‘Àjàyí’nin Yolculuğu’: Uzun bir koşu…
Nobel Edebiyat Ödüllü yazar Elfriede Jelinek 'Dışarıda Kalanlar' romanında Nazi geçmişinin hafızasını, o hafızanın günümüz Avusturya'sına düşen yansımalarını acımasız bir gözlemcilikle ortaya koyuyor.
Nobel Edebiyat Ödüllü Avusturyalı yazar Elfriede Jelinek ‘Dışarıda Kalanlar’da Avusturya toplumunun 2. Dünya Savaşı sonrasındaki yaşantısına dair karanlık bir hikaye anlatıyor. Bir grup gencin nihilist ve şiddet dolu hayatını merkezine alarak kurguladığı bu romanıyla yine rahatsız etmeyi amaçlamış. Tıpkı Thomas Bernhard gibi toplumun gizlediği, görmezden geldiği ama sıradanlaşmış ve insanı tüketen bir yozlaşmayı – faşizmin hala sürüp giden etkisini- teşhir ediyor.
Elfriede Jelinek 1949 yılında Avusturya’nın Steiermark kentinde doğdu. Viyana’da büyüdü. İlköğrenimini baskıcı bir rahibe okulunda aldı. Müzisyen olmasını isteyen annesinin beklentilerini karşılayabilmek amacıyla Viyana Konservatuvarı’na girdi ve piyano bölümünden mezun oldu.
Viyana Üniversitesi’nde sanat tarihi ve tiyatro da okudu, ama anksiyete bozukluğu nedeniyle eğitimine son vermek zorunda kaldı. Bu dönemde bir yıl boyunca ailesinin evine kapanarak yazarlığını geliştirdi. Şiirlerinden oluşan ilk kitabı ‘Lisas Schatten’ı 1967’de yayımladı. 1970’te yayımlanan ilk romanı ‘Wir Sind Lockvögel Baby!’ büyük yankı uyandırınca öteki romanlarını yazacak cesareti buldu.
1975’te ‘Âşık Kadınlar’, 1980’de ‘Dışarıda Kalanlar’, 1983’te ‘Piyanist’ romanlarını yayımlayarak büyük bir çıkış yakaladı. ‘Piyanist’ 2001’de Michael Haneke tarafından sinemaya uyarlanmış ve Cannes Film Festivali’nde hem Grand Prix hem de en iyi erkek ve kadın oyuncu ödüllerini kazanmıştı. Yapıtları ve görüşleriyle ülkesinde –tutucu kesimlerin- eleştirilerinin hedefi haline gelen Elfriede Jelinek, 1998’de Georg Büchner Ödülü’nü, 2004’te Franz Kafka Ödülü’nü kazandı. Ve en nihayetinde, yine 2004’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.
‘Dışarıda Kalanlar’ roman kahramanlarının ruh halini sergileyen şiddet yüklü bir sahne ile başlıyor: “Ellili yılların sonunda bir gece, Viyana şehir parkında bir soygun gerçekleşir. Aşağıdaki kişiler yürüyen bir adamı yakalar: Rainer Maria Witkowski, onun ikiz kız kardeşi Anna Witkowski, Sophie Pachhofen, eski adıyla von Pachhofen ve Hans Sepp. Rainer Maria Witkowski’nin adı, Rainer Maria Rilke’den geliyor. Hepsi 18 civarında, Hans Sepp birkaç yaş daha büyük, fakat onda da olgunluktan eser yok”…
Dört kişiden oluşan çete üyeleri adamın cüzdanını gasp etmekle kalmaz, savunmasız adamı hastanelik edecek denli darp ederler. Aslında paranın önemi ikincil; bu eylemin asıl amacı Rainer’ın –kendine özgü- anarşist ve nihilist felsefesini hayata geçirmek. Rainer çetenin beyni, Hans elleri, Sophie bir nevi dikizcisi, Anna ise çetenin öfkesinin ateşleyicisi.
Camus, Sade, Bataille gibi yazarları okuyan, kendisi de şiir yazan ve entelektüel birikimi ile diğerlerine öncülük eden Rainer “kendi neslinin sayısız ergeni gibi, istediğini asla elde edemeyen ama elde edebileceğinden hep daha fazlasını isteyen bir yeniyetme.”
Okuyor ama okuduklarını kavrayacak olgunluktan çok uzak. Adı geçen yazarların felsefesini kendi umutsuz ve karanlık psikolojisine yalan yanlış uyarlayarak saldırganlığına meşruiyet kazandırmış. Ne yazık ki coşkusu ve ayrıksı duruşuyla diğerlerini, özellikle de ikizi Anna’yı etkilemeyi başarıyor.
Oysa asıl etkilemek istediği zengin bir ailenin kızı olan Sophie. İşçi sınıfından gelen ama edindiği bu arkadaşların etkisiyle –annesinin bütün itirazlarına rağmen- sınıfından uzak duran Hans da Sophie’ye aşık. Aslında her iki aşkın kökeninde sınıf atlama özleminin etkisi var.
Sophie ise kendisinden başka kimseye aşık olacak bir tip değil. Buna karşılık Anna, Hans’a kendini tamamiyle kaptırmış durumda ama Hans, Anna ile girdiği cinsel ilişkiyi Sophie ile birlikte olmaya hazırlık gibi görüyor. Kısacası, bu dört kişilik çetenin içine düştüğü ilişkiler ağı onları isyan ettikleri toplumun küçük bir modeli haline getiriyor; sınıf farklılıklarını, eşitsizliği, umutsuzluğu, yenilgileri ve kıyasıya rekabeti barındıran bir toplumun modeli…
Hikaye gençlerin ailelerine, eğitildikleri kurumlara ve sokağa yayıldığında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan, Nazi işbirlikçiliğinden miras kalan böyle bir toplumsal modelin. gençleri ne denli bunalttığını daha iyi anlıyoruz. Özgürlük imkanının olmadığı böyle bir hayat elbette şiddeti tırmandırıyor – cehennemi andıran bir sona kadar…
2. Dünya Savaşı öncesinde Kafka, Musil, Roth, Mann gibi yazarlar faşizmi yaratan sürecin insani ve toplumsal yanını deşifre eden romanlar yazmışlardı. Siyasi bir kaygıyla değil, bizzat kendilerinin hissettikleri bunaltıyı, izledikleri akıl dışılığı, kitlelerin sürüleşmesini dile getirmek istemişler ama iç ve dış gözlemlerinin keskinliği, entelektüel birikimleri ve özgürlük arayışları sayesinde faşizmin kitle ruhunu yakalamayı başarmışlardı.
Savaş sonrasında onların açtığı yoldan ilerleyen ve faşizmin yarattığı tahribatı bizzat deneyimleyen Thomas Bernhard, Heinrich Böll, Elfriede Jelinek gibi isimlerin daha politik olduğunu söyleyebilirim. Onların dehşetle farkına vardıkları şey faşizmi doğuran o sürecin ülkelerinde varlığını hala sürdürmesiydi.
Faşizm savaş meydanlarında yenilgiye uğratılmış, üst mevkideki yöneticiler yargılanmış ne var ki toplumun suç ortaklığı sorgulanmamış, yani ideolojik ve kültürel bir kazanım olmamıştı. Alman ve Avusturyalı pek çok yazar faşizmi doğuran kültürün, zihniyet biçimlerinin bireylerde, toplumda hatta siyasette başka biçimlerde varlıklarını fütürsuzca sürdüğünü fak ettiklerinde kaleme sarıldılar. En çıplak halinin orta sınıflarda görüldüğü bu ruhu deşifre etmek için değil teşhir etmek, aynı facianın tekerrür etmesini engellemek için yazdılar.
Jelinek savaş sonrasının arızalı bireylerini anlatmak, onları toplumun arızalarıyla ilişkilendirmek konusunda kuşkusuz en başarılı isimlerden birisi. 50 yılı aşan yazarlık kariyerinde sosyalist feminist bir bakış açısıyla, müstehcen, rahatsız edici ve alaycı metinleriyle topluma meydan okumayı sürdürdü. Elbette 80’lerden sonra yükselişe geçen Avusturya sağının, ‘şanlı’ Nazi geçmişlerine sahip çıkan- milliyetçi muhafazakar kesimlerin büyük tepkisini de çekti. Ancak bu tepkiler Jelinek’i geriletmeyecek, tersine kadın sorununa, kapitalizmin yarattığı tahribata ve Nazi geçmişine protestosunu giderek yükseltecekti.
Jelinek’in bu tavrı edebi eserlerin ancak direnirlerse hayatta kalabileceğine inancından kaynaklanır. Herhangi bir direniş göstermediğinde, “kendisini okşayanların ellerinin altında utanmadan yuvarlandığında”, işte o zaman dil etkisini ve asıl gücünü kaybedecektir. Jelinek, çarkları ihtimamla yağlanmış ‘kültür makinesine’ sürüklenmekten, övgülerin cazibesine kapılmaktan, sonuçta yazar kimliğine ihanet etmekten korktuğu için direnişini diliyle ve yazdıklarıyla inatla sürdürmüştür.
‘Dışarıda Kalanlar’da savaş sonrası gençliğin durumunu anlatmış – onların yetiştiği ekonomik, politik, ideolojik ve kültürel ortamla birlikte… Arzuları bastırılmış gençleri sarmalayan öfke ve şiddetin arkasında yoksulluk ve yoksunluk, sınıfsal eşitsizlik, metalaşmış cinsellik, erkek egemenliği, ölü geçmişin mirası ve kuşaklar arası çatışma var. Nazi gençliği ile bu gençleri birleştiren payda nihilizm ve onun yarattığı şiddettir.
Nazi geçmişinin hafızası, o hafızanın günümüz Avusturya’sına düşen yansımaları ‘Dışarıda Kalanlar’da acımasız bir gözlemcilikle ortaya konuluyor. Savaş öncesindeki ekonomik krizden söz ederken “perdenin ipleri spekülasyonun, silah ticaretinin, maaş ve fiyat manipülasyonunun, enflasyonun, ırkçılığın ve savaş çığırtkanlığının elindeydi. Pek çok kişiye ne yaşanabilir bir yurt ne de muhafaza hakkı tanıyan Yurt Muhafızları’nın dudaklarının kenarından ve iki kulağından uzanan, kandan bir ip. Tarih bu ipten dokundu, Avusturya kayzerlerinin ve Macaristan krallarının pelerinlerinin altın yaldızlı ipinden değil” diyen Jelinek, işte o ipin ucunu çekerek geçmişle bugünü birbirine bağlıyor.
Romanı her şeyi bilen üçüncü tekil şahıs bakış açısından izliyoruz ama tekniği biraz farklı kullanmış Jelinek. Anlatıcı hangi karaktere odaklanmışsa o karakterin zihninden bakıyor dünyaya. Anlattığı olaylara, olayların şiddetine, ortaya çıkan trajik ya da komik durumlara mesafeli, hatta katı ve soğuk.
Böyle bir üslup romana bir belgesel havası katıyor. Buna karşılık tasvir ettiği kişilikleri çözümlemekte çok başarılı. Ve bu kişiliklerin “içerikten yoksun boş kabuklardan başka bir şey olmadıklarını alaycı bir üslupla gösteriyor”. Onların varlıkları “gazetelerden, televizyonlardan, reklamlardan, siyasi ideolojilerden, belki de fikir tarihinin bir parçasından başka bir şey” değildir.
Nobel Komitesi ödülün Elfriede Jelinek’e verilme nedenini “roman ve oyunlarında yer verdiği seslerin akışındaki müzikalite ile toplumsal klişelerin baskıcı gücünün anlamsızlığını ortaya koymaktaki dil bilimsel gayreti” cümlesiyle özetlemişti.
Gerçekten de romana gücünü veren Jelinek’in dili. “Müzikalite” sözcüğü pastoral düşünceler uyandırmasın. Jelinek’in bu olağanüstü senfonisinde bireyin bastırılmış çığlığı, kırbacın şaklaması, bıçağın teni keserken çıkardığı hışırtı, çiftleşmenin hayvani homurtuları duyuluyor. Viyana toplumunun, aslında genel olarak toplumsal yapının yarattığı cehennemin müziği bu.