Bir İstanbul klasiği: 40. İstanbul Tüyap Kitap Fuarı kapılarını açıyor
Aşkın peşinde koşanlar, kime güveneceğiniz’i sorgulayanlar, annelik kavramının peşine düşenler, tanıdık simalar… Raflarda dumanı üzerinde tütenlerin peşinden koştuk bu hafta.
Dört gözle yolunu gözlediğimiz kitaplar, Türkçeye yeni çevrilenler, ‘Okuma listeme aldım ama hala başlamadım’ dediğimiz uzun listelerin değişmezleri…10Haber, bu kitapların izini sürüp raflarda geziyor. Kimi zaman yeni çıkanların peşine düşüyor, kimi zaman uzun zamandır raflarda demlenen kitapları keşfediyor. Ama en çok da ‘Bu aralar ne okusam?’ sorusuna yanıt arıyor.
Aşkın peşinde koşanlar, kime güveneceğiniz’i sorgulayanlar, annelik kavramının peşine düşenler, tanıdık simalar… Raflarda dumanı üzerinde tütenlerin peşinden koştuk bu hafta.
İkinci Dünya Savaşı’nın birçok kitaptan okuduk, birçok film den izledik muhtemelen yenileriyle de karşılaşmaya devam edeceğiz. Son örneği de 1920’de Hollanda’da Yahudi bir aileye doğan ve bugün 103 yaşında olan Marga Minco’nun özyaşam öyküsünden esinlenen ‘Acı Otlar.’ Kitap, kalabalık bir ailenin soykırımdan kurtulan tek üyesi olan Minco’nun hayatındaki izlerin peşinden gidiyor. İlk olarak 1957 yılında yayınlanan ve tüm dünyada okurlarının kalbine yerleşmeyi başaran roman, savaş meydanlarını, toplama kamplarını, direnişi vs. değil, gündelik hayatın rutininde, içinde bulundukları düzenin hiç sarsılmayacağını düşünen insanları anlatıyor. Leyla İleri’nin Türkçeleştirdiği roman, Doğan Kitap etiketiyle raflarda.
Günün birinde acıyı keşfeden bir çocuktu Zeze. Yoksul bir ailenin ‘şeytanın vaftiz oğlu’ dedirtecek kadar yaramaz, okumayı tek başına öğrenecek kadar zeki, tüm ihtimalleri gerçek kılacak kadar hayal gücü sonsuz bir çocuktu. Bir şeker portakalı fidanıyla arkadaş oldu Zeze. Günlük hayatını, hayallerini ona anlattı. Küçük bir çocuğun dünyaya bakışını, sevgisini ve sevdiklerine verdiği emeği, boğazda büyük bir yumru olarak anlatan Zeze, bir çocukluk kahramanı olabilir ancak ara sıra ziyaret edilmesi gerekilen zamansız da bir dost aynı zamanda. Can Yayınları, bu dünya klasiğini 40. yılının onuruna yeniden baskıyla okurlarla buluşturuyor.
Merhamet, fedakarlık, kaygı… Günlük hayatın heybesinden bir türlü çıkmayan, aslında sayelerinde ‘insan’ olmayı tanımladığımız duygular bunlar. Peki sınırları neler? Ya da bir sonları var mı? Sahi kime güveneceğiz? Nigel Barber’ın ilkel toplumlardan günümüze fedakârlık biçimlerini ve evrimini ele alarak bu soruların peşinden gidiyor. Orhan Düz’ün çevirisiyle Alfa Yayınları’ndan çıkan kitapta cevapları aranan sorulardan bazıları şunlar: “İnsan toplulukları ve doğadaki diğer bireyler, gerek kendi tabiatları gerekse de hayatlarını güven içinde sürdürmelerini sağlayacak ortak çıkarlar nedeniyle bir araya gelirler. Yiyecek içecek kaynaklarına ulaşmak, barınmak, tehlikeler karşısında birbirlerini korumak ve sosyalleşmek başlıca kaygılarını oluşturur. Bu topluluklardaki ilişkiler yalnızca çıkar odaklı mıdır? Birlik, aidiyet, utanç, suçluluk hissi de bir çeşit fedakârlık eylemi sayılabilir mi?
Birçoğumuzun okuduğu ilk kitaplar arasında yer alıyor ‘Küçük Prens.’ Yıllar sonra dönüp bakıldığında, sayfaları tekrar karıştırıldığında farklı etkiler de bırakmasıyla meşhur bir kitap. Antoine St. Exupéry’nin dünyaca ünlü hikayesi, yeni bir yorumla karşımızda. Stéphane Garnier, St. Exupéry’nin hikâyesini yeni ve çağdaş bir gözle yeniden ele alıyor ve Küçük Prens’in yaptığı gibi yavaşlayarak, büyük hayaller kurarak ve çocuklarımıza alçakgönüllü bir nezaket göstererek içimizdeki Küçük Prens’i korumaya bizleri teşvik ediyor. Her bölümde Garnier, bize nasıl asi ve dürüst olacağımız, dünyada nasıl iz bırakacağımız, başkalarının yargılamasından nasıl kurtulacağımız ve yalnızlığı nasıl kabulleneceğimiz gibi temel dersleri hatırlatıyor.
Balinalar hakkında hepimizin bir fikri var. Birçoğumuz için korkutucu, bazılarımız için büyüleyici. David Mckee, Elmer’in bu macerasında balinaları görmek için sahile giden iki kuzenin hikayesini anlatıyor. Elmer ve kuzeni Wilbur, balinaları görmek için sahile gitmeye karar verir. Ancak denizde kaybolduklarını fark ettiklerinde, yolculukları beklediklerinden çok daha maceralı bir hal alır. Peki kıyıya dönmelerine balinalar yardım edebilecekler mi?
Herkesin peşinden koştuğu ya da en azından kıyısından bulaşmaya çalıştığı bir olgu aşk. Ya da izlediğimiz filmler, okuduğumuz kitaplar ve toplum bize bunu söylüyor. Sadakat, tek eşlilik, mutlu son gibi kavramlar aşkın temeline oturtuluyor, herkesten bu şekilde ilişkiler yaşaması bekleniyor. Mona Chollet ise “Hayır, başka şeyler ve aslında her şey mümkün!” Diyor. ‘Aşkı Yeniden İcat Etmek’ patriyarkanın heteroseksüel ilişkileri nasıl manipüle ettiğini, hem kadınları hem de erkekleri koşullandırdığını, aşkı ve arzuyu yaşamamıza engel olduğunu anlatıyor. Kadın-erkek ilişkisinin hakiki ve eşit bir ilişkiye dönüşebilmesi için öncelikle kadınların kendi seslerini bulması gerektiğini öğütlemeyi de ihmal etmiyor.
Matsutake mantarını duydunuz mu hiç? Henüz haberdar değilseniz saymakla bitmeyen birçok özelliği var ancak yazar Anna Lowenhaupt Tsing, bu mantar türünü çağımızın en tuhaf meta zincirlerinden biri olan matsutake mantarı üzerinden kapitalizmin bıraktığı enkaza karşı doğanın direnme biçimlerini, ormanın ve ağaçların hikâyelerini anlatıyor. Tsing, “kapitalist yıkım” ile “işbirliğine dayalı hayatta kalma” ilişkisi hakkında daha önce pek de yüzülmemiş sulara açılıyor.
Kutsal annelik olgusu, anne olmak isteyen ve istemeyen kadınlar, annelik kavramını sorgulayanlar, bu konuda ahkam kesenler… Araştırmacı Zehra Zeynep Sadıkoğlu, kendi hikayesinden yola çıkarak annelik kavramının sosyokültürel bağlamına odaklanıyor. Teyze olduktan sonra gündelik hayattaki tecrübelerine dikkat kesiliyor yazar. Örneğin, çocuklarının yaramaz değil, hiperaktif olduğunu söyleyen annelere dikkat ediyor ya da kuşaklar arası değişen annelik deneyimlerine…Tüm bu gözlemler ve aklına gelen sorular onu annelerin uzmanlık bilgisiyle nasıl bir ilişki kurdukları ve bu ilişkiyi nasıl anlamlandırdıklarını anlamaya itiyor. Ortaya da bu sorulara yanıt arayan ‘Yeni Anneliğin Sosyolojisi’ kitabı çıkıyor…
Hugh Lofting’in 1920’de yazdığı ‘Doktor Dolittle’ın Hikâyesi’ bugün hala ilgi çekmeyi başarıyor. Öyleyse sizi gerçek bir hayvansever olan Doktor Dolittle ile tanıştıralım. Muayenehanesi türlü türlü hayvanla dolup taşıyordu ve bu durum artık hastaları uzaklaştırmaya başlamıştı. Bir gün, Polinezya adında bir papağan, Doktor Dolittle’a hayvanların dillerini anlamayı öğretti ve ona parlak bir fikir verdi: Doktor bundan sonra insanlar yerine hayvanları iyileştirse çok daha iyi olacaktı. Doktor Dolittle papağanın tavsiyesine uydu ve kendini hayvanları iyileştirmeye adadı. Bu sırada başka kıtalara dek uzanan, birbirinden heyecanlı serüvenler yaşadı.
Şair, yazar, psikiyatrist, eleştirmen ve yayıncı Cem Mumcu’nun son kitabı Sana Aşktan Soruyorlar, aşka ve ilişkilere üstten bakmıyor, had bildirmiyor ya da yargılamıyor. Sadece olanı, olduğu gibi aktarıyor. Günümüzde kendimize aşık etmenin binbir yolunu öğrettiğini iddia eden, aşk hakkında büyük cümleler kuran iddialı sözlerden bu yönüyle ayrılıyor kitap. Yazar da soruyor: Aşk böyle bir şey mi cidden? Başkalarının fikriyle, yargılarıyla, idealleriyle şekillenen bir strateji oyunu mu? Aşktan söz edenler aşkı halden anlamaz bir halde esir etmek zorunda mı?