Özgür Özel de Hrant Dink’in vurulduğu yerdeydi
Londra West End'de 36 yıl önce başlayan kariyeriyle Mario Frangoulis bugünün en popüler tenorları arasında. Yunan müzisyen cumartesi akşamı İstanbul'da vereceği konseri öncesi 10Haber'in sorularını yanıtladı.
‘Caruso’, ‘Con te Partiro’ ve ‘Vincero Perdero’ gibi unutulmaz yorularıyla hafızalara kazandı. İstanbul, Bodrum, Efes ve Aspendos gibi Türkiye’nin farklı yerlerinde çok sayıda konser verdi. 36 yılı aşan kariyerinde albümleri milyonlarca evde yankılandı. Billboard listelerinde neredeyse bir yıl boyunca ilk üçte yer aldı. Lucianno Pavarotti, Placido Domingo, Jose Carreras, Lara Fabian ve Sarah Brightman gibi müzisyenlerle aynı sahneyi paylaştı. Tüm bunları başaran isim, tenor Mario Frangoulis, cumartesi akşamı yeniden İstanbul’da. Yunan müzisyen Piu Entertainment organizasyonuyla Volkswagen Arena’da 36 yıllık müzikal yolculuğunu selamlayacağı bir performansa imza atmaya hazırlanıyor. Sanatçı konserinde bu görkemli kariyerinde yorumuyla klasikleşen şarkılarını seslendirecek.
21 yaşındayken Londra’nın sanat muhiti West End’de katıldığı ‘Sefiller’ müzikali seçmesiyle değişen hayatı ona yüzlerce kez sahneye çıkacağı bir kariyer bahşetti. Bu kariyerinde Türkiye’deki konserlerinin de önemli bir yeri var. İstanbul konseri öncesi bir araya geldiğimiz Mario Frangoulis, bunun için minnettar. Her yeni güne sanki kariyerine sıfırdan başlarmış gibi aynı heyecanla başladığını belirten Frangoulis’le müzik tutkusunu, kariyerini ve elbette İstanbullu köklerini konuştuk. Tabii Leyla Gencer ve Maria Callas’ı da unutmadık.
-İstanbul’a hoş geldiniz. Bu şehirde olmaya dair neler hissediyorsunuz?
Benim büyükannem İstanbullu. Balatlı. Dolayısıyla bu kentle ayrı bir bağım var. Söylediğine göre yaşadığı ev, Balat Rum Lisesi’ne yakın bir yerdeymiş. Bu şehri her daim iyilikle yâd ederdi. Onun İstanbul’a dair gençlik anıarını ve arkadaşlıklarını dinleyerek büyüdüm. Büyükannem benim İstanbul’daki ilk konserime vesile olan kişidir aynı zamanda. Israrla bunu yapmam gerektiğini söylüyordu. Onu dinledim ve Harbiye’de unutulmaz bir konser verdim. İlk başta nasıl davranmam gerektiğini bilemez haldeydim. O coşkuyu unutumam. Karşımda inanılmaz bir seyirci vardı ve ben büyülenmişti. O konserde gözyaşlarımı tutamayıp ağladığımı hatırlıyorum. Orkestra şefi de gözyaşlarıyla bana eşlik etmişti. Çok duygusal bir andı.
Bu aslında iki komşunun ortak duygusuydu. Hatta zaman zaman politika işleri bozsa da biz komşudan da öteyiz. Herkes için geçerli olan bir şey var; geçmişi, geçmişte bırakmak. Ben İstanbul’a her gelişimde fırsatım oldukça kentte yeni ne var diye bakınıyorum. Burayı çok seviyorum. Her gelişimde farklı bir heyecan uyanıyor içimde. Benim için önemli olan da bu zaten.
-Çok güzel özetlediniz. Şimdi kariyerinizin 36. yılında yeniden İstanbul’dasınız. Bu kariyeri hangi kelimelerle özetlerdiniz?
Uzun ve güzel bir kariyer diye özetleyebilirim. Ama fazlası da var. Her şeyden önce çok şanslıydım. Çok genç yaşta Londra’da ‘Sefiller’ müzikalinde rol alarak bu büyülü dünyaya adım attım. Londra’nın merkezinde West End’de bu rolü oynayabilmek benim için büyük başarıydı. Bunu herhangi başka yerde düzenli bir sahne deneyimi kazanmadan başarmıştım. Yeri geldiğinde haftada sekiz gösteri için sahneye çıktım. Takdir edersiniz ki bunun için iyi bir kondisyonunuz olması gerekiyor. Bu aynı zamanda bir disiplin işi. Sesinize çok iyi bakmanız, ona iyi davranmanız gerekiyor. Adanmış ve bir o kadar da “normal” bir hayat yaşamak bu noktaya gelene kadarki en önemli süreç bence. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki 36 yıl önce nasıl çalışıyorsam şimdi de o şekilde devam ediyorum.
-Bu sanırım sürdürülebilirliğin de en önemli parçası. Bir sanatçı olarak ayakta kalabilmenin de kilit noktalarından biri olsa gerek…
Kesinlikle önemli şey. Ben bu açıdan doktorluğa da benziyorum. Bir doktor nasıl ki öğrenmeye ve çalışmaya ara veremezse bu müzisyen için de öyle. Tabii risk almadan da olmuyor.
-Ne tür riskler mesela?
Ben klasik sayılabilecek bir yapıtla ‘Sefiller’le sahneye adım attım. Sonrasında karşıma bir seçenek daha çıkmıştı. Londra’da ‘Grease’ müzikalinde John Travolta’nın rolünü oynayacaktım. Kabul etmeyebiliridm ama bunu yapmadım. Zira biri ne kadar ayakları yere basan bir rolse diğeri de gerçek manada bir o kadar hareketliydi. Sürekli uçarcasına zıplamam ve dans etmem gerekiyordu. Bir yandan bir klasik, diğer yanda çok daha ticari bir şey. Bu riski aldım ve o rolde de oynadım. Bugün geriye dönüp baktığımda ikisinin de üstesinden gelebildiğimi düşünüyorum. Burada nasıl ve kimlerle çalışmayı seçtiğiniz de çok önemli tabii.
-Okul yıllarında çalışkan bir öğrenci miydiniz?
Sorunuz sanatla ilgili alanlara dairse evet. Ama matematik ya da fizik için ne yazık ki aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Sanatsal dersleri ve konuları ne kadar sevdiysem diğerlerinden de o kadar zorlanmıştım. Şiir, güzel müzikler, Antik Yunan’dan tragedyalar; bunlar beni her daim heyecanlandırdı.
-O halde biraz güzel müzikler üstüne konuşalım. Bir müzisyen olarak evinizde ne tür müzikler dinliyorsunuz?
Ağırlıklı olarak caz dinlerim. Cazın farklı türlerini. Bu müziği gerçekten çok seviyorum. Caz beni çok rahatlatıyor. Gençlik yıllarımdan beri bu müziğin farklı katmanlarını araştırdım ve dinledim. Ella Fitzgerald ile başladı bu müziğe olan ilgim. O, bence tüm zamanların en iyisi. Nat King Cole’un da iyi bir dinleyicisiyim diyebilirim. Üç yıl önce yayınladığım albümüm ‘Blue Skies, an American Songbook’ta tam da bu isimlerin yıllar önce seslendirdiği şarkıları yeniden yorumladım.
Sony Classic yöneticileri bana “Sırada ne var?” diye sorduklarında “Bir caz albümü yapmak istiyorum” demiştim. Onlar da gülerek “Gerçekten mi? Seninle bunun için anlaşmamıştık. Ama nasıl istersen” demişti. Oysaki ben o zamana kadar Andrea Bocelli ile aynı kulvardaydım. Ama sonrasında Sony Classic’in ilk farklı türlere geçiş yapan (crossover) klasikçisi oldum. Bocelli bunu yapan ilk isimdi. Ben de ikinci crossover tenor oldum.
-Sony’deki yetkilileri ve aslında tabii ki müzikseverleri heyecanlandıracak yeni bir projeniz var mı?
Bir sürü hayalim var. Aslında bakarsanız şu anda bile elimde bir albümüm var. Bir daha klasik crossover bir albüm yapmak istemiyorum. Bence insanlar daha fazla sadelik talep ediyor. Daha az enstrümanın olduğu bir şeyler düşünüyorum. Büyük orkestralarla albüm yapmanın güzel yönleri var elbette. Ancak iş turneye geldi mi bu gerçekten zorlayıcı oluyor. Hele ki kıtalararası bir turneye çıkıyorsanız. Bunu yakın zamanda da Sarah Brightman ile tecrübe ettik. Gittiğiniz her yerde konser öncesi bu büyük orkestralarla kapsamlı provalar yapmanız gerekiyor. Öyle bir-iki provayla da bitmiyor bu süreç. Bu gerçekten çok yorucu. Üst üste 25 konser verdikten sonra uzun bir süre hiç konuşmamanız ve bol bol uyumanız gerekiyor.
-Peki cuma akşamı İstanbullu müzikseverleri nasıl bir konser bekliyor?
En sonuncusu üç yıl önceydi ama bana göre uzun bir süre bu; Şimdi yeniden İstanbul’dayım. Bu kente olduğu kadar seyircilerine de bayılıyorum. İnsanların güzel bir cuma akşamı geçirecekleri ve çok sevdikleri şarkılardan oluşan bir repertuvarla sahnede olacağım. Dans etmek serbest.
Öte yandan Türk müzikseverlere sevgi ve birliktelik mesajlarımı iletmek isterim. Güncel politik meseleleri bir kenara bırakırsak -ki ben öyle yapıyorum- Yunanistan ve Türkiye arasında büyük bir kültürel birliktelik var. Bunun bir yansıması olarak Zülfü Livaneli benim çok sevdiğim bir dostum. Kendisini sık sık Yunanistan’a davet ediyoruz. Konserlere geliyor.
-Maria Faranduri ve George Dalaras’la sahne almıştı…
Evet, ah George Dalaras. Ona her seferinde politikayla bu kadar içli dışlı olmamasını söylüyorum. Birkaç gün önce bir açılışta karşılaştığımızda ona bunu yineledim. Türkiye’de çok sevildiğini biliyorum. Bunu o da biliyor.
-Son sorum. Yakın zamanda Maria Callas’ın hayatını anlatan bir film gösterime girecek. Seyredecek misiniz? Bununla birlikte hem Callas hem de Leyla Gencer hakkında bir tenor olarak neler söylemek istersiniz?
Bir sanatçı olarak Maria Callas’ı çok seviyorum. Genelde yaşlıymış gibi gösteriliyor ama o daha çok yaşadığı buhranların bir sonucu. Zira öldüğünde daha 54 yaşında bile değildi. Üstelik hayatını kaybetmeden uzun yıllar evvel de sahnelere veda etmişti. Kariyerine Wagner gibi zor bir bestecinin eserleri başlamış ve zoru başarmış biri Maria Callas. Günümüzde sahnede artık ayrılan beş farklı soprano tonuna birden sahipti.
Leyla Gencer’e gelecek olursak, Maria Callas ile birlikte en sevdiğim iki opera sanatçısından biri. Bence bu ikisi isim çağın da en büyük iki operacısı. O en farklı ve en zor operaları peş peşe sahneleyebilen biriydi. Tarihin en büyüklerinden biri. İnanılmaz esnek bir ses rengi vardı. Herkes için zor olan eserleri seslendirmek onun için mesele değildi. Muhteşem bir tekniğe sahipti.