kaybolduklarında herhangi bir yere kaybolmuyor, kadının içinden dışarı çıkmıyorlardı, aksine içine dalıyorlardı; sonsuza dek kaybolmuyor, aksine kadının içindeki, bedenindeki varlıklarını sürekli koruyorlardı, gerçi çağırıldıkları zaman gelmiyorlardı, ama neyin etkisiyle bilinmez her an sıçrayıp ve fırlayıp gelmeye hazır mekân fotoğrafı yunuslarıydılar…”