Hollywood’da senarist grevine yapımcı çözümü: Biz yazarız ya!
‘Güç Yüzükleri’nin ikinci sezonu bizi şeytani kötülükle, Oscar'lı ‘İlgi Alanı' ise sıradan kötülükle buluşturuyor. ‘Kaos’ dizisi Zeus ve insanları, ‘Eine Million Minuten’ bir aileyi, ‘Chastity High’ ise âşıkları bir araya getiriyor.
Yüzükçüler toplaşın! ‘Yüzüklerin Efendisi’ evreninde Orta Dünya’nın ikinci çağını (yani film üçlemesinden binlerce yıl öncesini) anlatan ‘Yüzüklerin Efendisi: Güç Yüzükleri’nin ikinci sezonu Prime Video’ya taze geldi. Daha ilk sezonun haberi geldiğinde hatırlayın, Galadriel başta olmak üzere Elrond ve Isildur gibi efsanevi karakterlerin gençlik dönemini izleme şansı bulacağımız için epey heyecanlanmıştık. Gerçekten de eski dostlarla özlem gidermek gibi oldu kimimiz için. Gandalf ve Sauron’un bile farklı dönemlerini gördük, daha ne! Her şeyi geçtik, görsel efektler o kadar beğeni topladı ki sırf gözlerinize bayram ettirmek için bile izlenirdi.
Görsel şölene kaldığımız yerden devam etmemiz hepimizi heyecanlandırsa da hikâye için aynısını söyleyemeyiz. Popüler her işin yan yapımlarında olduğu gibi ‘Güç Yüzükleri’ de eleştirilerden kaçamamıştı. Kitaplarla dizi arasındaki tutarsızlıklar çokça dillendirilmiş, kimine göre bağımsız bir hikâye olarak düşünülse bile beklentiyi karşılamamıştı. Zaten Peter Jackson imzalı ‘LOTR’ ve ‘The Hobbit’ yapımlarının bir ayağı olarak değil de J. D. Payne ve Patrick McKay imzalı olarak çıkması çoğunlukta hayal kırıklığı yaratmıştı. Yine de bu evrenle ilgili her şey candır diyerek eğlenmemize bakabiliriz! “Ben fantastik severim, ama LOTR evrenine hiç hâkim değilim” diyenler de üzülmesin (tabii varsa!). Diziyi bağımsız bir yapım olarak da izleyebilirsiniz. İlk sezonda neyin ne, kimin kim olduğu kabaca açıklanıyor ve dizi, yeterince tatmin edici bir fantastik serüven olarak karşımıza çıkıyor.
Dizinin ana karakteri, üçlemeden bildiğimiz ve Cate Blanchett’ın canlandırdığı efsane karakter bilge Galadriel. Ama bu kez onu bilge ve zarif haliyle değil, genç ve öfkeli haliyle izliyoruz. Karakter bu kez Morfydd Clark’a emanet. Clark’ın hem Cate Blanchett’ı andıran yüz hatları hem de Galadriel’in savaşçı kişiliğiyle öne çıkan versiyonunu canlandırmadaki başarısı çoğu izleyiciden geçer not almıştı.
Dizi Orta Dünya’nın görece barış içindeki döneminden başlıyordu, ancak Galadriel kötülüğün pusuda beklediğine inanıyordu. Hem bu inançtan ötürü hem abisinin intikamını almak için Sauron’un peşine düşmeye karar vermişti. Elflerden yani kendi halkından kimseyi kötülüğün uyanacağına inandıramayan Galadriel, çıktığı tehlikeli yolculuk sırasında Halbrand (Charlie Vickers) adlı, Güney Toprakları’nın kralı olduğu izlenimini veren bir adamla tanışmıştı. Galadriel ve Halbrand bu yolculuk sırasında türlü tehlikelere düşmüşken onları Númenor’lu insanlar kurtarmış ve topraklarında ağırlamıştı. Galadriel’in Elf olduğunun anlaşılmasıysa Númenor halkını ikiye bölmüştü.
Zamanında Elflerle birlik olan Númenor insanlarını dizide oldukça kibirli bulmuştuk. Biraz da Elflerin tahakkümü altına girme korkusuyla işi Elf-düşmanlığına vardırmışlardı. (“Elfler bizim işlerimizi çalacaklar” şeklinde günümüz göç sorunlarını andıran cümleler dizinin atmosferinde çok sırıtsa da insan-Elf çatışmasını bir şekilde temellendirmiş oldular böylelikle.) “Elflere saygı bitmiş, insanlık nereye gidiyor” diye dizlerini döven izleyici neyse ki Galadriel’in Númenor kraliçesi Míriel’i (Cynthia Addai-Robinson) müttefik olmaya ikna etmesi sonucu rahatlamıştı. Böylelikle Galadriel ve Míriel kötülüğü defetmek, Halbrand’sa güneydeki halkına kavuşmak için sefere çıkmıştı.
Kötülüğün gelmekte olduğunu kesin olarak anlayansa Güneyli insanlardan Bronwyn (Nazanin Boniadi) ve onları denetlemekten sorumlu Elf Arondir (Ismael Cruz Córdova) olmuştu. Güneyliler ve Arondir bir yandan, bizim muhteşem üçlü diğer yandan saldırınca Orklar püskürtülmüş, ancak Orkların babası Adar’ın (Joseph Mawle) B planını devreye sokmasıyla bildiğimiz Mordor oluşmuştu.
Ortalık karışıp düzen bozulunca ekibimiz bozguna uğramış halde geri dönmüştü. Númenor’a artık gözleri görmeyerek dönen Míriel’i bir de babasının ölümü bekliyordu. Herkesi bir güzel savaşa sürükleyen Galadriel mahcup mahcup Orta Dünya’nın Elf üssü olan Lindon’a döndüğünde bu kez başka bir dertle karşılaşmıştı: Yakın zamanda Elflerin pili bitecekti! Uzun ömürlü alkalin pilin bulunmadığı Orta Dünya’da Elflerin ışıklarını kaybetmemesi için gerekli malzemenin ‘mithril’ olduğunu öğrenmiştik. Elinde sadece ufacık bir ‘mithril’ bulunan Elflerimiz, Halbrand’ın tavsiyesine uyarak onu başka madenlerle alaşıma sokmuş, böylelikle üç güç yüzüğünü yaratmıştı.
Evrene aşina olmayanlar arasından “Halbrand ne iyi etmiş” diyenleriyse sürpriz son bekliyordu. İlk bölümden itibaren Sauron şu mu çıkacak yoksa bu mu diye didik didik iz peşinde koşmuştuk. İlk sezonun finalindeyse tahminler doğru çıkmıştı ve Halbrand’ın Sauron olduğunu öğrenmiştik. Güç yüzükleri daha nihayete ermeden kimliği açığa çıkan Sauron topuklamış, kendini dumanı üstünde tüten Mordor’a atmıştı. Gandalf’ın kim olduğuyla ilgili net bir bilgi verilmemişse de herkes göklerden düşen meteor-adamın Gandalf olduğuna emindi. Sauron’un dönüşünü konu alan ikinci sezonu bu perşembe çoktan tüketmeyenlerdenseniz hafta sonu tadını çıkara çıkara izlemek üzere sizi Prime Video’ya alalım.
Netflix’in yeni dizisi ‘Kaos’, Yunan mitolojisini komedi formatında ele alarak fantastik yapımların ağır havasını dağıtıyor. Fantastik ögeleri günümüz modern toplumuna uyarlayarak da absürtlüğünü perçinliyor. İşte karşınızda üyeleri Olimpos tanrılarından oluşan sorunlu bir aile! ‘The End of the F***ing World’den bildiğimiz Charlie Covell imzalı ‘Kaos’ tanrıların ve insanların karmaşık ilişkilerini, güç mücadelelerini ve günümüzün toplumsal temalarını harmanlıyor.
Maceramız Zeus’un (Jeff Goldblum), alnında yaşlanma belirtileri görünce gücünün yittiğine inanıp paniklemesiyle başlar. (Botoks çılgınlığı Zeus’u da vuracak deseler inanmazdık.) Bu şüpheleri takıntı boyutuna ulaşan Zeus artık baktığı her yerde tehdit görür. İktidarını yitirme korkusuyla baş etmeye çalışan bir tek o değildir. Yeraltı tanrısı Hades de (David Thewlis) ölülerin düzenini bir türlü sağlayamamaktadır. (‘Selena’nın Hades’i göreve!) Bir de yarınları yokmuşçasına keyfine bakan Poseidon (Cliff Curtis) vardır, ama onun da keyfi uzun sürmeyecektir çünkü insanlar, tanrıların değişmekte olduğunu fark etmeye başlayacaktır. İşte söz konusu bu insanlardan üçü, Zeus başta olmak üzere bu tanrılara isyan etme yolunda kaderlerinin birbirine bağlı olduğunu anlarlar. Düşünsenize, koskoca Yunan mitolojisi tanrılarısınız ve insanların diline düşüyorsunuz. Düşman başına!
Tanrılar tanrısı Zeus’un bu paranoyak ve kendini beğenmiş versiyonu Jeff Goldblum’a çok yakışmış. Konusu kadar oyuncu kadrosuyla da dikkat çeken dizide bizim gözümüz ‘Doctor Who’, ‘Penny Dreadful’, ‘I Hate Suzie’ gibi yapımlardaki performansıyla kendine hayran bırakan Billie Piper’da. ‘Kaos’ta onu Cassandra adlı bir ölümlü rolünde izliyoruz. Eşofmanlı tanrılardan karanlık atmosferleri dağıtan mizaha, farklı boyutlarıyla hafta sonumuza renk katacak Netflix dizisi ‘Kaos’ şimdiden ikonik bir dizi olacağının habercisi.
‘Gossip Girl’ ve ‘Élite’ gibi ikonik gençlik dramalarını sevenlerin yeni gözdesi Netflix’in ‘Chastity High’ dizisi olur mu dersiniz? Japonya’dan aramıza katılan yapım diğer gençlik dizileri gibi zengin öğrenciler, dedikodular ve entrikalar içeriyor, tek farkla: Buradaki lisede öğrencilerin flört etmesi yasak. ‘Yasak aşk’ ifadesi bizlere ihaneti çağrıştırırken burada karşımıza çıkan aşklar, kelimenin tam anlamıyla yasak anlayacağınız. Dizinin ve lisenin adında geçen ‘chastity’ kelimesi bize bir başka ipucunu daha veriyor: Dizi namus kavramını Japon kültüründeki normları ele alarak işliyor.
Ana karakterimiz Ichica Arisawa (Ai Mikami) zengin ailelerin kızlarını gönderdiği prestijli bir liseye başlar. Annesiyle yaşayan Ichica’nın bu okulda öğrenim görmeyi sürdürmesiyse babasının üzerlerine yıktığı borçlar yüzünden zora girmiştir. Söz konusu kız lisesinin artık oğlanlarla karma eğitime geçmesine karar verilince gelen flört yasağıysa Ichica’ya tahmin edemeyeceği bir gelir kapısı olur. Ichica flört yasağını çiğneyenlerin kanıtlarını para karşılığında siler ve ek gelir elde etmeye başlar. Tabii “Ben yalnız çalışırım ahbap” kuralını benimseseydi her şey daha kolay olurdu; çünkü Ichica ve kendine ortak ettiği Ryougo (Ryubi Miyase) gençlik dizilerinin anayasası gereği birbirlerinden hoşlanmaya başlarlar. Özetle bu yasak, öğrenciler arasında gizli ve tehlikeli ilişkilerin filizlenmesine engel olmayacaktır.
İşin toplumsal kısmı, bu baskıcı ortamda gençlerin isyan etme yolları üzerinden işlenmiş diye düşünebiliriz. Her yasak, onu delmek üzere alternatif bir sistemin oluşturulmasına gebedir. Bu alternatif sistemin de kendi içinde güç savaşları olması kaçınılmaz. Yasakları delenler ve onları koruyanlar bir yanda, bunları ifşa etmeye çalışanlar diğer yanda olmak üzere, altta başka bir mücadele döner her zaman.
Dizide işte bu ifşalar önemli yer tutuyor. Ichica nasıl ki ilişki yaşayan gençlerin izlerini silmeye uğraşıyor, bir başka grup da bu yasağı delenleri ortaya çıkarmaya çalışıyor. Herkes ekmeğinin peşinde anlayacağınız. Bu ifşalar da sosyal medyayla gerçekleştiriliyor. Bu anlamda ‘Gossip Girl’ün dedikoducu kızı aracılığıyla işleyen dedikodu ağının benzerini ‘Chastity High’da da görüyoruz. Herkes bu ifşacı sosyal medya hesabının kime ait olduğunu merak ederken altmetinde sosyal medya çağına dair eleştirileri görüyoruz elbette.
Toplumsal yönü kuvvetli lise dramalarından ‘Élite’ ve ‘Ölmek İçin 13 Sebep’in bir lise dramasından fazlası olduğu geliyor aklımıza bu noktada. Sınıf farklılığı, akran zorbalığı, istismar gibi konuları işleyen lise dizileri çıktıkça artık görüyoruz ki ergen draması, asla yalnızca bir ergen draması değildir! Entrikaya doyarken biraz da düşüncelere dalayım diyenler için ‘Chastity High’ Netflix’te.
Gelelim film önerilerine… Aile içi dinamikleri eş olmak, ebeveyn olmak ve birey olmak üçgeninde ele alan bir yapım var sırada: ‘Bir Milyon Dakika’ anlamına gelen Alman filmi ‘Eine Million Minuten’. BluTV’den izleyebileceğiniz film, Wolf Küper’in ‘One Million Minutes: What My Daughter Taught Me About Time’ adlı kitabından uyarlanmış. Film bir ailenin günlük yaşamını konu alırken sizi kendi yaşamınızla da yüzleştiriyor: Hayatınızda neye, kaç dakika ayırabilirsiniz? İşinize kaç dakika, peki kendinize, eşinize, çocuklarınıza?
Vera (Karoline Herfurth) günlerini çocuklarıyla ilgilenmek, işini ve evliliğini sürdürmeye çalışmak arasında bölünerek geçirir. Eşi Wolf ise (Tom Schilling) tüm bu süreçte tabloda neredeyse yoktur. İklim krizi konusunda farkındalık yaratmak için Birleşmiş Milletler’e çalışan Wolf oldukça yoğundur. Konu insanlık için çabalamak olunca iş temposuna özveri de eklenir tabii. Eşi Vera, Wolf’un aile tablosunda eş olarak da baba olarak da yer alamamasına artık tahammül edemez ve bir yol ayrımına girerler.
Aslında son noktayı farkında olmadan, gelişim gecikmesi olan kızları Nina (Pola Friedrichs) koyar ve babasına bir dileğini söyler: “Keşke bir milyon dakikamız olsa; sadece güzel şeyler için.” (Bu çok gerçekçi bir sahne, zira ciddiye alırsanız çocuklar neye ihtiyaçları olduğunu size öyle veya böyle söylüyor.) Hem eşi Vera’nın çaresizliği hem doktor görüşü hem de kızının dileği artık Wolf’u, daha sürdürülebilir bir yaşam tarzı benimsemeye iter. Wolf o andan itibaren bir milyon dakikayı, yani iki yıl civarı ailesinin yanında ve uzaktan çalışarak, üstelik farklı ülkelerde keyifle yaşayarak geçirme çözümünü bulur. Ailemiz haritadan rastgele ülke seçer; böylelikle Tayland ve İzlanda yolları görünür.
Başlarda hem Vera hem Wolf uzaktan çalışabilmeyi, çocuklara da dönüşümlü bakabilmeyi başarıyorken zamanla Wolf kendini yeniden işe kaptırmaya başlar. Ne işine ne ailesine yetebildiğini fark ettiğindeyse kendini tamamen bir milyon dakikaya adamaya karar verir ve istifa eder. Evi artık tam zamanlı çalışarak Vera geçindirecektir. Bu noktada filmin yan temalarından biri açığa çıkıyor: Ev içi emek üzerinden toplumsal cinsiyet rolleri. Bu o kadar doğal kurgulanmış ki, didaktik bir mesajdan ziyade bir karakterin dönüm noktası olarak izliyorsunuz bunu: Wolf çocuk bakımı dahil ev içi tüm sorumlulukların (çamaşır, yemek vb.) külfetini ve bu görevleri yerine getirince kimsenin onu takdir etmediğini deneyimliyor. Böylelikle eşinin yıllarca ne yaşadığıyla empati kuruyor. Sorumluluklarını ya eşit bölüşerek ya da dönüşümlü olarak üstlenen çift, birlikte takım olmayı öğreniyor.
Wolf’un dönüm noktasıyla açığa çıkan diğer tema, baba-çocuk ilişkisi. Wolf çocuğunun kahvaltısından özel egzersizine her şeyiyle ilgilenmenin aralarındaki bağı kuvvetlendirdiğini anlıyor. Bunu kendi babasıyla hiç yaşayamamış; hatta eski kafalı babası, oğluyla iş güç dışında ne konuşacağını bilmediğini itiraf ediyor. Wolf’un babası babalığı ev geçindirmeye indirgediğinden oğlunun iş ve özel hayatında neden zorlandığını anlayamıyor, çocuğunu aslında hiç tanımamış bir baba o. Bu baba figürü çoğu toplumda oldukça tanıdık, değil mi? İkili geç de olsa baba-çocuk ilişkisini onarıyor, bize de aile olmanın kan bağıyla veya aynı çatı altında yaşamakla ilgisi olmadığını hatırlamak kalıyor.
Özetle Christopher Doll’un yönettiği ‘Eine Million Minuten’ hayatın hızla akıp gittiğini, paylaştığımız anların ne kadar değerli olduğunu hatırlatan bir film. Bir bakıma Behçet Necatigil’in ‘Sevgilerde’ şiirinin film hali diyebiliriz. Sakin bir günde aile temalı filmler izlemeyi sevenlerdenseniz “Halledilir yahu” mesajı veren umut dolu bu filmi tavsiye ederiz. Bir milyon dakika bitince çiftimiz yoluna nasıl devam edecek sorusuysa kendileri tarafından yanıtlanıyor: Bu bir serüven ve neler olacağını birlikte görmek istiyorlar. Her yaştan izleyiciye hitap eden ‘Eine Million Minuten’ BluTV’de yayında.
Bu yılın Oscar kazanan yapımlarından biri, Yabancı Dilde En İyi Film (En İyi Uluslararası Film) ödülünü alan ‘İlgi Alanı / The Zone of Interest’ artık Prime Video’da. Hakkında çok yazılıp çizilse de filmi henüz izlememiş olanlara bu vesileyle tanıtmış olalım. Sıradan bir aile saadetinin yaşandığı sıradan bir sahneyle açılan, bu ailenin günlük yaşantısının sıradan bir şekilde aktarıldığı bir film düşünün. Bu haliyle ‘The Zone of Interest’ tarihten bihaberseniz size hiçbir şey ifade etmeyecektir. Oysa Yahudi Soykırımı’nı gündelik yaşam perspektifinden ele alan bir film bu. Auschwitz kampının komutanı Rudolf Höss ve ailesini konu alan filmde Höss sabah işine giden, akşam eve gelip çocuklarını seven, doğum günü kutlayan sıradan bir adam olarak kaşımıza çıkıyor. ‘İşe’ gittiğindeyse soykırımı nasıl daha verimli hale getirebileceklerine dair fikirler üretiyor. Biz olan biteni hep Höss’ün sivil hayatından takip ediyoruz. Vahşet görüntüleri, dram dolu diyaloglar ve tüylerinizi diken diken edecek sahneler yok. İşte film sizi tam da bu soğukkanlılığıyla vuruyor.
Filmin önermesi şu: Kötülük dediğimiz şey kırk yılda bir karşımıza çıkan, kötü insanlar da uzak diyarlarda yaşayan şeytani varlıklar değiller. Bu anlamda film, Martin Amis’in aynı adlı kitabından uyarlama olsa da biricik Hannah Arendt’imizin ‘kötülüğün sıradanlığı’ kavramının ekrana yansımış hali olarak düşünülebilir. Arendt bu kavramı aynı adlı kitabında işliyor ve orada, tıpkı Höss gibi bir Nazi subayı olan Adolf Eichmann’ın “Ben emir kuluydum” minvalindeki savunmasını mercek altına alıyor. Ve çıkarımını yapıyor: Kötülük ne yazık ki görev icabı yapılacak kadar sıradandır!
Filme gelecek olursak, Rudolf Höss (Christian Friedel) ve ailesi her gün insanların katledildiği toplama kampının hemen karşısında, bahçe duvarının ötesinde huzur ve bolluk içinde yaşıyorlar. Arkadaşlarıyla havuz kenarında sohbet ediyorlar, toplama kampına giden tanıdıklarından dedikodu malzemesiymiş gibi bahsediyorlar, hatta çocuklardan biri elindeki diş taneleriyle bilyeyle oynar gibi oynuyor. Bu dişlerin kimlere ait olduğunu anlayan izleyiciyse donup kalıyor. Kampları bir de müze olarak, temizlik yapan görevlilerin gözünden görüyoruz. Temizlikçilerde tek bir duygu kırıntısı yok; kamplardaki insanlardan kalan ayakkabıların sergilendiği camı silerken günü bitirme ve geçinme derdindeler. Sıradanlık filmin her sahnesine sinmiş yani.
Filmde Höss’ün hareketli köpeği dışında merakımızı cezbeden bir unsursa, ara sıra termal kamera sekanslarında gördüğümüz kız. Geceleri gizlice toplama kampına gidip tutsaklara elma bıraktığını görüyoruz. Bu kız, yönetmen Jonathan Glazer’ın ödül konuşmasını ithaf ettiği Aleksandra Bystroń-Kołodziejczyk adlı direnişçiden esinlenerek filme yerleştirilmiş. Höss ve ailesinin dinginliğine karşılık direnişçi kız sürekli hareket ve tedirginlik halinde. Höss ailesinin evindeki pastel tonlarının aksine kızın sahneleri direnişe uygun şekilde siyah-beyaz. Hâkim anlatıya karşı altta hep bir isyan, dolayısıyla bir umut var mesajı alıyoruz bu sembolizmle.
‘İlgi Alanı / The Zone of Interest’, izleyiciyi bir türlü hiçbir şey olmamasıyla rahatsız eden bir film; çünkü gündelik hayatın sıkıcılığı içindeki bu kötülük çok gerçekçi. Her gün rutinimiz devam ederken hiçbir şey olmuyor sanıyoruz; oysa tıpkı filmde olduğu gibi, bir yerlerde benzer vahşetler gayet sıradan bir şekilde gerçekleşiyor. Özetle ‘İlgi Alanı / The Zone of Interest’ insan denen canlıya dair derin bir sorgulamaya teşvik ediyor bizi. Bir şey anlatmadan nasıl çok şey anlatılabileceğini gösteren üslubuyla ‘İlgi Alanı’nı Prime Video’dan izleyebilirsiniz.