Doğuş Benli: İş hayatının tek düzeliği onu yazar yaptı!
Kimi zaman bildiri, kimi zaman öykü... Dilek Yılmaz kendini bildi bileli yazanlardan. Yılmaz'la niyetini ziyadesiyle belli eden, adil ve özgür düşlere kum taşıma isteğinin son kum tanesi 'Valeria Bunu Anlayamaz adlı ilk öykü kitabını konuştuk.
Bayram öncesi, İstanbul’un tenhalaştığının iddia edildiği, güneşli bir pazartesi günü. Kadıköy cıvıl cıvıl ama bir o kadar da huzurlu. Aklımdan bunlar geçerken gözüm telefonda, o an biraz sonra tanışacağım Dilek Yılmaz’ın tweeti önüme düşüyor: “İstanbullu hakiki hayat gurmeleri için bayram; boş sokak, kır genişliğinde park yeri, mekânlarda zengin karşılaması, telaşsız birkaç gün, gevşeklik falan demektir.”
Hakiki hayat gurmesi kısmına emin olmamakla beraber telaşsızlık kısmına da itiraz ediyorum zira ilk öykü kitabı ‘Valeria Bunu Anlayamaz’ vesilesiyle buluşacağımız Yılmaz’ı temizinden bir 10 dakika bekleteceğim. Oyun Atölyesi’nde beni beklediğini görünce önce özürleri sıralıyorum. O gayet sakin, sohbetin geri kalanında da hissettireceği gibi kendinden emin bir şekilde karşılıyor beni. “Ne içersiniz” diye sorup acele etmeyin diye de rahatlatıyor üstelik.
Dilek Yılmaz kendini bildi bileli yazanlardan. Okuma yazmayı öğrenmeden önce bile yazmaya hevesli olduğunu, abisiyle yazıp oynadığı skeçlerden söz ederek anlatıyor. İstanbul Üniversitesi mezunu, daha sonra Maltepe Üniversitesi’nde yüksek lisans yapıyor. Ama kendini ‘kantin’ bölümünden mezun olarak görüyor. Hayatı boyunca yazmış, konuşmuş, anlamaya ve anlatmaya çalışmış. “İnsanı anlama çabası çok değerli benim için” diyor. Öğrenci arkadaşlarıyla kötü dergiler çıkardığı da olmuş -kendi tabiri- yazdığı bildiriler de…
Zaten okumakla da arasının iyi olduğunu söylüyor. Yazarlık öğrenilebilir bir şey mi peki diye soracakken hiç beklemeden araya giriyor: “Öğrenilir, evet. Okuyarak da öğrenilir, hiç bitmeyecek bir şey bu. Yaşamanın da farklı bir katkısı var yazmaya. Ben buna inanıyorum, bunu yapmaya çalışıyorum.”
Siyasetin içinde, örgütlü mücadeleye ve dayanışmaya inanıyor Yılmaz. ‘Valeria Bunu Anlayamaz’daki 17 öyküde de bu inancın izlerini görmek mümkün. Doğrudan parmak sallayan, ‘Ona selam, buna isyan!’ eden öyküler yok ama anlıyorsunuz ki bu yazarın bir derdi; itirazı, isyanı ve bir niyeti var.
Kendiliğinden gelişen, karalarken ortaya çıkan bu öykülerin mazisi de eskiye dayanıyor aslında. Dilek Yılmaz, epey uzun süre önce bu öyküleri yazmaya başlamış. Hatta dört- beş sene önce yayımlamaya karar vermiş. Çok iyi bir editörden iyi dönüşler de almış ama vakit ayıramadığını söylüyor. Araya giren hayat, memleket meseleleri, sağlık durumları derken metinlere yeniden dönmüş, üzerinden geçmiş. Notos Atölye ve Semih Gümüş’ün de cesaretlendiren yorumlarından sonra “Hadi Dilek, artık yürü” diyerek yayımlamış öyküleri.
Sohbet sırasında birkaç kez 50 yaşında olduğunu söylüyor şakayla karışık kendiyle de dalga geçerek. Kitabın yayınlanma serüvenini de öğrendikten sonra “Geç kalmış hissediyor musunuz?” diye merak ediyorum:
“Hayır. Bugünse bugündür. Daha önce çıkarsaydım, içime sinmezdi artık ondan eminim. Bu hesaplaşmayı kendimle yaptım. Kendimce oldu dedim, öyle bıraktım.”
‘Valeriya Bunu Anlayamaz’ birbirinden farklı kahramanların, farklı dertlerin uzaktan uyumsuz gibi görünen ahenkli sesleri. Kitaba ismini veren öykü dışında, naçizane ‘Kiraz Güzeli’, ‘Live is Life’, ‘Allah İyilik Versin’ ve ‘Buraların İmkanı Kısıtlı’ öykülerinde altı çizilecek satırlar, buluşulacak ortak duygular okuru çok daha rahat bir şekilde yakalıyor.
Birbirinden farklı kahramanların hikayelerine konuk olsak da öykülerin ortak bir özelliği var. Genel olarak kadın anlatıcıların ya da kadın kahramanların olduğu öyküler bunlar. Anlatıcı erkek olsa bile kahramanları kadın. Bilinçli bir tercih değil mi diye -biraz da cevabı bilinen ama nedeni merak edilen sorular- soruyorum. Yılmaz’ın yanıtı sürpriz değil ama onu dinlerken onaylar anlamında kafamı salladığımı ve yüzümdeki gülümsemeye engel olamadığımı fark ediyorum:
“Hiç sakınmıyorum. Açıkça sorunca da söyleniyorum. Kadın karakterleri anlatıyorum. Onlara ayrıcalık var mı? Var. Kadından tarafım, düsturum, dünyam böyle. Buna itirazı olan da isyanıma saysın. Alacaklıyız biz. Yanlış bir şey söylemiyorum ya da olmayan bir şeyi icat etmiyorum. Olanları, yaşananları hayatın içindeki küçük bir yerden alıp anlatmaya çalışıyorum. Çok büyük hikayeler anlatmasam da benim için önemli olan şeyleri, gördüklerimi, duyduklarımı, bildiklerimi anlatıyorum. Bu da bir mücadele biçimi benim için.”
Peki yazdıklarında kurgu, Yılmaz’ın gerçekliğinizden ne kadarını ödünç aldı? Bazen gördüğü bir olaydan ya da yan masada kulak misafiri olduğu bir sohbetten ve bazen de bir cümleden yola çıktığını söyleyen Yılmaz, “Öyküler tamamen kendinden yola çıkmasa da içlerinde küçük kareler, hisler vardır” diyor. Sonunda Berkin Elvan’a selam gönderen ‘Kiraz Güzeli’ öyküsü de onlardan biriymiş mesela:
“Sağlam dayak yediğimiz 6 Kasım 96 Beyazıt Meydanı meselesi… Kimse hayatını kaybetmedi ama ben kafamdan bir darbe aldım, sonra ameliyat oldum. Hikayeyi değiştirsem de çok yazmak istemiştim. Edebi değeri bir yana ne olursa olsun yazacağım diyordum. Sonu da doğal olarak Berkin’e selamdır. Bu öyküyü yazdığım için çok mutluyum.”
Bu seride ilk kitaplarını ellerine alan yazarları konuk ediyoruz. İki ayı geride bırakırken hemen her yazarda heyecan duygusunun ön planda olduğunu hissediyorum fakat Yılmaz da durum biraz daha farklı. Sanki “Olması gereken nihayet oldu, hadi önümüze bakalım”diyor gibi… Doğru mu hissediyorum emin olmak için sorunca, “Aslında heyecanım var” diyor ve önümdeki kitabını eliyle gösterip “Bu artık bizim arkadaş ya, eve girip çıkıyor, benimle birlikte hep.”
Okur tepkilerini merak ettiğini, ne de olsa okunmak için yazdığını da söylüyor Yılmaz. Fakat en önem verdiği şey duygudaşlık kurabilmek olmuş: “Öyle ya da böyle kitap, bir ürün. Görünmesi, okunması gerekiyor. Ki bu dönemde gösterme işinin yükü de yazar da. Ben çok iyi değilim o konuda ama kitap yazıyorsunuz, okunmasını istiyorsunuz. Tabii ki ben de beğenilsin istiyorum. Fakat daha önemli bir şey var. Geçenlerde çok kıymet verdiğim, çok sevdiğim biri okumuş, bana bir mesaj attı. Okumuş olmasına bile çok sevindim. Metni çok güzel duymuş, bana yazmış. Bu herkese iyi gelir, en çok da duygudaşlık iyi gelir.”
Dilek Yılmaz’ın yazma motivasyonunun temelinde de bu duygu birliği var aslında. Neden yazıyorsunuz sorunun zor bir soru olduğunu, cevabının olmadığını söylüyor ama mücadeleye, dayanışmaya inandığı kadar hikayeleri anlama ve anlatmanın gücüne de inanıyor: “İnsan hikayeyle çevrili. Hikayenin içine doğuyorsun, yaşamın kendisi bir hikaye. Kendini anlama, insanı anlama, çevreyi anlama… Biraz kendini keşif çabası sanırım. Biz de kendi hikayelerimizin içine doğuyoruz, onu anlama, başka insanların hikayelerini anlama çabasıyla da yazıyorum.”
Bu çabayla yazan Yılmaz, bir o kadar da gerçekçi. “Sanat, edebiyat zengin eğlencesi olmamalı” diyor ve devam ediyor: “Günde 15 saat çalışıp gelip yazamazsın. Ülkede de dünyada da potansiyeli olan çok insan var ama vakit bulamıyor. Yani insan yeter ki istesin yazar gibi bir dünya çok da gerçekçi değil. Zamana ihtiyaç var, birtakım temel ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu var.”
Onun yazma süreci nasıl olmuş merak edenlere: Tam zamanlı bir işte çalışmadığı için görece daha rahat bir temposu olmuş. Biraz da “maalesef” diyen bir tonla disiplinli bir şekilde oturup yazmadığını, aklına düşen hikayeyi önce kafasında döndürdüğünü söylüyor. Hatta Semih Gümüş de sık sık bu konuda takılmış Yılmaz’a: “Bu kitap bitmez, fazla sosyalsin, ortalıkta dolaşıyorsun” diye. Bu konuda Gümüş’ün hakkını veriyor o da, “Haklıydı, ben de nihai haline gelirken kapandım” diyor.
Sohbetin sonuna doğru içimden bir Armağan Çağlayan çıkıyor ve “Dilek Hanım bu hayatta en çok neye inanıyorsunuz?” diyorum. Hiç duraksamadan, “Sosyalizme” diyor gülerek. Sonra biyografisinin son cümlesini de ekleyiveriyor: ” Adil ve özgür düşlere kum taşımaya çalışıyorum, buna inanıyorum.”
Bu kitap da o kum tanelerinden biri mi peki?
“Okur öyle duyar ya da duymaz; o niyetle de yazmadım. Baktığımda doğrudan siyasi bir şey falan görmüyorum. Ama bence hayatla bağı olan bir şeyler var. Okuyan birine de bu his geçtiyse, o da bunu duyduysa evet; bu bir beton ya da bir taş değil ama bir kum tanesi.”
Dilek Yılmaz’la vedalaşırken -orası bize kalan- sohbetin bir yerinde “Niyet, kendini belli eder” demişti. öykülerinde kendi duruşunu, hikayesini ve niyetini belli eden Dilek Yılmaz’dan ve ‘Valeria Bunu Anlayamaz’dan da geriye bu cümle kalıyor bana da.
Dönüş yolunda ‘Allah İyilik Versin’ öyküsündeki isimsiz çocuk anlatıcının sonunu düşünüyorum. Gerçekten de Kadıköy cıvıl cıvıl ama bir o kadar da huzurlu. Bu kez Yılmaz’ın bayram İstanbul’u için yazdığı telaşsız kısmına ben de katılıyorum.
–Kimin kitabınızı okumasını isterdiniz?
-Emeğin kıymetini bilenler diyeyim. Ama illa bir isim vermem gerekirse annemin okumasını çok isterdim.
–Kim kitap hakkında bir eleştiri yazsın?
-Nurdan Gürbilek.
-İlk Kitap serisi haftaya başka bir yazarı konuk alacak. Siz de bir sonraki yazara yazmaya ilişkin bir soru bırakır mısınız?
-Hep merak ederim. Yazılmamalı denilen bir şey var mı? Çok iyi bir hikaye duymuş, tanıdığı birinin mesela. Yazılmasının birini mutsuz edeceğini bile bile yazar mı, yazabilir mi?
-Kitabın adını nasıl seçtiniz?
-Kitaba isim bulamadık. Öyküden bir isim koymak istiyordum. Kapsayıcı bir tema da yok. Valeria’nın da kendi içinde bir sorusu var. Memnunum şu an bu isim. Bir de şaka konusu olmuş görüyorum. Valeria neyi anlayamaz, biz anlar mıyız?
-Keşke ben yazsaydım dediğiniz bir kitap var mı?
-Joyce Carol’ın ‘Acı Ülke’si. Kıskançlıkla değil ama helal olsun diyerek.
-Herkesin ayıla bayıla okuduğu ama sizin çok da sevmediğiniz bir kitap?
-Julio Cortázar, ‘Seksek. Ki Cortázar severek okuduğum bir yazardır ama…
-Kitap ilk elinize geldiğinde ne hissettiniz?
-Danışmanlığa gittiğim bir firmada imza için önüme getirdiler. “Aa geldi mi dedim?” Hatta insanlar numara yaptığımı düşündü ama daha benim elime gelmemişti. Açıkça söylüyorum çok büyük bir heyecan olmadı. Ama o çok sevdiğim birinden mesaj gelince oturdum ağladım. Bir de raflarda görünce ‘Aaa çocuk geziyor’ dedim. Çok hazırdım çıkmasına. Bizim arkadaş, eve geliyor gibi. Çok ahbap olduk.
-Kitabı okuduk, kapağı kapattık. Okura hangi his ya da fikir kalsın?
Doğrudan söylemiyor ama ben duygudaşlık kurulmasını isterim. Bir anı, duyguyu hatırlatabilirse, aynı duyguda buluşturma hali olursa çok mutlu olurum.