Zamanın üzerinde kalan romanlardan biri 'Leylek Halife'. Macar yazar Mihály Babits'in 1916'da yayımlanan kitabı insanın iç dünyasının karanlık labirentlerine yapılan dilsel yolculukta insana dair hakikatlere cesaretle dokunan bir roman
Bu haftanın kitabı yaklaşık 100 yaşında ama yıllara yenik düşmemiş, dili ve insan psikolojisinin genelgeçer doğasına ilişkin gerilimli hikayesi ile güncelliğini hiç yitirmemiş bir roman. 20. yüzyıl Macar edebiyatının şair, yazar, çevirmen, edebiyat tarihçisi ve eleştirmen olarak önemli aktörlerinden biri olan Mihály Babits, ‘Leylek Halife’ romanında iki kişilikli olduğunu fark eden bir gencin kişilik yarılmasını, rüyalarla gerçekler arasında sıkışıp kalan hayatını anlatıyor.
Mihály Babits, 1883yılında Szekszárd’da doğdu. Üniversite eğitimini Budapeşte’de Macar Kraliyet Bilimler Üniversitesinde Macar ve Latin dili ve edebiyatı bölümlerinde tamamladı. 1905’te Baja’da başladığı öğretmenlik kariyerini Szeged, Fogaras ve Budapeşte’de sürdürdü. Beş şiirinin ‘A Holnap’ (1908) adlı antolojide yer almasıyla adı ülke çapında tanınan Babits’in ‘Levelek Iris koszorújából / İris’in Tacından Yapraklar’- adlı ilk şiir kitabı 1909’da yayımlandı. 1913’te tefrika edilen ilk romanı ‘Leylek Halife’, 1916 yılında kitaplaştırıldı.
1. Dünya Savaşı yıllarında yazdığı bir şiirinden dolayı vatansever olmamakla suçlanıp 1916’da öğretmenlikten uzaklaştırılınca kendini tamamen yazarlığa adadı. Bu tarihten itibaren sekiz şiir kitabı, dört romanı daha yayımlandı. Şair ve yazarlığının yanı sıra Latince, Fransızca, Almanca, İngilizce edebi eserlerin çevirmeni, önemli edebiyat dergilerin editörü ve edebiyat ya da düşünce topluluklarının yönetim kurulu üyesi olarak Macar edebiyatı üzerinde büyük bir etkisi oldu. 1941 yılında hayata veda eden Babits, Antal Szerb’in ‘Macar Edebiyat Tarihi’ kitabında şu sözle onurlandırılacaktı; “Macar ruhunun Avrupa’yla yeni bir sentezi.”
‘Leylek Halife’nin I.Bölüm başlığı, geçmişe doğru bir yolculuğa çıkacağımızı daha baştan belli ediyor: “Elemér Tábory’nin yaşam öyküsü, kendi kaleminden”-
Belli ki tekinsiz, daha doğrusu planlandığı gibi gitmemiş, sonuna gelinmiş bir hayatın öyküsü bu: “Hayatımın dosyalarını düzenlemek istiyorum. Kim bilir ne kadar zamanım kaldı. Atmayı planladığım adım, belki de ölümcül olacak.”
Ve sonra romana damgasını vuran lirik dille yapılmış bir özet:
“Gece yavaş yavaş, ama kesin olarak geçiyor. Sonra birden kara Rüya, parmak uçlarında bir katil gibi gelecek ve sessizce arkamda duracak. Elini ansızın gözlerime bastıracak. Ve o zaman artık kendim olmayacağım. O zaman her şey başıma gelebilir. Hayatımın dosyalarını düzenlemek istiyorum, dalmadan önce yeniden uykuya. Not ettim tamı tamına her şeyi. Hayatım bir rüya gibiydi, rüyalarım ise hayat. Bir rüya kadar güzeldi hayatım; ah, keşke hayatım talihsiz olsaydı, rüyalarım da güzel!”
Yakınmalarını dinlediğimiz anlatıcı -Elemér Tábory- için rüya kadar güzel başlamış yaşam öyküsü. Zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen, titizlikle ve sevgiyle -biraz da şımartılarak- büyütülen, iyi eğitimli, yetenekli, yakışıklı, çevresindekilerin hayranlıkla izlediği bir delikanlı. Farklılıklarının farkındalığıyla kendisine fazlasıyla güveniyor – ta ki 16 yaşına kadar…
O yılın Bahar Bayramı münasebeti nedeniyle düzenlenen baloda gördüğü yabancı bir yüzü tanıdık bulan Elemer, eve dönüp uykuya daldığında kabus gibi bir rüyayla sarsılacaktır. Bambaşka biridir rüyasında; her gün kötü muameleye maruz kalan, babasız, yoksul bir marangoz çırağı – kendisinin tam karşıtı bir hayat sürdüren, beceriksiz ve çirkin bir genç.
Rüyalar her gece birbiri ardına akar giderken genç adamın zihni iyice karışır. Hangi hayatı daha gerçek sorusu takılır aklına. Bu konuda yazılmış bilimsel kitapları okumaya başladığında kendisinde çoklu kişilik olduğuna karar verecektir. Ve Elemer’in -biri zengin ve eğitimli, diğeri cahil ve yoksul- iki kişiliği birlikte büyümeye başlarlar. Elemer, üniversiteyi bitirir, büyük kente göçen marangoz çırağı sahte bir hüviyetle katip olur. Ancak bu iki kişiliklilik haliyle baş etmek hiç kolay olmayacaktır:
“Bu, büyük bir kovalamacaydı: gecelerim gündüzlerimi kovalıyor, bir benliğim diğerini kovalıyordu. Çok şey gördüm ve hiçbir şey görmedim, en güzel şeylerin yanından koşarak geçtim, gecelerin önünden gecelere doğru (…) Hiçbir yerde huzurum yoktu. Diğer hayat kovalıyordu ve katibin tekdüze çırpınışı, bu renkli gezinin bir arada tutan hüzünlü nakaratıydı umutsuz bir düzenlilikle yinelenen. Ve hayatımın biri diğeriyle, gece gündüzle değişti durdu”…
Edebiyat tarihçisi ve eleştirmen Dr. Krisztina Kovács’ın kitabın girişindeki ‘Önsöz’ü, yazar ve romanı hakkında yeterince bilgilendirici. Romanın adının ‘Binbir Gece Masalları’nda yer alan bir masaldan esinlendiğini söylüyor Kovács. Ancak aslından değil,; Babits, Alman yazar Wilhelm Hauff’un ‘Binbir Gece Masalları’dan uyarladığı ‘Kalif Storch’ adlı masalından çıkmış yola. Masal elbete dönüşüme uğrayan insanlarla ilgili.
‘Leylek Halife’nin ortaya çıkmasında Mihayl Babits’in dedektif romanlarına olan tutkusunun rol oynadığı söz edilse de, bu romanın kurgusunda ve hikayesinde polisiyeden ziyade korku türünün öne çıktığı açıkça görülüyor. Öncelikle, ruhen ve bedenen değişim motifinin gerek edebiyatta, gerek korku sinemasında sıklıkla kullanıldığını biliyoruz. İlk aklıma gelen örnek Robert Louis Stevenson’un 1886’da yayımlanan ve günümüze dek sayısız -uyarlaması yapılan ‘Dr. Jekyll ve Mr. Hyde’ romanıdır ki ‘Leylek Halife’deki ikiye bölünmüşlük haliyle epey bir benzerlik barındır.
Babits’i etkileyen örnekleri çoğaltmak mümkün. ‘Leylek Halife’nin yazılmasında söz konusu metinlerin yanı sıra çağdaşı korku filmlerinin etkisi de mutlaka vardır. ‘Leylek Halife’nin kendisinin de sinemaya -elbette korku türünde- uyarlandığını, senaryo yazarı Frigyes Karinthy’in ‘İki Ruhlu Adam’ adını önerdiğini ama filmin yine de orijinal ismi olan ‘Gólyakalifa / Leylek Halife’ adıyla gösterime girdiğini ekleyelim.
‘İki Ruhlu Adam’ın -yukarıda özetlediğim hikayesi düşünüldüğünde- roman için gerçekten de daha yerinde bir seçim olduğu söylenebilir. ‘Leylek Halife’de kişilik bölünmesini ve çoklu kişilik bozukluğunu bir metafor olarak kullanan Mihayl Babits, Freud öğretisini 20. yüzyılda romana uyarlayan ilk yazarlardan birisidir.
Romanın yazıldığı 1913 yılına kadar Freud’un pek çok eseri yayımlanmıştı; ‘Histeri ile Mücadele’ (1895), ‘Düşlerin Yorumu'(1899), ‘Gündelik Yaşamın Psikopatolojisi’ (1904), ‘Espriler ve Bilinçdışıyla İlişkisi’ (1905), ‘Sanrılar ve Rüyalar'(1907). Babits, ‘Leylek Halife’yi tasarlarken belli ki Sigmund Freud’un öğretilerinden haberdardı. Zaten hikaye içerisinde Elemer’in kitap tavsiyesi istediği doktorun “Bu konuyla ilgili şimdilerde moda olan bir kitap var, Viyanalı bir doktor yazmış, ama çocuklara göre değil. Ayrıca çok bilimsel bir çalışma da değil,” ifadesi doğrudan Freud’u işaret ediyor. Freud’un eserlerin başlıklarını okuyan dikkatli bir göz, işlenen konularla ‘Leylek Halife’nin psikolojik arka planı arasındaki ilişkiyi kolaylıkla kurabilir.
Buradan hareketle, roman kahramanı Elemer’in rüyalarıyla, rüyaların açığa çıkardığı bilinçdışı dürtülerin Freudcu teoriyle tamamen örtüştüğünü söylemek hiç de abartılı değildir. Bir yanda toplumsal roller ve sorumluluklar, diğer yanda bastırılmış arzular ve karanlık dürtüler; Babits, bilinçaltının derinlerinde yatan karanlık arzularının yüzeye çıkışını ve bu çatışmanın bireyi parçalayarak gerçeklikle bağını nasıl kopardığını ustalıkla işlemiş. Özellikle şairliğinden gelen lirik dili ve zengin imgelem haznesi sayesinde bireyin iç dünyasını, dile getirilmesi zor duygularını kolaylıkla yakalıyor ki böyle bir anlatım Freud’un rüya çözümlemelerine doğrusu çok yakışıyor.
Olay örgüsünü de başarılı buldum. Sakin ve huzurlu bir başlangıcın ardından anlatının rüyalarla bölünmesi, Elemer ve katip arasındaki geçişlerin sıklaşması ve belirsizleşmesi, ikinci benliğin bir rüya kişisi olmaktan giderek roman kahramanına doğru evrilmesi, onun da gördüğü rüyalarla -ama Elemer’in tersine, kendisini eğitimli ve zengin bir beyzade olarak gördüğü rüyalarla- uğradığı şaşkınlık, Katip kişiliğin kirli hayatının Elemor’da yarattığı iç hesaplaşmalar, Elemer’in kendisinin de ahlaki anlamda düşüşe geçmesi… İşte bütün bunları zenginlik ve yoksulluk imgeleriyle mükemmel bir biçimde harmanlayarak bireyin iç dünyasına, bilinçle bilinçdışı arasındaki tekinsiz ilişkiye nüfuz etmeyi başarıyor Babits.
Bireyin zihnine -bilinçdışını açığa çıkaracak derinlikte- yapılan bu yolculuk, o dönemin zihniyet biçimlerine sergilemesi açısından önemli. Her ne kadar bireye odaklanan bir anlatı gibi görülmekle birlikte ‘Leylek Halife’nin geri planında 1. Dünya Savaşı’nın yarattığı kaosun ve umutsuzluğun payı olmalı. Bunun yanı sıra yine o dönemin orta sınıflarının içi boş yaşantılarına, sınıf farklılıklarına yapılmış vurgular da var. Toplumsal yarılma bizzat Elemer’in kişilik bölünmesinde. Bir yandan asil bir karakter olarak Elemer, diğer tarafta Elemer’in tiksindiği umutsuz, eğitimsiz ve yoksul ‘öteki’ kişiliği.
“… bu ikisi gerçekten aynı ruh ve bir süre ayrı kalsalar bile şimdi karıştılar, anıları aynı ve karakterleri, iç dünyaları da – işte dehşet verici olan da bu – aynı, yalnızca dıştan tümüyle farklı görünüyorlar; içten içe o iğrenç katibin de özünde ben olduğumu hissediyorum, farklı kılıkta, farklı koşullarda ben. Katibin anısına karşı savaşırken aslında kendime karşı, kendi kötü benliğime karşı savaşıyorum.”
Elemer’in diğer benliğine karşı savaşı aslında sınıf mücadelesinin bilinçaltına yansımasından başka bir şey değildir.
Bireyin iç dünyasının karanlık labirentlerine yapılan dilsel yolculukta insana dair hakikatlere cesaretle dokunan ‘Leylek Halife’, geçen yıllara dili ve içeriğiyle meydan okuyan, kısa ama etkileyici, yükte hafif pahada ağır bir roman.