Eskişehir'deki Anadolu Üniversitesi'nin eski rektör yardımcılarından ve üniversitenin ünlü sinema bölümünde uzun yıllar bölüm başkanlığı yapan Prof. Dr. Naci Güçhan, Çanakkale Ezine'nin Tavaklı köyünde 19 yaşında Mercan Y.'nin kullandığı otomobilin çarpması sonucu hayatını kaybetti.
Anadolu Üniversitesi’nin eski Rektör Yardımcısı ve Sinema Bölümü eski Başkanı Prof. Dr. Naci Güçhan trafik kazasında hayatını kaybetti.
Güçhan, Çanakkale’nin Ezine ilçesinde tatilini geçirdiği Tavaklı köyünde yürüyüş yaparken araç çarpması sonucu vefat etti. Tavaklı köyü, Güçhan’ın gidip gelmeyi çok sevdiği Bozcaada’nın hemen karşısında yer alıyor.
74 yaşındaki Güçhan’a, Mercan Y. (19) idaresindeki 17 ES 414 plakalı otomobilin çarptığı öğrenildi.
Otomobil sürücüsünün gözaltına alındığı ve soruştur başlatıldığı belirtildi.
Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı, Anadolu Üniversitesi kurucusu Yılmaz Büyükerşen taziye mesajı yayınladı. Büyükerşen, “Ülkemizin sinema alanındaki en değerli akademisyenlerinden, Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi’nde büyük emekleri olan, sektörde çalışan birbirinden değerli isimlerin hocası, kıymetli dostum, Prof. Dr. Naci Güçhan’ı kaybettiğimizi üzüntüyle öğrendim. Merhuma Allah’tan rahmet, ailesi ve çok sevdiği öğrencileri başta olmak üzere tüm sevenlerine sabır diliyorum. Hepimizin başı sağ olsun. Seni unutmayacağız Naci Hocam” dedi.
Naci Güçhan sinema üzerine verdiği bir mülakatta sorulara yanıt vermişti. Güçhan sunları söylemişti:
Türk Sineması’nın son 30 yılına dair neler söylersiniz?
Şunu söyleyebilirim. Sinema bütün sanat dallarının bileşimidir. Öbür sanat dallarındaki gelişkinlik oranında da gelişmiştir ülke sinemaları. Bizde çok sesli müzikten resme, romandan heykele böyle bir gelenek daha geç oluştuğu için, belki 20’nci yüzyılın ilk yarısında ve ikinci yarısının başlarında çok parlak örnekler yoktu. Güzellerini ayrı tutarak bunu söylüyorum, elbette birkaç tane çok iyi var. Fakat öbür sanat dallarındaki bu gelişkinlik arttıkça sinemaya da yansıdığını düşünüyorum bunun. Yılmaz Güney’in “Umut” filmini bir milat olarak alabiliriz. Tabii 1960 Anayasası’nın getirdiği özgürlüklerin de etkisiyle, 70’lerden sonra güzel bir atılım oldu. Parasal sıkıntılar vardı belki ama üstesinden gelinebiliyordu. Önemli olan bu birikimdi. Nitekim günümüzde -2000 sonrasında- Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Reha Erdem gibi parlak yönetmenlerin çıkmasının pek tesadüf olduğunu sanmıyorum. Eliot’un, “Büyük gelenek ve bireysel yeti” makalesi vardır. Yani siz büyük geleneğe sahip olduktan sonra, bireysel yeteneğinizi koyabilirsiniz. O geleneğe sahip olmak lazım. Benim çıkış noktam da oydu. Dolayısıyla o gelenek zenginleştikçe, nitelikli filmler ve yönetmenler de çoğalmaya başladı. Parasal sıkıntılar bir şekilde hallediliyor, zor da olsa. Daha da günümüze gelirsek çok heyecan verici genç arkadaşlar var. Daha geçenlerde izlediğim “Kızkardeşler” adlı filmde Emin Alper’i anmak isterim. Biraz klişe olacak ama çok umutluyum.
-“Yeni” Türkiye Sineması mı diyoruz peki?
Biz mesela yeni sinemacılar diye Ömer Kavur’a, Erden Kıral’a söylerdik. Onlar benden de yaşlıdır (gülüyor). Sonra Serdar Akar’lar geldi, onlara da yeni sinemacılar dendi. Bu ‘yeni’ sinemacılar bitmez. “Yeni”yi tırnak içinde söyleyelim. “Genç”i tırnak içinde söyleyelim. Genç kalmanın ve nitelikli işler üretmenin yaşla çok ilgisi olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Dolayısıyla çok umutluyum.
-Sizin sinemayla ilişkinizden biraz bahsetsek…
Ruhi Su, “Türkü söylemek benim için bir aşktır” der. Ben de bunu biraz kendime yontarak “Sinema benim için bir aşktır” diyebilirim. Çok küçük yaşta sinema hastası oldum. Ama sonra 1977 yılında Sinema Televizyon Yüksek Okulu olup ilk defa İletişim Bilimleri Fakültesi olarak kurulan Eskişehir Anadolu Üniversitesi’ndeki fakültenin kurucularındanım. Kurulduğu günden bu yana da, yani 1977’den beri Film Eleştiri, Sinema Tarihi, Yapım-Yönetim gibi dersler veriyorum. Her ne kadar iki yıl önce emekli olsam da bu dersleri kaldırmadılar, hâlâ ders vermeye devam ediyorum. Sinema konusunda özel olarak yazmışlığım çizmişliğim yok. 24 saatin 18 saatini sinema düşünüp, sinemayla yaşasam bile… Tabii ki buna sadece sinema demeyelim şiir, edebiyat, müzik, edebiyatı da ekleyeyim. 40-45 yıl sürdü bu şekilde.
-Sinemanın diğer sanat dallarıyla ilintisine inanıyorsunuz…
Kesinlikle. Bir söz vardır, “Her şey şiire dönüşecek, hatta şiirin kendisi bile”. Bir şeyi çok övmek istediğinizde “şiir gibi” dersiniz. Sinema da dönüşecek. Sinemada da şiirler, senfoniler yazılıyor. “Hiroşima Mon Amour (1959)” için müthiş bir senfoni denir.
-Projeler için yurtdışına gidişleriniz de oldu. Bunlar ne içindi?
Onlar daha çok televizyonla ilgili projelerdi. Çok eski yıllarda kaldı. 1977 yılında Berlin’deydim. Bir davet üzerine gittim ama yaklaşık 5 ay kaldım ve 2-3 tane program yaptık. Berlin’in en önemli kanallarından biri olan ARD’ye bağlı birinci kanaldı. Öncesinde İngiltere’deyken dışardan gözlemci olarak birkaç ay BBC’nin havasını soludum. Fransa’da çekimler yaptık. Fransız kültürüne ilişkin bir takım görüntüler toplayıp sonra Fransızca programlarda kullanıldı.
-Türkiye’de birçok sinema jürisinde görev aldınız…
Hemen hemen hepsinde yer aldım diyebilirim. Altın Portakal, Altın Koza, Ankara Film Festivali, İstanbul Film Festivali’nde jürilerde bulundum. Ne diyeyim… İnsanın hayatını zenginleştiren şeyler. Neden çok seçildim jürilere onu da bilmiyorum ama (gülüyor).
-Son dönemde de ekolojiye dair sinema festivalleri artıyor. Bu insanların sinemaya ilgisini mi gösteriyor yoksa çevre sorunlarının artık iyice göz önünde olduğundan ötürü mü gerçekleşiyor?
Aynı dil gibi bir şey bu. Yaşamla, hayatla dil ilişkisini düşünün. Hayatımızda ne yaşarsak dilimizde onları kavramlaştırırız. Yaşarken öne çıkan şeyler, bizim o hayatın bölmelerinde de ilgi alanlarımıza girer. Kaçınılmaz olarak bu vahşi gidişattan dolayı, bu doğanın, bu gezegenin inanılmaz derecede tahrip edilmesinden dolayı, -kendisine dokunması şart değil, Kazdağı örneğinde olduğu gibi- en bilinçsiz insanlarda bile bir duyarlılık, bir bilgi edinme oluşuyor ister istemez. Yaşama içgüdüsü bu. Önce gezegen var olacak ki biz de orada yaşayalım. Yaşama, hayatta kalma içgüdüsü en temel içgüdü. Bu yaşadığın şeyler senin televizyonuna, sinemana, edebiyatına, resmine, sanatına, her yere yansır. Bu kaçınılmazdır. Dolayısıyla belki bizde biraz daha yavaş oluyor ama bu noktada tam da şunu söylemek isterim; her türlü kompliman duygusundan uzak söylüyorum ki, olağan üstü, mükemmel bir iş yapılıyor burada.
-Ben de bu noktada BIFED’i sormak isterim hocam…
Ben Bozcaada’nın yabancısı değilim. Adaya her yıl gelsem de, festivale ilk kez geliyorum. Müthiş etkilendim. Ethem Özgüven’in öğrencim olması, Petra Holzer’in dostum olmasından dolayı söylemiyorum bunu. Olağanüstü, harika, mükemmel ve saygıdeğer işler yapılıyor burada. Son derece de düzeyli, organizasyon açısından da öyle. Katılımcıların, belgesellerin hepsi belli bir seviyenin üstünde. Biraz da deneyimli bir festivalci olarak konuşuyorum. Çok heyecanlandım, çok mutluyum, yürekten kutluyorum. Onları tanımasam da bu şekilde söylerdim.
-Peki, Bozcaada’ya da en az 20 yıldır gelip gidiyorsunuz. Ada üzerine bir şeyler söylemek ister misiniz?
Şöyle ki, anmadan duramam ben. Hayatta ne kadar güzel şey öğrendiysem, büyük çoğunluğunu Cevat Çapan’dan öğrenmişimdir. Cevat hocanın buraya yakın, karşı kıyıda bir evi vardı, ona gitmiştik. yakınında bir ev bulduk ve kaldık biz de. Dolayısıyla hemen hemen her yıl gelip gitmeye başladık. Tabii ki Haluk Şahin’le de tanıştık. 2001 yılında ilki gerçekleşen Homeros Okumaları için de geldik. Biliyorsunuz her sene yılın şairi seçiliyor. Cevat Çapan, Haluk Şahin, ben de her sene katılıyordum. Elbette en başından beri organize edenlerden biri olan ahbabımız Manfred Korfmann’ı (Manfred Osman Korfman, Arkeolog, 1942-2005) da anmamız gerekiyor. Çok saygıdeğer birisiydi. Dolayısıyla 2001 yılından beri düzenli olarak bu Homeros-İlyada Okumaları sebebiyle geliyorum. Bir fark gördünüz mü adada, derseniz sizler kadar bilemeyebilirim ama Oktay Akbal’ın dediği gibi “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey”… Bozcaada’da benim gördüğüm kadarıyla 90’ların sonunda o Frenkçe deyimiyle “Citta Slow” (Yavaş Şehir) yani yeteri kadar kalabalıktı. Fakat bu vahşi turizm inanılmaz yaz aylarında. Buna Haluk hoca da değiniyor zaten. Buna ne diyeyim, yetkililerin önlem alması gibi klişe ve pek işe yaramayan bir cümle kurmak istemiyorum. Ama bu Bozcaadalıların çabalarıyla, oradakilerin bilinçlenme düzeyiyle, para kazanmanın ötesinde de bir takım şeylerin olduğunun bilincine varılmasıyla olabilir ancak… Yoksa kaymakam şöyle yaptı, belediye başkanı böyle yaptı, hükümet şöyle yaptı, bunlar hikâye.