Haftanın kitabı – Buzlar Çözülünce: Kötülük yanıbaşımızda
Modern Çin'i anlatan yeni nesil yazarlar arasında önemli bir yeri olan yazar Sheng Keyi 'Füg' romanında 1989'daki Tiananmen Meydanı katliamından esinlenerek otoriter rejimlerin bireysel ve toplumsal hayatlarda açtığı yaraların izini sürüyor.
Çinli yazar Sheng Keyi, 1989 yılında ülkesinde gerçekleşen Tiananmen Meydanı katliamından esinlenerek kaleme aldığı ‘Füg’de otoriter rejimlerin bireysel ve toplumsal hayatlarda açtığı yaraların izini sürüyor. Gerçek ile hayalin, özgürlük ile esaretin kesiştiği, fantastik motiflerle süslenmiş, ilginç bir distopik roman.
Sheng Keyi, 1973 yılında Hunan eyaletinde doğdu. 90’lı yıllarda Pekin’e taşınan Kayi, 2003’te ‘Su ve Süt’ romanı ile adım attığı edebiyat kariyerinde ‘Kuzey Kızları’ (2004), ‘Füg’ (2012), ‘Yabani Meyve’ (2014), ‘Metafor’ (2018) ve ‘Rahim’ (2019) dahil olmak üzere 10 roman, bir novella ve birkaç kısa öykü koleksiyonu yayımladı.
Eserleri İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, Rusça ve Japoncanın yanı sıra pek çok dünya diline daha çevrilirken birçok ödüle değer bulundu. Bunlar arasında en önemlileri olarak Çin Halk Edebiyatı Ödülü, Yu Dafu Kurgu Ödülü, Çin Edebiyatı Medya Ödülü, Geleceğin En İyi 20 Romancısı Ödülü sayılabilir. Ayrıca Penguin Books tarafından 2012 yılında yayınlanan Northern Girls, Man Asya Edebiyat Ödülü için uzun listeye alınan Sheng Keyi, yaşamını Beijing’te sürdürüyor.
Romanın başında anti diyebileceğimiz türden bir roman kahramanı ile tanışıyoruz; Yuan Mengliu. 60’lı yıllarda doğmuş, şimdilerde Beijing’te cerrahlık yapan, kadınları elde etmek için her türlü yalana başvurmaktan çekinmeyen, uzun süreli ilişkilere hiç girmeyen bir adam.
Sıcakların bunalttığı bir yaz mevsiminde, onun hatıraları eşliğinde geçmişe, üzerinden yirmi seneden fazla bir zamanın geçtiği ve hafızalara Kule Olayı adıyla kazınan günlere gidiyoruz; Dayang bölgesinin başkenti Beijing’in, Yuvarlak Meydan’ında dokuz katlı bir dışkı yığının görüldüğü haberi üzerine başlayan kargaşa ortamına. Böylesine devasa bir dışkının nereden ve nasıl gelebileceği hakkında yapılan yorumların kafa karışıklığıyla pek çok insan durumu görmek için meydanda toplanıyor. Kalabalıklarla birlikte protestolar da başlıyor elbette. Hükümetin meydanı temizlemesine, “çatlak seslere izin verilmeyeceği” duyurularına rağmen ortalık yatışmıyor.
Bu sıralarda Seçkin Bilgelik Ulusal Gençlik İdaresi’nin edebiyat bölümünde çalışıyor Yuan Mengliu. Ortak ilgilerinin yakınlaştırdığı diğer iki arkadaşı gibi o da yetenekli bir şair. Bu nedenle Üç Silahşörler diyorlar onlara. Şiirle olduğu kadar felsefe ve siyasetle de ilgilenen bu üç arkadaş kısa sürede Kule Olayı etrafında yükselen toplumsal hareketin öncüsü haline geliyor. Şimdi elinde kalan fotoğrafa baktığında o günlerde “yaşamla, özgüvenle, idealizmle dolup taştıklarını” görüyor Mengliu. Bir polisi baskını sırasında Qizi isimli güzel bir genç kızla tanıştığında bu coşkulu duygulara romantizm de ekleniyor.
Ne yazık ki gençlerin coşkusuna muhafazakar muktedirler hoşgörü ile yaklaşmayacaklardır. Hükümet göstericilere çok sert bir şekilde müdahalede bulunduğunda Mengliu, sevgilisi Qizi’yi ve diğer arkadaşlarını kaybeder. Yıkılmıştır; Bilgelik Bürosu’ndan ayrılıp tıp fakültesine gider, doktor olur, bile isteye eski tanıdıklarından uzaklaşır. Ancak Qizi’nin etkisinden uzaklaşması imkansızdır;
“Yirmi yıldan çok olmuştu, ama kızın sureti Mengliu’nun kalbine işlenmişti. Hiç tozlanmamıştı, Mengliu’nun ona olan aşkı da hiç azalmamıştı. Böylesi bir aşkı bir daha asla tadamayacaktı.”
Qizi’nin öldüğüne inanmak istemeyen Mengliu, her sene genç kadını bir yerlede bulma umuduyla seyahatle çıkar. İşte bu seyehatlerden birisinde -tuhaf bir biçimde- Kuğu Vadisi adı verilmiş ideal bir şehir devletine düşer yolu. Kusursuz güzelliğin ve bozulmamış huzurun bu cennetsel aleminde, buna yakışan bir toplumsal düzen hüküm sürmektedir. Mengliu, yeniden canlanmış, yitirdiği ideallerine yeniden kavuşmuştur sanki. Ne var ki hem kendisinin hem de sakinlerinin idealize ettiği Kuğu Vadi’si, ardında pek çok karanlık sır barındırmaktadır…
Romanının adını Paul Celan’ın ünlü şiiri ‘Ölüm Fügü’nden aldığını söylüyor Sheng Keyi: “Bu şiir, Nazi toplama kamplarındaki Yahudilerin trajik kaderlerinin sanatsal bir temsilidir”. Kuşkusuz ülkesinin 60 kuşağı gençlerinin Tiananmen Meydanı katliamı ile kararan kaderlerine gönderme yapmak istemiş. Şöyle sürdürüyor düşüncelerini aktarmaya: “Tarihsel bir olayın aynı zamanda manevi bir katliama dönüşebileceğine inanıyorum. Bu yüzden romanımda şair şiir yazmaktan vazgeçer ve doktor olur. Tutkudan, inançtan, ideallerden ve direnişten vazgeçmek, özgür düşünce arayışından vazgeçmek demektir. Bu, kitabımda ortaya koyduğum bireyle ilgili temel sorudur. Aynı zamanda çoğu entelektüelin içsel durumunun bir anlık görüntüsüdür.”
Sheng Keyi’nin Çin hakkındaki tespitlerinin kulağımıza yabancı gelmemesinin nedeni, benzer tespitlerin 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin ardından Türkiye’de de yapılmış olmasıdır. Çin’in 60’lılarının karşılığı bizde 12 Mart’ın 47’lileri ve 12 Eylül’ün 57’lileridir. Ama özellikle neoliberal ekonomi politikaların yürürlüğe girmesini sağlayan 12 Eylül, pek çok alandaki çürümenin miladı olarak anılmayı hak eder.
Sheng Keyi de siyasi zorbalıkla ekonomik zorbalığın kolkola girdiğinin farkında. ‘Füg’de eleştirisi siyaset kadar ekonomiyi de kapsıyor. Dışkı kulesi, o zamanların piyasa ekonomisi politikasının, o politikanın önünü açtığı yolsuzlukların alaycı bir simgesi.
Toplumun böylesine altüst olduğu zamanlarda küçük burjuva aydınların savruluşları kaçınılmaz. Türkiye’de de tanık olduğumuz söz konusu kaçınılmazlığı Yuan Mengliu özelinde sergiliyor Sheng Keyi. Sistem-karşıtı hareketler içinde önemli rol oynayan kadroların yenilgiden sonra yeni düzene uyumlu kadrolar haline gelişini, bir zamanların muhaliflerinin eski ilgi alanlarını ve yaşam tarzlarını terk edip bunun yerine yüksek ücretli danışman, yönetici, vs. olarak holdinglere, kitle iletişim araçlarına ve reklam şirketlerine yerleşmelerini, sonuçta sistemin karşısından sistemin içine doğru başlayan hüzünlü göçü roman kahramanının hayat hikayesine ironik bir dille yediriyor. Yuan Mengliu, kendisinin de içine düştüğü dekadansı Kuğu Vadisi’ne gittiğinde fark edecek ve yaşananları şu sözlerle özetleyecektir:
“Pek çokları sonradan iş insanı olmuştu. Artık patrondu bu insanlar, girişimciydi, tüccardı, şiirlerini yastıklarının altına gömmüşlerdi ve yatak odalarından bir santim bile dışarı çıkarmıyorlardı. Günlerini ikiyüzlülükle geçiriyorlardı, arkadaşlarıyla içmeye çıktıklarında şiiri aşağılıyorlardı, ara sıra kaba ve değerden yoksun dizeler okuyorlardı o kadar. Sanat aşağılık bir gösteriş çabasıydı. Zamanla bu yaşama âşık oluyorlardı, iş en büyük maskeleriydi. Müphem bir tavırları vardı -ülkenin meselelerinde mesafeli bir ketumluk takınıyorlardı, kadınlarına ve çocuklarına sıkı sıkı sarılıp yaşamları buna bağlıymış gibi borsayı takip ediyorlardı, ufak tefek antikacılık yapıyorlardı, kaligrafiyle ya da manzara ressamlığıyla uğraşıyorlardı. Bir kitabın kapağını açmaya bile yeltenmiyorlardı, hesap cüzdanlarının sayfalarından başka sayfa çevirmiyorlardı.”
Sanıyorum okuyuculara tanıdık birilerini de hatırlatmıştır bu cümleler. İşte böyle bir hayat tarzı uzaklaştırmıştır Yuan Mengliu’yu şiirden ve sanattan. Hayatta kalmasının bedeli budur. Şimdi Kuğu Vadisi’nde yeniden şiir yazması istendiğinde zorlanmasının nedeni geçmişle hesabını kapatamamasından kaynaklanmıştır.
Sheng Keyi, 60 Kuşağı’ndan değil, yaşı gereği Tiananmen Meydanı’nda bulunmamış ama belli ki o kuşağın acılarına tanık olmuş, tarihin resmi anlatıları ile halk anlatıları arasındaki farkı görebilmiş. Ve bir yazar, bir aydın sorumluluğuyla ‘Füg’ü kaleme alarak hem o tarihin bir öznesi olmuş, hem de tarihin resmi anlatılarına sert bir itiraz şerhi düşmüş.
Ülkesinde “Guangdong’lu kadın yazarlar” grubu içerisinde mütalaa edilen Shen Keyi, ilgisini modern Çin yaşamına yönelten yeni nesil yazarlar arasında en önemlilerinden biri olarak gösteriliyor. Türkçeye daha önce çevrilen ‘Yabani Meyve’ romanında da keskin bir eleştirisi vardı ama ‘Füg’deki distopya kurgusu çok daha etkileyici.
Thomas Moore’un ‘Ütopya’sı ile başlayan ideal toplum tasarımının, daha doğrusu toplum mühendisliğinin ne türden tehlikeler barındırdığını distopik bir hikaye ile görünür kılıyor. Keyi’nin distopyasının arkasında George Orwell, Aldous Huxley, Margaret Atwood gibi yazarların etkisi olduğu çok açık. Ancak günümüzün dünyasındaki totaliter yapılardan hareketle 21.yüzyıla özgü bir distopya tasarlamayı başarmış.
Sheng Keyi, kurmaca dünyasını çok canlı, ironik, metaforlarla dolu, yer yer şiirsel bir dille ve çok dinamik bir hikaye ile canlandırıyor. Gerçek dünyanın allegorik yorumunda elbette karanlık bir yan var ama dili ve kara mizahı sayesinde aydınlatıyor hikayesini.
Ütopyanın distopyaya dönüştüğü ülkesi Çin’den hareketle çağdaş dünyanın yakıcı sorunlarına ve böyle bir dünyaya hapsolmuş bireylerin arayışlarına değinen ‘Füg’, romanı hoşça vakit geçirme aracı olarak görmeyen okuyuculara hitap eden etkileyici bir anlatı.