Feminist aktivist yazar Rebecca Solnit, kâh deneme, kâh anı, yer yer seyahatname, ve edebiyat eleştirisi kisvesi altındaki 'Yakındaki Uzak’ta birbiriyle ilintisiz görünen parçaları iç içe geçirmekteki hüneriyle dur durak bilmeden anlam arıyor.
EMRE AĞANOĞLU
‘Yakındaki Uzak’a ‘Olay ile Hikâye’ arasındaki farka dikkat çekerek başlıyor Rebecca Solnit. Falanca iki tarih arasında yaşamdan bir kesit tecrübe etmek başka, onları yapıta aktarmak başka, neticede. Kurgunun kronolojiyle arası iyi değildir. Kendine özgü bir neden sonuç ilişkisi gereksindiği de olur.
Dolayısıyla Solnit’i tanıyanlar, kitabın kayısılarla başlamasını yadırgamayacaktır. 1961 doğumlu yazarın kitapları neredeyse 10 yıldır Türkçeye düzenli olarak çevriliyor. Bu süreçte okurlar başta ‘Yokluğumdan Aklımda Kalanlar’ ve ‘Kaybolma Kılavuzu’ olmak üzere, onun yazın serüveninde kilit öneme sahip yapıtlarla fazla gecikmeden tanışma fırsatı buldu. Bu külliyatın en yetkin adımları arasındaki ‘Yakındaki Uzak’a hazırlar.
“Bazen anahtar kilitten çok önce gelir,” (s. 11) demesi boşuna değil Solnit’in; annesinin kayısı ağacının mahsulü meyvelerin kıpırdattığı çağrışım, hatıra zincirinin ağırlığını çabucak öğreneceğiz. Dünyaya getirdiğini dünyadan geri almayı kendine hak gören annelerden Solnit’inki. Kızını kendi aynası olarak kabul etmiş, fakat aynada gördüğünü bir türlü beğenememiştir. Alzheimer’ın zihnini yok etmeye koyulmasıyla, ilişkileri yazar için öfkeyle şefkatin birbirini beslediği, belli ki bir şeylere gebe bir sürece girer.
Kısa süre sonra İzlanda’dan davet alınca, yeni bir yapıt için gereksindiği ikinci temaya kavuştuğu düşünülebilir, fakat Solnit’in kendisiyle buluşmasına haritalar yetmeyecek. Bir de zihnindeki izleri takip etmesi gerekiyor: Mary Shelley ve ‘Frankenstein’, idealist doktor Che Guevara’nın aman vermez bir devrimciye dönüşmesi, kutup bölgesinde meydana gelmiş bir yamyamlık vakası derken, ‘Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’deki Kötü Kraliçe’yle bir tuttuğu annesiyle arasına her defasında yeni bir koza ördüğünü söylemek sanıyorum ki yanlış olmaz.
Koza değil, bekleme odası da diyebilirdim elbette. Ama ilkin Auerbach’ın dev klasiğini, ‘Mimesis’i hatırlatmalıyım. Kitabın ‘Odysseus’un Yarası’ isimli bölümünde Odysseia’nın 19. bölümüne, Odysseus ile sütninesi Eurykleia’nın baş başa olduğu bir sahneye uzanır Auerbach. Yaşlı kadının, o âna dek kimliğini gizleyen kahramanı yara izinden tanıması üzerine, Homeros’un anlatıyı duraklatıp yara izinin hikâyesini aktarmaya başladığına değinir. Alman filoloğun Homeros’ta işaret ettiği bu asıl hikâyeyi erteleme yöntemini Eski Ahit’te bulduğu ivedi anlatımların karşı kefesine hangi gerekçelerle yerleştirdiği, bu metnin konusu değil; ne var ki az önce erteleme dediğim yöntemin, klasikleşmiş roman biçimini kırmaya ‘Kurmaca ile Otobiyografi’ arasındaki hiyerarşiden başlayan pek çok yazara kılavuzluk ettiğine değinmeliyim.
Geniş mi geniş konturların içeriği flulaştıracağını göze alarak örnekleri sıralayacağım: ‘Her Şeyi Değiştiren Sebald’da Kurmacanın –her şeye rağmen– astıdır Yaşantı. Knausgaard’ın kitaplarının İtiraf ya da Otobiyografi olarak değil, Otokurmaca olarak tanımlanmasının nedeni, ciltler ciltleri takip ettikçe anlaşılacaktır. Geoff Dyer ister caza uzansın ister sinemaya, er geç başını önüne devirecek, kendi düşüncelerinde sessizleşmenin yollarını arayacaktır. Solnit’in o dünyada kendine açtığı yeri ise esas itibarıyla masal diyarı kıldığı işaret zincirlerinin kâşifi olmasında aramalı.
Birbiriyle ilintisiz görünen parçaları iç içe geçirmekteki hüneriyle, o topraklarda dur durak bilmeden anlam arıyor çünkü; baktığı ister yabancı bir ülke olsun ister klasik romanlar, gördüğünün gördüğü kadar olmadığından en ufak bir şüphesi yok. Sonunun gelmesi anlatıcının insafına kalmış, bir son sayfasının olması yadırganacak bir başkalaşım silsilesiyle karşı karşıyayız burada. ‘Yakındaki Uzak’ı bir bölümden diğerine taşıyanın, Ovidius’un yan yana çerçevelerle kurduğu Başkalaşımlarından ziyade, Şehrazat’ın merakı diri tutma temrinleri olmasına şaşmamalı.
Hayır, Proust’unkilere denk yenilikler önerdiğini ileri sürmüyorum Solnit’in. Kâh deneme, kâh anı, yer yer seyahatname, ara sıra edebiyat eleştirisi kisvesi altındaki ‘Yakındaki Uzak’taki tasası da melez anlatılara yeni bir perde önermek değil. Kalemi için, kederi ve korkuları için kurduğu bir baş etme oyunu, ‘Yakındaki Uzak’. Ne var ki kitabın ‘İçindekiler’ sayfasını meydana getiren o yana devrilmiş üçgene baktığımda, kitabın bir mimari kaygıdan bütünüyle yoksun olmadığını da görüyorum.
Sıra Anlatı’ya geldi mi, üçgen akla ister istemez Freytag Piramidini getiriyor. 19. yüzyılda yaşamış Alman romancı ve oyun yazarı Gustav Freytag’ın adıyla anılsa da kökeni ta Aristoteles’in ‘Poetika’sına dayanan o dramatik yapı şemasını o sayfada bir yana devirmiş Solnit. Belli ki serimi düğüme, düğümü çözüme, bir üçgenin kenarlarını takip edermişçesine taşıyacak bir metin değil, başladığı hizaya dönecek bir kitap bu. Tecrübe ettiklerini, okur koltuğumuzdan tastamam doğru olduğunu ancak ümit edebileceğimiz tecrübelerini, kişisel büyüme öyküsünün sıradaki bölümleri olarak ancak bu şekilde kabullenebildiği ortada.
Başkalarının öyküsündeki yardımcı rollerini görünce kendine yeni bir gözle bakabilmek, en yakınlarına söyleyemediklerini isimsiz okurlara söylemek: İster haritalarda olsun ister başkalarının yaşamında, kişinin parmak izini göremediği yerlerin öznel merceği berraklaştırdığı da olur. Solnit de belli ki kendi yuvasına ancak yabancı haritalardan yararlanarak dönebiliyor. Çoğu okurun kafasını kurcalayan, kitabı baştan sona dek, her sayfanın en alt satırında kat eden, “Pervaneler uyuyan kuşların gözyaşlarını içer,” diye, huzursuz edici bir cümleyle başlayan o metne bu gözle bakıyorum: Her Yuvanın dönüş yolunu belirleyecek kırıntılara ihtiyacı olur. Birinin kederinin bir başkasının besini olabileceğini bilmeyenimiz kalmamıştır neticede.
Cehennemdeki Cennet –
Afetlerde Oluşan Olağanüstü Topluluklar
Rebecca Solnit
Alfa Yayınları, 2024
480 sayfa.