Platformlarda bu hafta: Kurtuluştan Cumhuriyet’e uzanan macera…
‘Making of Prens’le Bongomia’nın perde arkasına, ‘Wyatt Earp ve Kovboy Savaşı’yla Vahşi Batı’ya gidiyoruz. ‘Perfekt Verpasst’ ve ‘Baby Fever’ aşkı gençlerin tekelinden, ‘Solar Opposite’ ise dünyayı insanların tekelinden kurtarıyor!
Zaman zaman iddialı belgeseller de yayınlayan Netflix’te bu hafta, ‘Wyatt Earp ve Kovboy Savaşı’ adıyla ABD’nin meşhur silahlı çatışması O. K. Corral bizlerle. Belgesel kelimesini görünce kaçanlarınız geri gelsin, çünkü bu belgesel bir Vahşi Batı filmi tadında ve oldukça sürükleyici. Bu anlamda hem tarih meraklılarına hem ‘western’ film tutkunlarına hitap ediyor. Bu belgeseldeki canlandırmaları izlerken gerçek olaylardan uyarlama bir dizi izliyormuş hissine kapılıyorsunuz.
ABD’nin kendi bünyesindeki olayları ve kişileri dünyaya tanıtma başarısı malumunuz. Bu silahlı çatışma ve onun göbeğindeki efsane isim Wyatt Earp de bunlardan biri. Gizemli ve acımasız adalet savaşçısı Wyatt Earp ve iki kardeşi, 1880’lerde Arizona’nın Tombstone kasabasının şerifinin emrinde, güvenlikten sorumludur. Bir gün kasabanın çetesiyle silahlı saldırıya girerler ve biz kendimizi, 30 saniyede olup bitmiş bu çatışmayı altı bölümlük bir belgesel-dizi formatında izlerken buluruz. Peki neden? Belgeselin anlatıcısı Ed Harris’ten de sıkça duyacağınız gibi, ‘açıklayayım’: Bizdeki bir kan davasının tüm Türkiye’yi ilgilendirdiğini, hatta dış ilişkileri ve ekonomiyi de tehlikeye attığını düşünün. İşte O. K. Corral çatışması da tüm ABD ekonomisini ve Avrupa’yla ilişkilerini etkileyen bir olaya dönüşmüş.
Dönemin Tombstone kasabası gümüş kaynaklarının bolluğundan ötürü diğer kasabalardan daha gelişmiş bir cazibe ve kültür merkezidir (belgeseldeki tabirle ‘çölün Paris’i’). Tombstone’un gümüşleri yalnızca kendine değil, tüm ülkeye yetmektedir: Zamanında ABD’nin İç Savaş’ı bitirmek için Avrupa’dan aldığı ve temizleyemediği borç, Tombstone gibi bölgelerden temin edilen gümüş benzeri kaynaklarla kapatılabilmektedir. Bu nedenle batı kasabalarından doğuya yapılan mal sevkiyatlarının aksamaması elzemdir. İşte sakınılan göze çöp batıyor ve Tombstone’dan gümüş sevk etmek üzere yola çıkan araç soyguncular tarafından yağmalanıyor, sürücüler de ölüyor. Yetkililer, soyguncuların bulunamaması halinde bu soygunların önünün açılacağından ve ülke ekonomisinin tehlikeye gireceğinden korkuyor.
Günlerce iz süren ana karakterimiz Wyatt Earp (Tim Fellingham) sorumluların kovboylar olduğunu öğrenince içeriden bilgi alabilmek için kovboyların lideri Ike Clanton’la (Jack Gordon) iş birliği yapıyor. Ancak soyguncuların çoktan öldürüldüğü haberi gelince onları tutuklayamayan Wyatt, kovboyların lideri Ike’a vadettiği ödülü veremiyor. Soygun vakası kapandığına göre hikâye orada bitecekken işler sarpa sarıyor: Ike hem ödülünü alamamanın verdiği kızgınlıkla hem kendi kovboylarına ihanet etmesinin verdiği korkuyla Wyatt Earp’ü takıntı haline getiriyor. O. K. Corral bölgesinde Wyatt ve iki kardeşine karşı çatışma başlatarak birbirine eklemlenen bir sürü olayın pimini çekmiş oluyor.
Belgeselin güzel yanı, canlandırılan tarihî sahneleri anlatıcıyla birlikte tasarlıyormuş gibi hissetmemiz. Olaylar sırasında kimin ne düşünmüş olabileceğini, olayın farklı karakterlerin zihinlerinde nasıl tezahür etmiş olabileceğini anlatıcıyla birlikte hayal ediyoruz. Bu da belgesellerin durağan havasını kırmada ve dizi formatında bir iş izliyormuşuz hissine ulaşmada etkili bir yöntem olmuş. Belgeselde anlatıcı Ed Harris dışında konuyla ilgilenen tarihçi ve yazar söyleşileri de yer alıyor ve kurgu onların anlatılarına göre de şekilleniyor.
Belgeselin diğer başarısı ABD tarihini sıkıcılıktan fersah fersah uzakta aktarması. Çocuklar sağlıklı beslensin diye abur cuburlara gizlenen sebzeler gibi, dönemin ABD’sinin arka planı bize ‘western’ sosunda sunulmuş. Böylelikle belgesel bizi çaktırmadan genel kültür turuna çıkarıyor.
‘Wyatt Earp ve Kovboy Savaşı’ aynı zamanda ülke meselesi haline gelen olaylarda bile kişisel meselelerin ne kadar önemli yer tuttuğunu bize gösteriyor. Ike Clanton’ın kırılgan egosu, Şerif Johnny Behan (Alex Price) ve Wyatt’ı karşı karşıya getiren yasak ilişki derken toplumsal olayların bile salt ideolojik motivasyondan kaynaklanmadığını hatırlıyoruz. (Bu arada şerifi bir yerden gözünüz ısırıyorsa ‘Penny Dreadful’un Proteus’u size selam gönderiyor demektir.)
Eğer Vahşi Batı’ya, kovboy aksiyonuna ve özellikle tarihe ilgi duyuyorsanız bu hafta sonu rotanız belli. Yönetmen koltuğunda Patrick Reams’i gördüğümüz dizi tadındaki bu Netflix belgeseli dışında Wyatt Earp’ü konu alan başka film ve diziler de mevcut. Ancak ‘Wyatt Earp ve Kovboy Savaşı’, tarafları görece daha dengeli anlatabilmiş.
Bir prens kolay yetişmiyor, bizim ‘Prens’ de kolay çekilmiyor! İlk kez yayınlandığı 2023’te daha küçük ama kemik bir kitlesi olan ‘Prens’ aydan aya hayran kitlesini büyüttü, bu yıl yayınlanan ikinci sezonuyla kült bir dizi olmayı başardı. Dijital platformlarda yerli dizilerimizin akıbeti genelde insanların bir merak hemen izlemesi, dizinin ay boyu gündemde kalması, sonra pek konuşulmaması şeklinde oluyor malum. Bu anlamda BluTV’nin ‘Prens’i ezberleri bozdu ve kulaktan kulağa yayıldığı için adından söz ettirme süresi en uzun olan dizilerden oldu.
Hem Prens’i canlandıran hem senaryoyu Kerem Özdoğan’la paylaşan Giray Altınok bu karakterin tohumlarını yıllar önce Instagram sayfasındaki ‘Krallık 101’ skeçleriyle atmıştı aslında. Bu tiplemeye bir evren oluşturmaya karar verince karşımıza tarihî absürt komedi diyebileceğimiz bu dizi çıktı. İkinci sezonu da hüp diye içimize çekmek suretiyle bitirdiğimizden ekip hasretimizi bir nebze dindirdi ve ‘Making of Prens’i, yani ‘Prens’in yapım ve çekim aşamalarını içeren kısa belgeseli bizlere (Prens’in deyimiyle alt tabakalara) bahşetti.
‘Prens’ hayali bir krallık olan Bongomia’da, 1400’lü yıllarda geçiyor. Ancak kurgunun absürtlüğü gereği yer yer 1400’lere ait olmayan ögelere, karakterlere ve olay örgülerine yer verilebiliyor. Bongomia Hanedanlığı birbirinin ayağını kaydırmakta usta; ancak Prens patavatsızlığı ve küstahlığıyla herkesin planını istemeden alt üst ediyor. Gayet ciddi bir dönem işini Prens’imiz tek başına absürt bir komedi haline getiriyor. Dizi ayrıca hicivleriyle de meşhur, ancak bunu didaktik bir üslupla yapmıyor. (Detaylı özeti okumak isteyenleri ve diziyi çoktan iki kez dönüp hâlâ hakkında konuşmak isteyenleri birinci sezon ve ikinci sezon incelemelerimize alalım.)
Dili ve ikonik ana karakteri bakımından dikkat çeken ‘Prens’in aslında önemli bir özelliği daha var, o da tamamı sanal prodüksiyonla (virtual production) çekilmiş ilk yerli dizi olması. Ekibe göre sette dekorların yarattığı hantallığı bertaraf etmesi ve süreci pratikleştirmesi sanal prodüksiyonun en büyük artısı. Ayrıca yeşil ekrana kıyasla sanal prodüksiyon, görüntülerin çekim esnasında mevcut olduğu, böylelikle tüm ekibin nasıl bir atmosferde çalıştıklarını anında görebildiği bir sistem. Bu sistemi Türkiye’ye getiren Müşvik Guluzade’nin yapım şirketi MGX Film’in ekibine ‘Prens’i mümkün kıldıkları için teşekkür ediyoruz.
Belgeselde Prens’i canlandıran Giray Altınok’la röportajın yanı sıra, Elçi Sangu’yu canlandıran diğer senarist Kerem Özdoğan’la, sevilen diğer oyuncularla ve elbette işin perde arkasındaki emekçilerle röportajlar bekliyor bizi. Sanal prodüksiyona, kostümlerin ve dekorların nasıl ortaya çıktığına ve nicesine tanık olduğumuz ‘Making of Prens’ ile ‘Prens’in tüm bölümleri BluTV’de.
Hafta sonunu sıcak bir romantik komediyle geçirmek isteyenleri unutmadık. Genç âşıkların hikâyeleri yeterince pazarlandı, dönem olgun âşıklar dönemi! Prime’da yayınlanan Almanya yapımı ‘Perfekt Verpasst’, diğer adıyla ‘Kusursuz Kör Talih’, çıkmaza girmiş ilişkiler içinde debelenen ve yeni bir sayfa açmak üzere olan 50’li yaşlarda bir kadınla bir erkeği konu alıyor. Almanya’nın ünlü komedyenlerinden Anke Engelke ve Bastian Pastewka’yı dizinin başrollerinde görüyoruz. Maria (Anke Engelke) özgür ruhlu ve hiç evlenmemiş bir kadındır. Ralf ise (Bastian Pastewka) uzun süren evliliğini yeni noktalamış ve başka bir ilişkiye yelken açması gerektiği konusunda çocukları tarafından cesaretlendirilen bir babadır.
Herkesin birbirini bir şekilde bildiği Marburg adlı küçük bir kentte yaşamalarına ve ortak tanıdıkları olmasına rağmen ikilimizin yolları bir türlü kesişmez. Aslında birbirlerinden tamamen bihaber değillerdir. 10 yıl önce bir lunaparkta birbirlerini görmeden yanlışlıkla el ele tutuşmuş, o anıyı hafızalarına kazımışlardır. 10 yıl sonra, günümüzde buna benzer ‘neredeyse’ anları devam eder. Ancak dizi romantik komedilere özgü birçok tesadüf klişesini kullanmasına rağmen bunlara asla teslim olmaz. Yani klasik romantik komedilerin aksine ‘Perfekt Verpasst’ hedef odaklı değil, süreç odaklı diyebiliriz: Son bölümlere yaklaşırken bile ikilinin tanışıp tanışmayacağını merak ediyoruz.
Dizi yalnızca Maria ve Ralf’in tanışabilme ihtimali üzerine kurulu değil. Örneğin Ralf’i izlerken ebeveynlerin çocuklarıyla iletişim zorluğu çekerken yaşadığı çaresizliği derinden hissediyorsunuz. Kibar ve çekingen bir karakter olması bu çaresizliğini ikiye katlıyor. Bu profile rağmen Ralf’in yerel bir rock grubu var ve onu her daim arkadaşlarıyla görüyoruz. Maria daha özgür ruhlu olmasına rağmen ne idüğü belirsiz bir ilişkide sıkışıp kalmış. Bu sıkışıklık onun sosyal hayatta da kariyerinde de tıkanmasına neden oluyor, hayalindeki romanı bir türlü yazamıyor. Bu anlamda kişiliklerinden beklenen karakter örüntülerine uymuyorlar; onları gerçekçi ve sevilebilir kılan da bu.
Hollywood yapımı olsa, başrollerinde misal şimdiki yaşlarındaki Julia Roberts ve Hugh Grant oynasa iddia ediyoruz pek tutan bir iş olurdu. Ve tıpkı ‘Notting Hill’ filminden sonra bölgenin turistik bir yer haline gelmesi gibi, dizinin geçtiği küçük Alman kenti Marburg’da da bu potansiyel var. Arama motorundan baktık, beğendik bile! Almanya’nın ünlü komedyenleri Anke Engelke ve Bastian Pastewka’yı bizle tanıştıran dizinin bir de bonusu var: Maria’nın sevimsiz âşığı Max rolündeki Türk oyuncu Serkan Kaya! Hafta sonum tasasız geçsin, izlediğim yapım iyi hissettirsin diyenler ‘Perfekt Verpasst’ı Prime’dan izleyebilir.
Danimarka yapımı Netflix dizisi ‘Baby Fever’ yine romantik ilişki tekelini 20’li yaşların elinden alan, bu kez 30’ların sonu ve 40’ların başına teslim eden bir yapım. Romantik komedi kategorisindeki bu dizi birden fazla katmanı sayesinde dramı ve çaresizliği de aynı oranda hissettiriyor. Bunun nedeni karakterlerin yaşadığı çelişkilerin ve oyuncuların çok doğal, çok gerçek olması. Mesela ahlaki ikilemi bol olan bu dizide ana karakterle bir türlü özdeşlik kuramıyorsunuz. Bu his farklı bir şey izlediğimizin kanıtı değilse ne?
Bir kadın doğum doktoru olan Nana (Josephine Park) birçok kişinin bebek yapabilmesini sağlamış (meali, bolca hayır duası almış) bir kadındır. Kariyerinde zirvede olan Nana’nın evlenmek ya da bebek yapmak gibi bir isteği yoktur, ta ki yumurta rezervinin azaldığını öğrenene dek. İşler bu noktada değişir: Nana bunu takıntı haline getirir ve biraz sahip olamayacağı şeyin kıymete binmesi biraz da (aslında epeyce) alkolün etkisiyle sperm bankasından eski sevgilisinin spermini çalıp kendine enjekte eder. Yok artık diyenler çok haklı. Dizi size “Üremek için ne kadar ileri gidersiniz?” diye soruyor adeta. Cevap olarak “Yahu, herkes de üremeyiversin” şeklinde haykırırken buluyorsunuz kendinizi. Neyse, Nana için sonrası dert tasa, sonrası kaos… Sebep olduğu güvenlik ihlaliyle mi, bu durumdan en yakın arkadaşının sorumlu tutulmasıyla mı, baba adayı bulmakla mı uğraşacağını şaşıran Nana’yla birlikte biz de bu işin içinden nasıl çıkacağını merak ediyoruz.
Her gün Nana’nın kliniğine gelen ve çocuk yapmak isteyen danışanlar dizinin gizli hazinesi. O kadar çeşitli aile yapısı var ki, dizi bize iki ebeveynin aynı evde mutlu mesut yaşadığı heteronormatif aile yapısının biricik olmadığını hatırlatıyor. Yine danışanlar aracılığıyla Nana’nın da katmanlarına iniyoruz: Ebeveynlik konusunda çok hevesli olan danışanlarının aksine Nana’nın oldukça ilgisiz bir annesi vardır. Nana kadın doğum doktoru olmayı ve hevesli ebeveynlere çocuk vermeyi adeta annesiyle kopuk ilişkisini onarmak için seçmiş diyesimiz geliyor.
Nana’nın ilk sezondaki sınavı yalnızca biyolojik bir sınav değil; aynı zamanda geçmişle yüzleşme ve ahlaki seçimler yapabilme sınavıydı. Yeni sezonda, kendini gebe bırakmak dahil ilk sezonda yaptıklarının sonuçlarıyla yüzleşmesini, anneliğin de eklenmesiyle iş-özel hayat dengesini korumaya çalışırken bitap düşüşünü, aile bağlarını yeniden keşfedişini ve bol gülünçlüklerini izleyeceğiz. Özetle Nana’nın yaşamındaki yeni dönemeçlere tanık olacağız. Birçok katmandan oluşan, içinizi ısıtırken gerçekçiliğiyle vuran ‘Baby Fever’ ikinci sezonuyla Netflix’te.
Geldik yetişkinler için çizgi film köşemize. Disney+ bu kez ‘Solar Opposites’ çizgi dizisinin yeni sezonuyla karşımızda. Çoğu türdeşi gibi bu çizgi dizi de aldığı beğenileri, sıra dışı mizah anlayışına ve toplumsal eleştirilerine borçlu. Son dönemin en popüler çizgi dizilerinden ‘Rick and Morty’nin ekibinden Justin Roiland ve Mike McMahan’ın yarattığı bu dizi bizi yine uzayla haşır neşir ediyor, ancak bu kez uzaylıları ayağımıza getiriyor. (Daha doğru tabirle Dünya-dışı varlıklar yazdığımızı varsayın!)
Yetişkin Korvo ve Terry, çocuklar Yumyulack ve Jesse’den oluşan dört uzaylı, gezegenlerinin yok olmasının ardından kendilerini aramızda buluverirler ve bize uyum sağlamaya çalışırlar. Korvo hariç! Ona göre insanlık düzeltilmesi gereken bir felaket. Ancak Terry her nedense bizlere bayılıyor. İnsan türünün ‘ötekileştirme’ huyundan nasibini alan uzaylı çocuklar Yumyulack ve Jesse ise akran zorbalığıyla baş etmeye çalışıyor. Dizi bu vesileyle yabancılaşma, kimlik arayışı, bir arada yaşayabilme gibi toplumsal temaları da mizahına yediriyor. Uzaylı çocuklarımız insanları bir güzel küçültüp akvaryumda biriktirince, insanların hayvanlara yaptığı muamelenin benzerini onlara yapınca içimiz soğumuyor değil!
Dünyaya alışmak mı yoksa gezegenlerini yeniden inşa etmek mi derken sezonlar geçiyor, maceralar yaşanıyor. Ve yeni sezonda Korvo ile Terry bir de aile bağları üzerine düşünmek durumunda kalıyor; çünkü bir zamanlar görev icabı birbirlerine tahammül eden gruptan eser yok! Onlar artık aile. Aile demişken, Terry ve Korvo’yu izlerken ‘Modern Family’nin Cam ve Mitchell’ının tadını alanlar beri gelsin! Uzaylıların gözünden insanların saçmalıklarını ele alan dizi, aynı açıdan Netflix’teki ‘The Good Place’i ve Michael’ın insanlara bakışını da anımsatıyor.
Genel olarak çizgi film/dizileri seven yetişkinlerdenseniz hiç durmayın. “Ama ‘Rick and Morty’yle yıldızım barışmadı, bu da aynı ekibinmiş” diyenlerdenseniz de endişelenmeyin; (oldukça az destekçi bulabileceğimiz bir yorum olacak ama) bu çizgi dizi ‘Rick and Morty’den çok daha sevilesi. ‘Solar Opposites’ yeni başlayanlara beş sezonluk bir serüven, çoktandır takip edenlereyse alışılmış çizgisini koruduğu bir sezon vadediyor. Yeni başlayanlar doğrudan beşinci sezona da dalabilir, çünkü önceki olayları hatırlatmak için aralara yeterli sahneler serpiştirilmiş. ‘Solar Opposites’ çizgi dizisini Disney+’tan izleyebilirsiniz.