Bazen kötüler de kahraman olabiliyor: ‘Behzat Ç. Hikayesi’ ikinci sezonundan haber var
Colin Farrell, Humphrey Bogart'a gibi poz kesiyor, Edwin ile Charles arafta kalan ruhları kurtarıyor. Hepsinin ortak özelliği dedektif olmaları. Platformlarda bu hafta çeşit çeşit dedektif öyküsü var.
İyi bilim kurgu ve fantezi yazarlarının kendilerine ait bir evren yaratma şansı oluyor. Türün hayranı olan okur/takipçi/izleyici kitlesi de bu evrenlere bayılır ve onunla ilgili her şeye karşı büyük bir ilgi duyar. Yaşayan en büyük doğa üstü/fantezi yazarlarından biri olan Neil Gaiman da kendi evreni olan yazarlardan. Gaiman, hem çizgi roman, hem yazılı edebiyat hem de sinema ve tiyatroda üretim yapan çok çalışkan bir sanatçı fakat yazar asıl hayran kitlesini 1989 yılında yayımlanmaya başlayıp 1996 yılında biten epik çizgi roman serisi ‘Sandman’e borçlu.
Yedi ölümsüz kardeşten biri olan, Rüya’nın maceralarını anlatan çizgi roman geçen yıllarda Netflix için dizi olarak çekildi. İlk sezonun büyük ilgi görmesi üzerine ikinci sezonu için de yeşil ışık yakılan dizinin yeni sezonunun çekimleri şu an devam ediyor. Bu arada sizlere bir küçük itirafım olacak. Bütün sosyal medya mecralardaki her grubuna üye olan fanatik bir Neil Gaiman hayranı olarak ben de diğer Sandmanciler gibi Neil Gaiman’ın bizden yapmamızı rica ettiği bir şeyi yaptım; ‘Sandman’i televizyonda günlerce açık bıraktım. İkinci sezonun çekilmesi için dizinin belli bir saat izlenilmesi gerekiyordu biz de elimizden geleni yaptık.
Geçen haftalarda yine Netflix’te gösterime giren ve bu kez özellikle gençler arasında popüler olan ‘Dead Boy Detectives de Neil Gaiman’ın Sandman evreninden çıkan iki ergen hayalet detektifin hikayesini anlatan bir yapım.
Edwin 1916, Charles ise 1980’lerde henüz ergenlik yaşlarındayken ölmüş iki hayalettir. İki kafadar ölümden kaçmayı başarmış, ahirete gitmeyip dünyada kalarak, dünyada sıkışıp kalmış diğer ruhların kurtulmasını sağlamak için bir dedektiflik bürosu açmış, para normal dünyaya hizmet etmektedir. Kendi yaşlarında bir medyum olan ve ölüleri görebilen Cyrstal Palace isimli bir kızı içine giren şeytandan kurtarırlar. İlk önce Cyrstal, daha sonra da bir kayıp çocuk davasını çözmek için gittikleri ve bir dizi talihsizlik sonucunda bir türlü ayrılamadıkları küçük Amerikan kasabasında tanıştıkları Japon animelerinden çıkmış bir karakteri andıran Niko dedektiflik ekibine katılır.
Yakışıklı bir genç adama dönüşen kedi kral, çocukları kaçırıp yaşam enerjilerinden beslenerek genç kalan kötü kalpli bir cadı, yanlış bir dilek dilediği için insana dönüşmüş büyülü eşyalar satan bir mors balığı ve kayıp ölü çocukları bulup öbür dünyaya götürmekle görevlendirilmiş bir bürokrat hayalet. Bunlar dizide bizi bekleyen tuhaflıklardan sadece birkaç tanesi…
Özellikle genç izleyicinin çok beğeneceğini düşündüğüm diziyi kısa süre bir süre için bile olsa gerçeklerden kaçıp fantastik bir evrene sığınmak isteyen herkese tavsiye ederim.
Dizi sektörü polisiye ve dedektiflik hikayelerine bayılıyor. Esasen, her türlü yorumlamaya açık olduğu için, türden komedi (Elsbeth, Only Murders in the Building), gerilim (True Detective) hatta doğa üstü (Dead Boy Detectives) hikayeler bile çıkabiliyor. Başrolünde çok sevilen, yakışıklı ve deneyimli oyuncu Colin Farrell’ın oynadığı ‘Sugar’, 1940 ve 50’lerin kara film tarzını tercih etmiş. Kara filmler, sadece filmdeki olayların değil filmin çoğunlukla dedektif ya da polis olan baş kahramanın da karanlık, trajik ve karmaşık olduğu filmlerdir ve kara film döneminin sembolü de her dem hüzünlü her dem gizemli yüz ifadesiyle efsanevi aktör Humphrey Bogart’tır.
Colin Farrell da ‘Sugar’ dizisinde Bogartvari bir özel dedektifi canlandırıyor. Dizi, kara film olduğunu izleyiciye adeta haykırıyor çünkü dedektif John Sugar bir film delisi ve dizinin hikaye akışı sık sık kara filmlerden alınmış kısa kliplerle kesiliyor. Yaşı yetip bu filmleri hatırlayanlar ya da türün izleyicisi olan gençler için bu küçük klipler çok keyifli oluyor.
Yine kara film tarzına yakışan bir şekilde yakışıklı, karizmatik ve gizemli dedektifimiz Hollywood’da büyük bir film yönetmeninin ortadan kaybolan torununu bulmakla görevlendiriliyor. Kayıp kızı kendi kız kardeşine benzeten Sugar bu davaya kişisel olarak çok bağlanıyor.
Çok iyi dövüşen, çok sayıda dil konuşan, bolca içen ama hiç sarhoş olmayan, her zaman jilet gibi bir takım elbiseyle dolaşan, centilmen dedektifimiz Sugar bir yandan kayıp Olivia Siegel’ı ararken bir yandan da kendi dertleriyle uğraşıyor.
Sugar’ın sürekli titreyen elinden ve sık sık bayılmasından ciddi bir sağlık problemi olduğunu anlıyoruz fakat sinema ve dizi dünyasının bütün eril dedektifleri gibi Sugar da bir sağlık problemi olduğunu reddediyor ve herkesten saklıyor. Sugar ayrıca tuhaf bir teşkilatın üyesi, bir casus teşkilatı gibi görünen topluluğun başında ‘Sandman’ dizisinde ‘Death’ rolüyle tanıdığımız Kirby’nin canlandırdığı Ruby karakteri var. Ruby, görüntüde Sugar’ı sürekli takip ediyor ve koruyor fakat dizi ilerledikçe Ruby’nin gerçekten bir koruyucu olup olmadığı konusunda kuşku duymaya başlıyoruz.
Eski bir tarzı yeniden canlandırmak isteyen bir dedektif dizisi olarak başlayan ‘Sugar’, bir noktada seyircisine öyle bir sürpriz yapıyor ki izleyici ekran başında donup kalıyor. Size spoiler verip bu sürprizi bozacak değilim ama “kendinizi bir polisiye izliyor zannederken aslında bambaşka bir şey izlemekte olduğunuzu anlayacaksınız” demeden de duramayacağım.
Colin Farrell hayranıysanız, yavaş açılan polisiyeleri seviyorsanız ve sürprizlere açıksanız eğer Apple Tv+’ta Sugar’ı izleyebilirsiniz.
Dijital platformlarda sadece hızlı tüketilecek, bol renkli, bol koşuşturmacalı diziler yok. Daha oturaklı, daha sanat değeri olan işler, hatta ödüllü filmler izlemek isterseniz onları da bulabiliyorsunuz. Platformlar arasında özellikle BluTV, kaliteli film izleyicileri için iyi bir adres olarak öne çıkıyor.
Bugün tavsiye edeceğim film Norveçli yönetmen Joachim Trier’in Osla Üçlemesindeki Reprise ve Oslo’dan sonraki üçüncü filmi olan ‘Dünyanın En Kötü İnsanı / The Worst Person in the World’. Bol ödüllü film bir komedi/drama, film ilk olarak 2021 yılında Cannes Film Festivali’nde gösterime girdi ve başrol oyuncularından Renate Reinsve, Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı.
Film Julie adında genç bir kadının aşklarını, kendini keşfetme sürecini ve ne istemeyip ne istediğine anlama aşamalarını anlatıyor. Feminist temalarla örülmüş güçlü bir kadın hikayesi olan bu Kuzey Avrupa filmini, sinemada kaçırmış olan izleyicilere şiddetle öneririm.