Uğur Vardan derbiyi yazdı: Englishman in Kadıköy!
Yönetmen Fatih Akın dokuz yıl sonra geldiği İstanbul'da Uğur Vardan'la buluştu ve ikili Akın'ın çok sevdiği Büyük Londra Oteli'nde koyu bir sohbete tutuştu. Akın 'Sezen Aksu’yla ilgili mutlaka bir şey yapmak gerek. Türkiye'yi anlatır' diyor.
Fatih Akın yaklaşık dokuz yıl sonra İstanbul’a geldi. Ben de en son 2014’te konuştuğum yönetmenle tekrar bir araya gelip yeni projeleri, İstanbul’un onda bıraktığı izleri, Martin Scorsese’nin ‘Ren Altını’ndaki Uğur Yücel performansına ilişkin görüşleri gibi geniş bir yelpazede konuşmak istedim.
– Seninle en son Aralık 2014’te ‘Kesik’ filmin vesilesiyle söyleşi yapmıştık. Ve o tarihten sonra ilk kez yeniden İstanbul’a geliyorsun. Bu kez neler gözledin?
– Geldiğim akşam dışarı çıktım. Gündüz Bebek’e indim, sonra tekrar buraya (Beyoğlu) geldik, bizimkilere dedim ki: “Benim eski mahallemi görmem lazım, bir de fazla yemek yedik, bir dolanalım, gelir misiniz?” “Yok, sen dolaş” dediler. Çıktım, dolaştım biraz. Fazla değil yani, 45 dakika falan. Buradan Asmalımescit’e dönüp Tünel’e, oradan Çiçek Pasajı’na, o kadar sadece.
– Nasıl buldun peki?
– Valla herkes bana dedi ki “İstanbul çok değişti, eski tadı yok.” Ben de şey zannettim, çok çok değişmiş. Şöyle bir durumdan bahsedeyim; bir sürü insan var şimdi Türkiye’den gelip Almanya’da yaşayan. Her yerde İstanbul Türkçesini duyarız. Hamburg’da benim mahallemde de… Çünkü yaklaşık 250 bin insan geldi; doktorlar, akademisyenler, ‘beyaz yakalılar’ yani. Yeni ve farklı bir kuşak… Ve çok ilginç, şu anda onlar hakkında bir şey yazıyorum. Şimdi onlar böyle deyince, “Burada her şey bitmiş” falan. Baktım, evet mesela müzikler biraz ticarileşmiş ama bu türden şeyler her yerde böyle. 20 sene önce ‘İstanbul Hatırası’nı çektiğimde o sokaklar benim ortağımdı, şimdi de ortağım gibi geldi. Ne kadar karanlık olsa, tehlikeli olsa bile o sokaklar bana güven veriyordu, “Merak etme, biz sana bakarız” diyordu. Bu gelişimde kısık sesli olsa da ben o sesleri yine duydum.
– Ama sonuçta bahsettiğin yer Beyoğlu ve çevresi. Mesela ‘İstanbul Hatırası’nın galasının yapıldığı Emek Sineması yok artık. Neyse, buradan şu soruya geçeyim: ‘Duvara Karşı’nın kimi sahneleri ‘Büyük Londra Oteli’nde çekildi, keza ‘İstanbul Hatırası’nda da Alexander burada kalıyor ve şehre otelin pencerelerinden bakıyordu. Sen de burada kalıyorsun. Nedir buranın sendeki özel yeri?
-Öcüler var diye duydum ben. Onları Birol da (Ünel) duydu. Bir gece beraber uyudum onlarla. “Sen de duydun mu lan?” diye sormuştum, “Evet” demişti. Mavra bir tarafa, burası gerçekten bir film seti gibi. Oteldekiler de istediğin zaman seni rahat bırakıyor, özetle bu ortamı seviyorum.
– 2005 tarihli ‘İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek’ tekrar, MUBI’de gösterimde. Hem eski hem yeni kuşaktan seyircilerle buluşuyor. Film müzikal bir yolculuk olduğu kadar kentin kültürel dokusuna ilişkin de bir çalışmaydı. Vakti zamanında hangi reflekslerle bu filmi çekmeye karar vermiştin?
– Gençtim, mesleki açıdan yolun başlarındaydım. Henüz dört filmim vardı. ‘Duvara Karşı’yı çektiğimde 29 yaşındaydım, şimdi 50’yim. Tabii çok gençsin o zamanlar. Ve kişisel konularla uğraşıyorsun. O müzikler, hele ki İstanbul ilgimi çekiyor ve sanki kişiselliğimi ifade ediyor ya da içimde ne varsa, burada, sokaklarda, müziklerde buluyordum kendimi. Bir ayna gibiydiler. Beni besliyorlardı. Kişisel bir ifadeydi yani. Mesela ‘Sezen Aksu Söylüyor 89’ albümü. O benim için ilk Türk albümüydü. Daha önce Türk müziği bana ait bir şey değildi; anneme, babama aitti. Ondan sonra baktım ki anlamasam bile o sözleri falan yine de bir şeyler damarıma dokunuyor.
– Filmde Müzeyyen Senar da vardı, o müzikler de mi senin için yeniydi?
– O farklı canım. Çok eskiden, 70’lerde, ben o zaman 3-4 yaşındayım, annem evi temizlerken Türk müzikleri dinliyordu. Dinlediği şeyler Müzeyyen Senar, Emel Sayın gibi sanatçılardı, o yüzden onları biliyordum, onlar bana yabancı değildi. O yaşlarda Almanya’daki bir evde, böyle pamuk gibi rüyaydı bütün bunlar ve o müzikler de bu rüyanın parçasıydı.
– Yani eskiler, yeni keşfettiklerin; bir tür harmandı bu film.
– ‘İstanbul Hatırası’nı ‘Duvara Karşı’sız düşünemezsin. ‘Duvara Karşı’nın bir konsepti şuydu: Batı müziğiyle arabesk müziğin bir tür bağlantısı, karışımı. Bu bir tür özel bir damar, ‘Duvara Karşı’ böyle bir damarın da ifadesiydi. Film için bir sürü müziği araştırdım, takip ettim, buldum ama hepsi ‘Duvara Karşı’ya sığmadı. Yani o filmi yaparken keşfettiğim ama dışarıda kalan o kadar çok müzik vardı ki… Ayrıca ‘Duvara Karşı’nın başarısından sonra hemen bir film daha yapmalıydım çünkü yapımcısıydım. Parasız kalmıştım. Bir film lazımdı, o zaman elde bir sürü malzeme varken bir belgesel çekeyim dedim, kişisel yanlarımın ifadesi de olsun. Özetle, böyle ortaya çıktı ‘İstanbul Hatırası’.
– Filmi söyleşiye gelmeden önce tekrar izledim, hem kameranın gezindiği mekânlar itibariyle mimari açıdan değişen bir şehri gördüm, hem de artık bu kentin farklılaşan müzikal haritasının eski parçalarını buldum. Bir de belgesele görüş bildirenlerden Müzeyyen Senar, Erkin Koray, Selim Sesler, Hasan Saltık, Mehmet Uluğ gibi isimler artık yoklar. Bütün bunlar beni hüzünlendirdi. Sen yeniden izlediğinde ne tür duygular hissettin?
– Ben filmi restore ederken izledim, önce biraz korktum beni de hüzünlendirecek, melankolik hissedeceğim, nostaljik bir hal almış olabilir diye. Yakınlarda gösterime giren ‘Ters Yüz 2’de hani ‘nostalji’yi temsil eden bir teyze çıkıyor da ona “Geri git teyze, senin vaktin gelmedi” diyorlar ya, ben de henüz nostaljik olmadığımı düşünüyorum. İzlerken de durumun henüz böyle olmadığını düşündüm. Ben aslında başlarda Metin Erksan, Lütfi Akad filmleri restore ettirmiştim.
– ‘Ben de mi o çağa geldim’ hissi mi korkuttu seni?
– Evet, biraz öyle düşündüm. Restore edildikten sonraki halini ilk kez Suudi Arabistan’da seyirciyle birlikte izledim ama çok ilginç, hiç nostaljik falan gelmedi, aksine çok modern geldi. Bir yandan da çok hızlı geldi; enerjisi yüksek, müzikler bayatlamamış, halen dinleniyor falan ve modernliği var.
– Filmin bir yerinde anlatıcı konumundaki müzisyen Alexander Hacke diyor ki: “İstanbul bir rock kenti. Grupların Batı müziği cover’larını çaldığı pek çok kulüp var.” Ama artık böyle bir manzara yok. Şehrin şimdiki müzikal kimliğine yeniden göz atmak, yeni bir belgesel çekmek ister miydin?
– Bu biraz tekrar olurdu. Bir de benim yapmak istediğim birtakım belgeseller var ama onların kayda değer olması için meseleye hâkim olmam, haklarında uzun, sağlam araştırmalar yapmak gerek. Hâkim olduğum asıl alan ise müzik ve sinema. Dolayısıyla bu meselelerde gezinen işlere imza atmam lazım. Son olarak şöyle bir fikir geldi aklıma; Sezen Aksu’yla ilgili mutlaka bir şey yapmak gerek. O çok çok özel bir sanatçı. Böyle bir proje düşündüm.
– Valla çok iyi olur. Ki bu söyleşinin manşeti bile buradan çıkar…
– Evet, bu film öyle bir yerlere gider ki Türkiye’yi de anlatır, Türkiye’nin de hikâyesi olur.
– Cem Kaya adlı Almanya’da doğup büyümüş genç bir yönetmenin çektiği ‘Aşk, Mark ve Ölüm’ adeta ‘İstanbul Hatırası’nın gurbetteki uzantısı gibiydi. Almanya’daki Türklerin müziğe tutunuşunu sosyolojik bir bakışla aktarıyordu. İzledin mi bu filmi?
– Evet. Cem Kaya’nın kendine özgü bir tarzı var ve o filmini çok seviyorum, bir başyapıt olarak görüyorum. Cem bir belgeselci, ben sonradan belgesel yapmaya başladım. Berlin’de yaşıyor, daha önce de Yeşilçam’la ilgili bir film yapmıştı, o da olağanüstüydü.
– Buradan futbola geçelim. Bu yaz Almanya’da Türk Milli Takımı’nın da bulunduğu bir şampiyona düzenlendi. Sen turnuvayı nasıl bir hissiyatla izledin?
– Sonuçta Türkiye kazandığında tabii ki seviniyor, yenilirlerse de üzülüyorum, bu gayet normal bir şey. Almanya-Türkiye oynarsa da ben hep altta görüneni, zayıfı tutuyorum, favoriyi değil. Ama bu sadece futbolda değil, her şeyde, mesela boksta da diğer sporlarda da.
– Valla bizim maçlardaki görüntü de farklı, Gürcistan mücadelesi mesela genel olarak resital gibiydi, sonra Portekiz karşısında o golü yemek, hiç akıl alır gibi değil.
– Evet, inişler çıkışlar çok, demek istediğim de bu; her maç çekici, zevkli. Her şeyiyle aksiyon filmi tadındalar.
– Bu arada şehrinin ve Alman futbolunun ruhu farklı takımı St. Pauli Bundesliga’ya yükseldi. Maçlarına gidiyor musun?
– Yükselmeleri çok güzel oldu. Maçlara gitmiyorum, çoğunlukla evden seyrediyorum. St. Pauli’nin maçları ise açık kanaldan verilmiyor, radyodan dinliyordum.
– Mazlumun yanındasın…
– Evet, her zaman favorinin karşısındayım. Mesela ikinci turda herkesin favorisi Avusturya’ydı, ama bizimkiler kazandı. Bu arada o maçta gösterim vardı, sonra partiye gittim. Bana “Avusturya rahat kazanır” demişlerdi, ekranda maçı gördüm, dakika 88, Türkiye 2-1 önde. Ama Mert Günok’un o muhteşem kurtarışını görmüş oldum, yani maçın en iyi kısmını seyrettim…
– Çevrendekilerin yaklaşımı nasıl?
– Çevremde de aynı… Alman arkadaşlarım Türkiye’yi tutuyor. Ama Türkler her şeyi o kadar dramatik yapıyor ki. Mesela diğer maçlara bakarsan o kadar dramatik değil ama bizimkilerin hemen her maçı dramatik. Heyecan dozajı yüksek. Opera gibi adeta, Almanların maçlarına bakın mesela, tık tık aynı ritimde ilerleyen, aksiyonu az maçlar.
– Artık yönetmenler platformlara iş yapıyor, dizi çekiyor. Sende durum ne, IMDB’de Marlene Dietrich’in hayatını anlatacağın bir dizi görünüyor.
– Yok ya, o proje olmadı. Finanse edemedik. Ben zaten sinema adamıyım, bunu nerede anladım biliyor musun, ‘Ren Altını’nı Almanya’da 1 milyon 100 bin kişi izledi. Başlarda “Kimse izlemez, iş yapmaz” deniyordu. Bir de seyirci profilim gençlerden oluşuyordu. Bu da 50’lerinde bir yönetmen için çok iyi bir şey, demek ki gençliği yakalıyorsun, onlara sesleniyorsun ve sana da gençlik hissi veriyor…
– Gelelim son filmine… Instagram’da görüntü paylaşıyorsun, orada fark ettim. Bilgi verir misin?
– Filmin ismi ‘Amrum’. Bir çocukla annesi arasındaki toksik ilişkiyi anlatıyor. Anne oğlunu, oğlu da annesini çok seviyor. Ama anne Nazi… Yıl 1945, İkinci Dünya Savaşı’nın son haftası, Hitler ölmüş ve anne depresyona giriyor. Öykü bir adada geçiyor ve çocuk annesini mutlu etmek için bir parça ekmek bulmaya çalışıyor.
– Ne zaman vizyona girer?
– Seneye… Bu benim hikâyem değil; çok sevdiğim bir hocam var, Hark Bohm adında. Oyuncu, yönetmen, senarist… Hatırlarsın, Ayşe Romey’in başrolünde oynadığı ‘Yasemin’ diye bir filmi vardı, 1988 yapımı. Kendisi üniversitede hocamdı. ‘Altın Eldiven’de de barda oturan sakinlerden birini canlandırmıştı. ‘Paramparça’yı da birlikte yazmıştık. Hikâye onun, kendi çocukluğundan. Annesi, babası Naziymiş. Kendi çekecekti ama artık bir hayli yaşlandı, yoruldu. Hastalıklar başladı, ben “Sen başla, ben de yardımcı olurum” demiştim, o da “Artık ben film çekemem, sen çek” deyince “Naziler maziler, ben nasıl çekeyim” dedim ama sonuçta onu kıramadım ve başladım.
– Kadroda Diane Kruger da var. Anneyi mi canlandırıyor? Bu arada Sibel Kekilli ve Nurgül Yeşilçay’dan sonra Diane ile çalışıyorsun artık.
– Valla Diane ile çalışmak çok güzel. Hem iyi bir oyuncu hem de beni çok seviyor. “En iyi performansımı seninle veriyorum” diyor. Son filmde anneyi oynamadı, başka bir karakteri canlandırdı.
– Son zamanlarda etkilendiğin filmler var mı?
– Ben ‘A Prophet’le (Yeraltı Peygamberi) tanınan Jacques Audiard’ın filmlerini çok seviyorum. Tunuslu Kaouther Ben Hania’nın ‘Dört Kız Kardeş’ini beğendim. ‘Midsommar’, ‘The Lighthouse’ gibi filmleri, ‘Yakın’ı (Close), Sessiz Kız’ı da (The Quiet Girl) beğendim diyebilirim.
– Türk sinemasından?
– Türk filmlerini çok takip edemiyorum maalesef. En son izlediğim Türk filmi Nuri’nin ‘Kuru Otlar Üstüne’siydi.
– Özcan Alper’le Emin Alper’inkiler?
– Onları daha seyretmedim.
– Wim Wenders’in ‘Mükemmel Günler’ine ne diyorsun?
– Çok güzeldi, süper filmdi, beni çok etkiledi, ama zaten Japonya’dan gelenlerin hepsi güzel oluyor…
– Bu yıl Oscar’larda Japonya’yı ‘Mükemmel Günler’le bir Alman, Wim Wenders temsil etti. Keza Almanya’yı da bir Türk yönetmenin, İlker Çatak’ın ‘Öğretmenler Odası’ temsil etti. Bu durumda bizi de Japon bir yönetmen mi temsil etseydi? Şaka yapıyorum elbet ama bu çokkültürlü dünyayı sana sorsam bu türden temsiliyetlere ne diyorsun?
– Valla yaşadığımız dünya böyle işte. Bu durum da çok güzel bence; kültürlerarası geçiş, farklılıklar, renklilikler… Ben bütün bu durumlardan memnunum.
‘Oyun karakteri oldum’
– Ben konuya hâkim değilim ama eklerimizin haber koordinatörü Fırat Karadeniz’in ilettiği bir soru var; galiba ‘Death Stranding 2’de oyun karakteri olmuşsun. Bu konuyu açıklar mısın, nasıl oldu, kimin fikriydi, oyunlara meraklı mısın?
– Şöyle, o oyunun yaratıcısı Hideo Kojima sinefil biri, benim sinemamı, filmlerimi biliyormuş. ‘Paramparça’nın galası vesilesiyle Japonya’ya gittiğimde orada Barış Manço gibi bir seyirci kitlem olduğunu fark ettim. Kojima da galaya gelmişti. Yanımda aktör Denis Moschitto vardı, o dedi ki: “Bu Kojima çok önemli bir kişi.” Oğluma sordum, çünkü o bu oyunları oynuyor, her şeyi biliyor. “Tabii baba” dedi, “Çok ünlüdür.” O dünyanın Elvis’i gibi biriymiş. Filmden sonra buluştuk, yemek yedik. Sonra Almanya’ya geldi, bana dediler ki: “Onunla canlı yayın yapar mısın?” Onların platformu game.com’da olacaktı bütün bunlar. Kabul ettim, oğlumla söyleşi için çalıştım, felsefi sorular hazırladım ve yaptım. 20 milyon kişi izledi. Söyleşiyi Kojima da beğendi, ‘Altın Eldiven’ için Japonya’ya gittiğimde “Seni oyunda karakter yapmayı düşünüyorum, ister misin” dedi. “İsterim, ne yapmam lazım” dedim. “Sadece geleceksin, seni çekeceğim, o kadar.” Gittim, 360 derece kameralar falan, çekti. Oyunda ölüyorum ve ruhum bir kuklanın içine giriyor.
– Gelelim Fatih Akın’ın şimdiki zamanlarına… Son iki filmin ‘Altın Eldiven’ ve ‘Ren Altını’na bakarsak sanki Almanya’nın suç haritalarında dolaşıyormuşsun gibi. Bu konuda neler söylersin?
– İlkinden başlayayım; ben hep (Charles) Bukowski’yi çekmek istedim. Hayatını perdeye taşıyayım diyordum. Çünkü onun dünyasını, anlattıklarını, karakterlerini hep sevdim, ilginç buldum. ‘Altın Eldiven’in ana karakteri Fritz Honka adlı seri katil hakkında bir kitap çıkacağının haberini okumuştum, bir hafta sonra kitap çıktı, hemen gidip aldım, iki saatte okudum. Yazarı Heinz Strunk’u da tanıyordum, zamanında bir filminin yapımcısıydım. Hemen kitabın telif haklarını aldım ama “Bunu mutlaka çekmem lazım” diye değil, başka biri almasın diye aldım. Kitabı okurken her cümlesinde Bukowski’yi gördüm adeta.
– Yani ana motivasyonun bu oldu…
– Bir de şunlar vardı; Honka’nın cinayetleri benim mahallemde işlenmiş. Herkes biliyordu. Hatta babam bile anlatıyordu. Filmde hani ceset kötü kokar da Yunan komşu durumu anlar ya, o komşular ‘Soul Kitchen’da oynayan Yunan arkadaşım Adam Bousdoukos’un amcası ve ailesiydi. O da bana bu hikâyeyi anlattıktan sonra dedim ki “Madem her şey benim hayatıma bu kadar yakın, şunu bir çekeyim.”
– Ben çok rahatsız olmadım ama kimileri fazla kanlı buldu, şiddet dozunun yüksek olduğunu yazıp çizenler oldu.
– Biraz ‘korku filmi’ de yapmak istedim aynı zamanda. Ama benim yapmak istediğim korku filmi böyleydi işte. Mesela ‘Henry: Portrait of a Serial Killer’ (Yön: John McNaughton) ve Avusturya yapımı ‘Angst’ (Yön: Gerald Kargl) en sevdiğim korku filmleridir, onların tadında bir film yapmaya çalıştım. Bir de kamerayı nereye koyayım, seyirciyi farklı düşündüreyim, rahatsız edeyim diye kafa patlattım ve ilginç bir yapım olsun istedim.
– Ya ‘Ren Altını’…
– Ana karakter Giwar Hajabi’nin hikâyesini biliyordum. İran’dan kaçması, Kürt olması, babası müzisyen; ilginç bir tipti tabii ki.
– Valla ben o filmde mafya babası ‘Yero’da (ki ona ‘Amca’ diyorlardı) Uğur Yücel’e bayıldım.
– Martin Scorsese de bayılmış. Film ilk kez İtalya’da gösterildi, Bolonya’daki Sinematek’in başındaki Gian Luca Farinelli ‘Ren Altını’nı Scorsese’ye göndermiş. Sonra ben Martin’i Berlinale’de gördüm, bana “Filmi çok beğendim, kim ne derse desin aldırma. En sevdiğim yerleri de Uğur Yücel’in yer aldığı sahneler” dedi.
– Scorsese demişken, başlarda senin sineman onun dünyasından tatlar taşıyor türünden görüşler vardı. Hatta o da sana ‘Kesik’ dönemi bir mektup yazıp desteğini göndermişti. Ben de ‘Ren Altını’ eleştirimde anlattığın dünyayı ‘GoodFellas’a yakın bulduğumu yazmıştım. Bu konuda neler söylersin?
– ‘Sinemasal babam’ gibi bir durumu var. Ama mesele sadece onun filmlerini sevmem değil. Mesela eskiden Cannes’a gittiğimde ilk fark ettiğim şeylerden biri tanıştığım yönetmenlerin, akademisyenlerin hepsinin burjuva kökenli, hali vakti yerinde ailelerden geldiği, çoğunun zengin çocuğu olduğuydu. Bu durum Almanya’da da aynıydı, hatta sinema eleştirmenleri bile bu sınıfa dahildi. Tabii bu durum insanı komplekse sokuyor. Benim annem öğretmen, babam işçiydi rahmetli. Onlarla farklı yerlerden geliyoruz yani. Scorsese de sınıfsal açıdan bana benzerdi; babası terzi, annesi ev kadını. Kendime hep yakın hissettim onu.
Not: Uğur Vardan’ın Fatih Akın’la bu söyleşisi bugünkü Hürriyet Pazar’da yayımlandı.