Ve sahne Mabel Matiz’in
Teoman, son albümü 'Ben, Zargana, Deus Ex Machina' yayımlanmadan önce yaptığı paylaşımlar tartışma yaratmıştı. Tartışmalar sönümlendi peki bu albüm bize ne söylüyor? Yoksa Teoman, bu albümle, kendi gölgesiyle savaşan postmodern bir Don Kişot’a mı dönüşüyor?
Mevlana’nın “Dün dünde kaldı cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek lazım” sözünün ekseninde, ‘söz kürsü’sünde duran için ‘yenilik’, çetrefil ve ontolojiyi sarsan bir durumdur.
Her kez, ‘bilinç’inde ‘artezyen yaraları’ açmanın ve sonra bu yaralara şifa bulmanın derdine düşmek, yıkıcı bir eylemdir. Müziği ‘araç’ olarak gören ve hayatını yaşadığı ve yakaladığı hikayeleri, müzikle anlatmanın derdinde biri olan Teoman, tefrika halinde anlattığı albüm hikayelerine belki de son veriyor. Çünkü ‘bağlam’ını yitirmiş bir adamın, ‘kendi bağlam’ına vedası ve bir ‘deri’ gibi geçmişinden sıyrılmasını başlatan kimyasal tepkime adeta. Bu denklemde, yolu açan, düğümü çözen antik Yunan’dan ilham alınan ‘ilahi’ bir nefes, ‘ben, zargana, deus ex machina’. Yahut ‘ene’nin zirvesinden ‘kendine’, ‘hayata’, ‘dünyaya’ bir ‘veda’ bakışı… Ve ‘yusufçuk’ gibi, sakin bir iniş ‘yeryüzüne’…
İnsanın kendi varlığını geçer bazen gölgesi. Ve bir başka varlık olarak, kendi varlığından bağımsız yaşamaya başlar. “Gölgemi takip edip, kuyruğumu kovalıyordum” diye başlayan albümü, ‘demonik’ bir gölgenin varlığını ifşa ediyor. Bir pop ikonu olarak hayatımıza giren, kentli, hercai, kadınların sevdiği, libidosu yüksek bir ‘karakter’ olarak ‘ün’lenen bu ‘gölge varlık’ ile yaşayan Teoman’ın gerçek ‘benliği’, bir kavşakta vedalaşacaktı belki de.
Bu ilişkinin uzun süreli olması ve sağlıklı yürümesi muhal görünüyordu. O, yıllarca ontolojik olarak ‘olduğu adam’la, popüler olarak ‘göründüğü adam’ arasındaki mesafenin uzayışını seyretti. Bunun nihai bir veda olacağını hissettiği ve geri dönüşünün mümkün olmayacağını anladığı anda vazgeçti ‘gölge’sinden.
‘İtiraf’larından oluşan albümü, onun planlı bir şekilde ‘gölge’sini öldürmesinden başka bir amaç taşımıyor. Aslında onun öldürdüğü gölge, bir ‘dönem’in sonu, gölgelerden beslenen suretlerin de ‘ışığa’ tutulması anlamına geliyor. Çünkü onun kadar bu gölgeyi tanıyan ve ‘içeri’den savaş açacak cesareti olan ne kadar insan var? Teoman, bu albümle, kendi gölgesiyle savaşan postmodern bir Don Kişot’a dönüşüyor.
Kafka’nın ‘değişim’inde ‘böceğe’ dönüşen Gregor Samsa gibi, Teoman da bir ‘zargana’ya dönüşüyor. Fosforlu neon ışıklarının altında parlayan, herkesin dokunmak, yakın olmak istediği ama herkese uzak ve belki de herkesten nefret eden, kalabalıklar arasında yalnız, hayatın ‘yüzey’inde yaşayan, derinleşemeyen ve derinleşmesine izin verilmeyen bir zargana.
O derinliklerini istiyor belki denizin, diplerinde bir ‘münzevi’ olarak kalmak istiyor, kendi ‘hiç’liğine ulaşmak istiyor. Ancak bir yanı ‘şahmaran’ gibi insana yakın ‘yüzey’leri de istiyor. Bu ikilem içinde, popüler kültürün ‘ışıktan’ ipleriyle bir ‘kukla’ya dönüştüğünü hissediyor.
Örnek aldığı ikonların izinde, ‘şartlı refleks’leriyle geliştirdiği ya da önünde bulduğu bu hayatın içine dalıyor yalınkat. Nefsin katmanlarında hayat bulan, ‘tuzlu su’ gibi her dikişte susuzluğu artan ve giderek bir ‘Frankenstein’a dönüşen bir yaratık. Ne yazık ki bu dönüştüğü ‘yaratığın’ popüler kültürde bir karşılığı da var. Toplum, onun bu ‘dönüşüm’ünü alkışlıyor, onun yaşadıklarından ‘haz’ alıyor ve ‘dahasını’ talep ediyor. Ancak bilmiyor ki, büyüyle kurbağaya dönüşmüş bir yaratığın aslında prens olması masalı gibi, bu Frankestein’ın da samimi bir öpücüğe ihtiyacı var. Ona ‘insan’ olduğunu hatırlatacak.
Her şeyin ‘düğüm’lendiği bu çetrefil nasıl çözülecek? İpi neresinden çekersen, ‘kördüğüm’ oluyor. Bu çözümsüzlük evreninde, insanın imdadına yetişecek bir şeye ihtiyaç var; ‘Deus ex machina’ Teoman, kendi var ettiği ‘gölgesini’, eline çekiç ve keskiyi alarak yok ederken, kuşkusuz yeni bir ontolojiyi de kuruyor.
Bu ontolojinin eşiğinde, bekliyor. Biraz tedirgin, kaygılı belki ancak sakin ve huzurlu da. Yeni bir ‘kavga’ya girişiyor, yeni bir ‘ontoloji’ye başlıyor. Bu başlangıç için, ‘geçmiş’in gerçekten geçmesi, onunla vedalaşması gerekiyordu. Onun Necip Fazıl Kısakürek’e göndermesini, bu açıdan okudum. Çünkü Fikret Adil’in Asmalımescit 74’ünde anlattığı ve “Bohem kelimesinin tanımı Necip Fazıl Kısakürek’tir” dediği ‘önceki’ yaşamıyla, ‘yetiş ya hızır’ misali, duyduğu ‘ses’le başlayan ikinci hayat evresi, böylesine bir kavga ve ontolojiye işaret eder.
Hakeza Mehmet Akif Ersoy da bir sabah Fatih Camii’nde hatırladığı çocukluğunun peşine düşerek kurar, ikinci hayat ‘evre’sini ve ontolojisini. Necip Fazıl bu ‘geçmişi’ için ‘çöplük’ tabirini kullanır ve “Eşelemeyin” der. Mehmet Akif, o döneminde yazdığı ‘gazelleri’ yakar, yok eder. Teoman, ifşa ederek, anlatarak yok ediyor.
Aslında hepimizin benliğinin altında oluşan dev ‘obruk’lar var. Fark etmiyoruz, üzerine yüksek yüksek ‘benlik’ler inşa ediyoruz ve günün birinde ufak bir sarsıntıyla hepsinin yerle bir olduğunu görüyoruz. Teoman, bütün albümlerinde bu ‘ikilem’in ve uzayan ‘mesafe’nin kavşağından sesleniyor.
Müziğin sosundan sıyrılıp, kelimelerin derinliklerine inildiğinde, bu acı ve açıyı görmek mümkün. Ve öyle ki, zaman geçiyor, mesafeler uzuyor ve obruk bir anda çöküyor. Öncesinde duyduğumuz sesler, çatırtılar, yaklaşan bir ‘deprem’in habercisi ancak müziğin sesi bastırıyor galiba. Şimdi, son albümünde müziğin sesini kısarak, kelimelerin görünmesini sağlıyor Teoman. Bu albümün müzikten ziyade matbuata yakın durması ve bir kitap gibi alınıp okunması gerektiğini düşünüyorum.
Thomas Bernhart “Yazmak işemek gibidir” der ve bir ‘köpek’ örneğini verdikten sonra, “Köpek en yakınındaki yükseltiye işer. İnsan da en yakınında kendisini bulur” der. Teoman, ‘işemek’ kadar ‘doğal’ ve onun kadar ‘zaruri’ bir eyleme girişiyor. Eğer ‘işemeseydi’ ölürdü. Ve bir gölge varlık olarak yaşamını sürdürmek zorunda kalırdı. O, gölgesini görünür kılarak, ona usta bir terzi gibi elbise dikip insan içine çıkararak hem ondan intikam aldı hem de öldürdü. Bu nedenle, son albümündeki “Yo hiç pişman diilim geçmişimden, Severdim onu haz doluydu ve zevkliydi” sözleri, postmortem bir analize daha yakın durmuyor mu?
“Yarı emekli oldum” diyerek, ‘sıradanlığı’ deneyen ve ‘yüzey’den ‘derin’lere doğru yeni bir yolculuğa çıkan Teoman, ‘zargana’nın fosforlarını sökerek, ‘ün’, ‘şan’ ve ‘şöhret’ten kurtularak, hayat pratiklerini ve yaşam tarzını değiştiriyor.
Çocuksu bir ‘rikkat’ ile tanık olduğu, 12 Eylül öncesi ‘sokak’larındaki ‘şiddet’ten mustarip, ne ‘sağ’dan ne ‘sol’dan yürüyen Teoman, o günlerden gelen bir ‘aidiyet’ problemini, kültürel ve sosyal bir ‘yabancılaşmaya’ doğru derinleştirmiş görünüyor. Sıcak savaşın soğuk savaşa doğru evrildiği zamanlarda, gerek retorikte gerek eylemde gerginleşen, çatışan, kopan, uzaklaşan, yabancılaşan kitleler arasında yaşanan gerginliğe de aynı ‘çocuksu’ gözlerle bir anlam veremediğini düşünüyorum. A
rada bir ‘koro başı’ gibi, hizaya getirmek için cümleler kursa da, kitlelerin ‘Hamlet’in bilgeliğinden uzak, ‘Fortinbras’ın hilebaz, savaşçı bir kimlik arayışında olduğu gerçeğiyle de yüzleşiyor. Bu yüzleşmenin çocuksu bir yalnızlığı da kendisine emanet bırakıyor, “…ait değildim hiçbir yere”
Her insanın iç acıları toplamının derece farkı var. “Acıları dev aynasında büyüten bir hassasiyetim var” diyordu Cemil Meriç. Üstelik tedavi için gittiği Kenzven’de görmeyen gözlerine ironi yaparak, “Kenzven’de her gün gecedir” diyordu. O da benzeri bir ‘ikilem’in içinde, ‘sağ’ ile ‘sol’ arasında kalmanın ve hiçbirine ‘ait olamamanın’ diyetini ödemişti.
Kitle, narsist bir kişiliğe dönüşüyor. Sahipleniyor, ben merkezci davranıyor, kıskanç davranıyor ve giderek ‘kanını içip’ içini boşaltıyor. Başlarda güzel gelen bu yolculuk, sonraları soğuran, daraltan, duvar ören, kalıplaştıran ve sınırlayan bir ilişkiye dönüşüyor. Teoman, kendi kitlesiyle ‘dalaşmak’ niyetinde görünmüyor. Ancak aidiyet noktasında, ‘yönsüz’ bir yolculuğa çıktığını da ifade ediyor. Eskiden bıraktığı ‘iz’i yok ederken, ‘arkamdan kimse gelmesin’ şeklinde anlaşılabilecek bir ‘hareketsizliğe’ de demir atıyor.
Yazmak, bilince açılan artezyen kuyusudur. Bilinçaltının dip akıntıları, zamanla yüzeye çıkar ve oluşturduğu akıntıyla, insanı bilmediği bir yolculuğa çıkarır. Bir dönem ‘arzu’ nesnesi olan ‘şey’ler, gün sonunda mutlu etmez insanı. ‘Mana’ peşinde çıkılan bir yolculuk, manasızlığa evrilebilir. “Artık o kişi de değilim, başkalaştım” dediği bir kavşakta, “Sonunda olacağım şeyden korkuyorum” diyerek bir türbülansa düşer, huzursuzluk içinde “ihtiyacım var bir vedaya / Bi’ ayağım hep delilikte / Öbür ayağım akılda” der ve sorar kendine: “Ben kimim? Bi’ kadavra, bi’ soytarı?”
Filibeli Şehbenderzade Ahmet Hilmi’nin kült romanı ‘Amak-ı Hayal’in Raci’si de benzer bir ikilemin içine düşer. Okuduğu kitaplarla, kurgudaşı Faust yahut Senyor Keseda gibi, zihni bulanır, ontolojik bir boşluğun içine düşer. Bu çözümsüzlük evreninde, insanın aklıyla baş başa kaldığı bu ‘kördüğüm’de, imdada yetişir ‘deus ex machina.’ Bir mezarlıkta karşısına çıkan Aynalı Baba, rahmanî bir veçheyle, hayali olarak çıkardığı bir yolculukta, insanlığın hikâyesine tanık eder Raci’yi. Bu yolculuktan Raci, bilgeliği edinir.
Medeniyet, bilgiyi hikmete dönüştürür bir simyacı hassasiyetiyle. Antik Yunan da Anadolu da ‘hikmet’e erişmiş bir kültürel vasat üzerine yükselir ve birbirine yakın bir ‘dil’ ve ‘algı’ kurar. Teoman’ın ‘machina’sı, tam da bu hikmetin yakın medeniyetteki karşılığıdır ve Aynalı Baba’da bir cisme kavuşur. Faust, bu denklemde Mephisto ile başka bir yüzleşme kurar ancak bağlamı farklıdır.
Cesare Pavese, yazı üzerine kurduğu hayatını önemli bir ödülle taçlandırmışken, büyük bir boşluğa düşer. “Tiksiniyorum artık bunlardan. Ey sen acı! Peki ya sonra? Artık yazmayacağım” der. Bir otel odasında, düştüğü ‘boşluğa’ bırakır kendisini. Teoman, hayatının ‘birinci’ evresini tamamladıktan sonra, ‘sosyolog’ olarak kendi ‘ikonunu’ otopsi masasına yatırıyor. Önüne çıkan ‘boşluğa’ düşmeden ya da kendisin bırakmadan, yeni bir ‘yol’ için mantıklı bir hamle yapıyor. “Yeni bir şeyler söylemek” için, “dünü dünde bırakıyor”. Sanırım Teoman’ın bu albüm kitabında, satır aralarında ilgimi çeken, merakımı celbeden, Teoman’ın yeni yolculuğu olacaktır.
Bu yolculukta, uzak geçmişiyle, çocukluğuyla bir bağ kuracağını, Mazhar’ın aradığı ‘mentor’u arayacağını ve şimdi durduğu ‘eşik’ten bir adım atarak, sakin, huzurlu bir başlangıç yapacağını düşünüyorum. Çünkü kendisini bu kadar açık biçimde ‘didikleme’ cesaretini gösteren bir adamdan, bu adımı beklemek doğaldır. Bu eşikten geçtikten sonra, Teoman’ın güftesiyle, bestesiyle yeni bir müzik inşa edeceğini de bekliyorum.
Bekleyip görelim!..