Yerli dizide geçmişle, yabancıda düşmanla savaş var
Yönetmen Denis Villeneuve'ün filmlerle varlığını yeniden hatırladığı ‘Dune' evreni artık dizi olarak karşımızda. Merakla beklenen 'Dune: Prophecy’ BluTV'de yayına girdi. Şimdi ekran karşısına geçip bu evrenin içinde kaybolma zamanı!
Vaziyet alın, beklenen an geldi! Son dönemlerin en popüler işlerinden ‘Dune’ evreninin HBO dizisi yalnızca ülkemizde değil, dünyada da merakla bekleniyordu. Neyse ki BluTV hasretimizi giderdi, ‘Dune: Prophecy’ (Dune: Kehanet) ilk bölümüyle karşımızda.
Frank Herbert’in aynı adlı romanlarından uyarlanan Denis Villeneuve imzalı ‘Dune’ filmleri bu dizinin çıkış (daha doğrusu geriye dönüş) noktası. Şöyle ki dizide, ‘Dune’ evreninde önemli bir yer tutan Bene Gesserit tarikatının kökenine iniyoruz, bunun için de ana karakter Paul Atreides’in doğumundan 10 bin yıl öncesine dönüyoruz. Yani bizleri Timothée Chalamet ve Zendaya’sız bir ‘Dune’ bekliyor. Unutmadan, diziyi izlemek için diğer ‘Dune’ filmlerini izlemeniz gerekmiyor.
‘Dune: Prophecy’nin ana karakterleri bu kez Harkonnen Hanedanı’ndan kız kardeşler Valya ve Tula (Emily Watson, Olivia Williams). Dizi bize, düşünen makineler ve insanlar arasındaki savaşla, savaşın Atreides ailesi sayesinde kazanıldığıyla, Harkonnenlerin ise savaştan kaçan aile olarak uzun süre dışlanmasıyla ilgili bilgiler vererek başlıyor. Buradan da Harkonnenlerin büyük kızı Valya’nın, ailesinin makus kaderini değiştirmek için ant içmesine geçiyoruz. Valya ve Tula kendilerini özel güçleri olan rahibelerden oluşan Bene Gesserit adlı bir tarikata adıyorlar. Bir süre sonra Başrahibe ölüyor, ölüm döşeğindeyken tarikatı yaklaşan tehlikeden koruması için Valya’yı görevlendiriyor.
Bu kadim tarikatın asıl amacı, imparatorlara ve liderlere rehberlik etmek. Başka bir açıdan bakarsak bu hanedanların politikalarını çaktırmadan yönlendirmek, güç akışını şekillendirmek. Gelin görün ki Başrahibe, liderlerin ruhunun zamanla kirlendiğini keşfediyor ve insan doğasını kontrol ederek daha ‘düzgün’ liderler yaratmanın yollarını arıyor. Özetle bu tarikat, uzun vadeli bir sosyal mühendislik projesi diyebiliriz.
Bakış açısına göre galaksiyi ve insanlığı koruyan ileri görüşlü bir grup olarak da görülebilirler, bireysel özgürlükleri ve ahlaki değerleri hiçe sayan otoriter bir güç olarak da. Zaten tarikat kendi içinde hizipleşmemek için zor duruyor desek yeri: Tanrıyı oynamanın yanlış olduğunu savunanlar ile Başrahibe’nin ve Valya’nın da dâhil olduğu yenilikçiler arasında ideolojik çatışma söz konusu. Fakat bu durum tarikata zarar veremeden, Başrahibe’nin ölümünün ardından Valya harekete geçiyor.
30 yıl sonrasına atladığımızdaysa Valya’yı ve Tula’yı orta yaşlarında görüyoruz. Küçük kardeş Tula eğitmenlerden biri olmuş, bir yandan ablasının liderliğine destek veriyor diğer yandan onun gölgesi altındaki benliğini keşfetmeye çalışıyor. Artık Başrahibe olan Valya’ysa önceki Başrahibe’nin vasiyetini yerine getirmek için vites artırıyor. Valya’nın siyasi mücadeleye girmesiyle dizi, kadınların galaksideki yerini de sorguluyor.
İlk bölümde Bene Gesserit’in doğuş sürecini izlediğimizden tarikat henüz insanlığı manipüle eden bir grup sayılmaz. Daha ziyade hayatta kalma ve güç kazanma mücadelesi veren kadınların hikâyesi olarak başlıyor. Ancak yine de manipülasyon, genetik müdahaleler, strateji, düzeni sağlamak için ne kadar ileri gidilebileceği gibi konuları irdeliyoruz. Anna Foerster imzalı ‘Dune Prophecy’ ilk bölümüyle BluTV ekranlarında yayınlanmaya başladı, diğer bölümler peyderpey yüklenecek.
‘The Office’, ‘Parks and Recreation’, ‘Brooklyn Nine-Nine’, ‘The Good Place’ dizilerinin tadı damağında kalanlar burada mı? Müjdeler olsun ki bu dizilerin yaratıcılarından Michael Schur bir komedi dizisiyle daha döndü: ‘A Man on the Inside’. Michael Schur, ‘The Good Place’teki adaşı Michael’ı, yani Ted Danson’ı da kapıp gelmiş üstelik. Ted Danson bu kez emekli profesör Charles karakterine hayat verecek. Daha doğrusu şu monoton günlerde biz izleyicilere hayat verecek!
Tesadüfe bakın ki, Charles da monotonluktan bıkmış, çok da iyi olmuş zira maceramız bu can sıkıntısıyla başlıyor. Emeklilik psikolojisi Charles’ı da vuruyor ve Charles, hayatının bu yeni sayfasına anlam katmak için bir gün bir özel dedektifin verdiği ‘araştırma asistanı’ ilanına başvuruyor. Ardından kendini San Francisco’daki bir huzurevinde buluyor ama hayatının geri kalanını geçirmek için değil, gizli bir görev icabı! Charles burada kaybolan bir aile yadigârının peşine düşmekle görevlendiriliyor, ancak bu süreçte yeni arkadaşlıklar kuruyor ve kendini keşfe çıkıyor. Bize de Ted Danson’ı doyasıyla izlemek düşüyor.
Dizinin senaryosu, Maite Alberdi’nin 2020 yapımı ve Oscar adayı belgeseli ‘The Mole Agent’tan (El Agente Topo) esinlenerek oluşturulmuş. Haliyle dizi yaşlanmaya ve yaşlı bakımına dair düşüncelere sevk ediyor bizleri. Normalde depresif sayılabilecek bir konu Michael Schur sayesinde mizahi bir yön kazanıyor. Netflix’te yayınlanan bir başka huzurevinde suç temalı komedi dizisi ‘The Green Glove Gang’i (Yeşil Eldivenler Çetesi) daha önce tanıtmıştık, vesileyle hatırlatmış olalım.
Söz konusu belgesel ‘The Mole Agent’ın uyarlaması olan dizimizin ana ekseni partner kaybı ve emeklilik sonrası hayatın getirdiği değişimler, yaşlanmak, yeni başlangıçlar ve kendini bulma temaları. Yani hem güldüren hem düşündüren dediklerinden. (Ki bunun en başarılı örneklerinden biri, yine Schur imzalı ‘The Good Place’tir.) Dizide Ted Danson’a huzurevi yöneticisi olarak ‘Brooklyn Nine-Nine’ın Rosa’sı Stephanie Beatriz eşlik ediyor ve seyir zevkimiz ikiye katlanıyor. Charles’ın kızını Mary Elizabeth Ellis, işverenini ise Lilah Richcreek Estrada canlandırıyor.
Komedi dizisi arıyorsanız ‘A Man on the Inside’ı listenize alın, duygusal yanı da olsun diyorsanız zaten hiç durmayın. ‘A Man on the Inside’ kaçırmamanız gereken bir iş olarak Netflix’te sizleri bekliyor.
İçinizi pamuk gibi yumuşatmaya geldik. Sırada hafta sonu ailecek izleyebileceğiniz, hem duygusal hem umut dolu bir Disney+ filmi var: ‘İçimdeki Müzik’. Sharon M. Draper’ın aynı adlı romanından uyarlanan film 2024 Sundance Film Festivali’nde gösterildikten sonra nihayet bizlerle de buluştu. Amber Sealey’nin yönettiği ve Daniel Stiepleman’ın senaryolaştırdığı film bizi müthiş bir karakterle, Melody Brooks’la tanıştırıyor.
Melody Brooks (Phoebe-Rae Taylor) serebral palsi nedeniyle tekerli sandalyeyle yaşayan ve konuşamayan bir kızdır. Melody kendisine özenle bakan bir aileye sahiptir, ancak bu düzenleri Melody’nin yeni okuluyla biraz sarsılır. Melody burada kaynaştırma öğrencisi olarak, yani özel eğitim alması gerekmeyen öğrencilerle okuyacaktır, zira bu hem onun gelişimine hem diğer öğrencilerin empati yetisine katkıda bulunacaktır.
Zaten bir okulda yeni öğrenci olmak başlı başına kaygı nedeni ve akran zorbalığına davetken, Melody bir de özel durumuyla sınanır. Ancak zekâsıyla, fotografik hafızasıyla ve bilgi birikimiyle öne çıkmasına kimse engel olamaz. Melody iyimserliğini ve kaynaşma isteğini de bir an olsun bırakmaz. Ailesinin maddi manevi desteğiyle her gün ‘konuşmanın’ farklı yollarını öğrenen Melody kendisiyle birlikte çevresindekileri de dönüştürür, geliştirir. Yani ‘İçimdeki Müzik’in temaları empati ve cesaret diyebiliriz.
Serebral palsi ve diğer özel durumlarla ilgili önyargılar konusunda farkındalık oluşturan filmin samimiyetini, Melody’yi oynayan oyuncunun Phoebe-Rae Taylor olmasından da anlayabiliriz. Kendisi de serebral palsiyle ve tekerlekli sandalyeyle yaşayan Phoebe-Rae Taylor, ilk filmi olmasına rağmen karakterin duygularını yansıtmakta oldukça başarılı. Bu filmdeki oyuncu seçimi, cast ekiplerinin kapsayıcılığının artmasına yönelik emsal teşkil eder umuyoruz ki.
Filmdeki karakterler Melody’yi sınırlı miktarda anlayabilse de izleyicinin onun duygularına ve düşüncelerine tam erişim hakkı var. Sık sık Melody’nin iç sesini duymamız, filmin gerçekten ona olmasını sağlıyor. Konu dram gibi görünse de Melody’nin iç sesleri sayesinde mizahtan da nasibinizi alıyoruz ve dram yerini hafifliğe, umuda, hayata bırakıyor. Melody’nin monologlarını ise Jennifer Aniston seslendiriyor.
‘İçimdeki Müzik’ yer yer buruk, ama hep umut dolu ve cesaret aşılayan anlatısıyla hafta sonunu tatlı bir duygusallık içinde geçirmek isteyenler için bire bir.
Sırada 29 Kasım Kara Cuma (veya efsane, şahane, ne diyorsanız) gelmeden izlemeniz gereken bir belgesel var. Bir rivayete göre bunu izleyenler ek indirim kazanıyormuş! Belgeselleriyle de ünlü Netflix bu hafta ‘Hemen Alın: Tüketim Tuzağı’ (Buy Now: The Shopping Conspiracy) adlı yapımla karşımızda. Anlaşıldığı gibi belgeselin ana çerçevesi tüketim eleştirisi. Bu çerçevenin içine bireylerin tüketim alışkanlıkları ve bu alışkanlıkların yarattığı çevre sorunları, ama en önemlisi bu alışkanlıkları teşvik eden dev yapıların ifşası sığdırılıyor. Belgesel farklı veya yeni bir şey söylemese de oradan buradan duyduklarımızı pek güzel derleyip toparlamış, kafa karışıklığını gidermiş.
Belgeselin, sorunu tüketiciden ziyade kâr odaklı sistemlerde ve büyük şirketlerde arayan bir dili var. ‘Hemen Alın’, zaten var olan tüketim alışkanlığımızın ‘rahat ve kolay erişim’ kılıfıyla nasıl sömürüldüğünü gözler önüne seriyor. Bunu da alanında uzman kişilerin röportajlarıyla gerçekleştiriyor. Aralarında geri dönüştürülen ürünlerin akıbetini takip eden aktivistlerden tutun dev şirketlerin eski çalışanları da var. Dolayısıyla bilgiler hem içeriden hem dışarıdan.
Belgeselde Amazon, Apple, Shein gibi şirketler öne çıksa da amaç marka karalamak değil. İsimler değişiyor, ancak yöntem baki. E-ticaret şirketleri tüketicileri satın almaya nasıl teşvik ediyor, teknoloji şirketleri ‘planlı eskitme’ politikalarıyla cihazlarımızı nasıl sık sık değiştirmemizi sağlıyor, hızlı moda devleri giysilerden nasıl kocaman atık dağları yaratıyor, aslında bunlar ifşa ediliyor. Ufak bir not: Öne çıkan şirketlerden birinin Amazon olması ve Amazon’un dijital platform Prime’ın da sahibi olması, belgeselin yayınlandığı mecra olan Netflix’i biraz şüpheli konuma sokuyor. Netflix’in kendini sorguladığı bir yapım da bekleriz.
‘Hemen Alın’ aslında bir farkındalık çağrısı. Bizi, tüketimin kendi bütçemizden çok daha fazlasına zarar verdiğini fark etmeye yönlendiriyor. Ve sorgulatıyor, bilinçli tüketim neydi? İçerik ve etiket okuma alışkanlığı ne tükettiğimizi fark etmemiz için büyük bir adım. Yanı sıra, firmaların hayvanlar üzerinde test yapıp yapmadığı, bir skandalda adının geçip geçmediği, işçilerine nasıl davrandığı, siyasi konulardaki tutumu gibi konular tüketicinin kararını etkiliyor, etkilemeli de. Ancak bilinçli tüketimin ‘geri dönüşüm’ ve ‘çevre dostu ürün’ ayağı, belgesele göre göz boyama.
ABD’den Çin’e, Avrupa’dan Güneydoğu Asya’ya kadar tüketim zincirinin halkalarını kapsayan belgesel, aldığımız ürünün kelebek etkisini hatırlatıyor bizlere. Bizim atığımızın az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelere gönderildiğini vurguluyor. Evimizdeki çöp kovasını başka bir ülke olarak hayal etmemiz gerektiğini söylüyor aslında. Belgesel suçu izleyiciye yüklemiyor dedik, ama bu tür sistem eleştirileri bireyi çaresizliğe itiyor ve yapılacak bir şey olmadığı için istediğimiz gibi tüketebileceğimiz izlenimini de veriyor. O kadar kolay sıyrılmak yok! Belgesel soruyor: “Biz bireyler bu sistemin neresindeyiz ve bunu değiştirmek için ne yapabiliriz?” Bu noktada, bilinçli tüketimden ziyade minimum tüketim mantığını oturtmayı hedefliyor. Tüketim çılgınlığına kapılmayarak, tüketeceksek plastik gibi atıkların en az olduğu ürüne yönelmek ve çok daha fazlası belgeselde öneriliyor.
Eğer tüketim alışkanlıklarımızın perde arkasını ve bunun küresel etkilerini merak ediyorsanız Netflix’in ‘Hemen Alın: Tüketim Tuzağı’ belgeseli size verimli bir hafta sonu vadediyor. Şimdi açtığınız o e-ticaret sitesinin sekmesini yavaşça kapatınız!