Berlinale aşırı sağcı politikacıları festivale davet etti, ama aşırı sağcılığa karşı
Berlin Film Festivali'nde sona doğru yaklaşırken iki filmden 'Who Do I Belong To', 'Langue Etrangere'... Çok uluslu şirketler gibi bu tür filmler de çok uluslu filmler. Peki bu filmler nasıl ortaya çıkıyor ona bakalım...
Tunus, Fransa, Kanada, Norveç, Katar ve Suudi Arabistan ortak yapımı, aynı zamanda Eurimages destekli ‘Who Do I Belong To / Ben Kime Aitim /’ Meryam Joobeur’un yönettiği bir film. Böyle birçok ülkenin ortak olduğu çok uluslu filmler bana hep çok uluslu şirketleri hatırlatıyor. İster istemez ortak çıkar nerede diye düşünüyor insan. Bu kadar ülke hangi konuda anlaştı da bu filme para yatırdı?
Film Tunus’da bir çiftçi ailesinin başına gelenleri anlatıyor. Ailenin iki oğlu Mehdi ve Amine, IŞİD’e katılmak için ülkelerinden ayrılmışlar. Anne iki gözü iki çeşme geri dönmelerini bekliyor. Dönerlerse de hemen tutuklanıp hapse atılacaklar.
120 dakikalık film son derece yavaş ilerliyor ve üç bölüme ayrılmış. 30. dakikada Mehdi yanında burkalı hamile bir kadın ile geri dönüyor, Amine sizlere ömür. Mehdi’nin söylediğine göre kadın Kuzey Suriye’den, ailesinin tüm üyeleri savaşta öldürülmüş. Kadının gözleri hariç her yeri örtülü. Bu oyuncu için de çok sıkıntılı bir durum. Bir filmde oynamışsın, film Berlin’de yarışmaya seçilmiş ama izleyici sadece gözlerini görebildiği için seni tanımıyor. Olacak şey mi?
Mehdi’nin bir sorunu var ama nedenini bilemiyoruz. Neredeyse hiç konuşmuyor, bakışları boş ve anlamsız. Film rüyalarla ve kabuslarla, geriye dönüşlerle ağır aksak yürüyor. Rüyalar bol renkli, çamaşır deterjanı reklamı gibi. Netliğin bozulduğu yakın çekimler de bol miktarda kullanılmış.
Mehdi ve burkalı kadın geceleri dışarı çıkıyor. Sonra köydeki erkekler birer birer kayboluyor. Daha fazlasını anlatmayayım, sadece filmin sonunda büyük bir sürpriz olmadığını söylemekle yetineyim.
Sözün kısası 30 dakikaya sığacak bir senaryodan 120 dakikalık bir film yapmışlar. Biz de mecburen bu filmi izledik. Tabii beterin beteri var. Festival programında 14 saatlik bir filmin olduğunu duydum. Yedi saatlik iki bölüm halinde, birer gün arayla gösterilecekmiş. Ben hiç ilgilenmedim. Bazen 120 dakika bile çok uzun gelirken hiç gerek yok.
Artık festivalin son günleri. Caddeler boşaldı, festival konuklarının çoğu evlerine geri döndü. Avrupa Film Pazarı’nda projeleri için ortak yapımcı ve dağıtımcı arayan yapımcı ve yönetmenler ile karşılaştım. İsimlerini vermeyeceğim. Türk lirasının değeri yerlerde sürünürken bir filmin bütçesini denkleştirmek artık çok zor. Bu nedenle herkes yurtdışında para arıyor. Türkiye’den alınan destekleri de Euro’ya çevirince komik rakamlar ortaya çıkıyor. İki gün önce Hollandalı bir gazeteciyle konuşurken sinemamızın geleceği ile ilgili bir soru sordu. Ben de önümüzdeki yıllarda yurtdışında film yapabilen yönetmenlerin bir diaspora sineması yaratacağını düşündüğümü söyledim.
Bu girişten sonra yarışmada yer alan, film yapımı konusunda bir ders niteliğindeki bir filmden söz edeceğim. Filmin adı ‘Langue Etrangere’, Türkçesi ‘Yabancı Dil’ olmalı. Önce senaryodan başlayalım. 17 yaşındaki bir Fransız kız, mektup arkadaşını ziyaret etmek için Almanya’nın Leipzig kentine gidiyor. Elimizde iki ülke var, filmin ilk yarısı Almanya’da Leipzig’de, ikinci yarısı da Fransa’da Strazburg’da geçiyor. Bu iki ortak yapımcı ülke demektir.
Biraz senaryodan söz edelim. Filmin iki ana karakteri Fransız ve Alman kızlarımızın ortak sorunları var. İkisinin de babaları evi terk etmiş. Dede ırkçı ve bundan gurur duyuyor. Kızların korkuları da ortak: Aşırı sağ, Putin, savaş, küresel ısınma gibi konular. Fransız kızımız Leipzig’de konuk olduğu kızın okulunda bir derse giriyor ve başına kötü şeyler geliyor. Leipzig eskiden Doğu Almanya’daydı. Komünizmden kurtulur kurtulmaz aşırı sağa kaydılar. Sorular da ona göre: “Fransızlar neden ırkçı? Sığınmacıları neden kamplarda tutuyorsunuz? Neden sürekli grev yapıyorsunuz?” Bu grev konusunda bence haklılar. Gerçekten grev Fransızların milli sporu sanki.
Bir sahnede ben de çok şaşırdım. Alman gençler bir evde parti yapıyor ve eğleniyorlar. Çalan müzik tanıdık geldi. “Dertli ağlar, dertsiz ağlar” Demek müzik konusunda da Avrupa’yı ele geçirmek üzereyiz.
Lafı uzatmayalım. Sonra Alman kız Fransa’ya gidiyor. Orada da okulda ırkçı saldırılar, Nazi selamları. Alman kız Alman olduğu için özür dilemek zorunda kalıyor. Durum kötü, aşırı sağ ve ırkçılık Avrupa’da hızla yayılıyor.
İki genç oyuncunun yanına Almanya’da oldukça meşhur olan Nina Hoss ile Marcello Mastroianni ve Catherine Deneuve’ün kızı Chiara Mastroianni’yi de eklerseniz bütün sorunlarınız çözülmüş olur. Artık Almanya, Fransa, Belçika ortak yapımı filminizin önündeki bütün engeller kalkmıştır. ZDF/Arte, CNC, Canal +, Alman Fonları, Strazburg kentinin fonu, Eurimages, hepsi filme destek olacaktır. Bu kadar basit.
Bu filmi izlerken Almanca, Fransızca ve İngilizcenizi ilerletebilirsiniz. Böyle filmlere eskiden ‘Euro Pudding’ diyorlardı: Avrupa Muhallebisi.
İnsan sokaklarda dolaşınca hep yeni bir şeyler keşfediyor. Berlin’de bin kadar dönerci olduğunu duyduğumda şaşırmıştım ama dün İzmir Köfte, mücver, patlıcan, biber dolma, musakka, gözleme ve türlü gibi yemeklerin sokaklarda satıldığını görünce daha çok şaşırdım. Türkiye’de anneannenizin yaptığı tencere yemeklerini yemek her geçen gün zorlaşıyor. Her yer kebapçı doldu. Artık sulu yemek yiyebilmek için de Berlin’e gitmek gerekecek galiba.