Haftanın kitabı – Ebedi Ev: Modern western
Robert Walser 20. yüzyıl Alman edebiyatına damgasını vuran boğuntu kanonunun ilk önemli temsilcisi, Dostoyevski’den Kafka’ya giden yolun ilk durağıdır. Walser’in kahramanları Dostoyevski’nin 'Yeraltı Adamı' ile Kafka’nın K.’ları arasında bir yerdedir
Robert Walser’in Türkçeye çevrilen hemen her kitabını okumuş hatta Walser üzerine birkaç yazı da hazırlamıştım. Ancak ‘Yardımcı’yı ıskalamışım. Önemli bir eksiklik. Zira kendisine yabancılaşmış bir dünyaya çaresizce tutunmaya çalışan 20.yüzyıl insanının trajedisini anlayabilmek için Robert Walser’i mutlaka okumak gerekir. Bu aynı zamanda büyük bir yazarın trajedisidir.
Robert Walser 15 Nisan 1878’de İsviçre’nin Bern kentinde doğdu. Üç erkek bir kız kardeşi vardı. Alman ve Fransız kantonları arasındaki sınır bölgesi Biel’de her iki dili de öğrenerek büyüdü. Babası tüccardı ama ekonomik kriz nedeniyle sıkıntıya düşünce Walser okulu bırakmak zorunda kaldı.
1894 yılında ‘duygusal rahatsızlık’ nedeniyle uzun süredir tedavi gören annesini kaybetti. 14 yaşına geldiğinde, doğduğu kentte bulunan bir bankaya girerek üç yıl boyunca staj yaptı. Gençlik yıllarında Stuttgart’a giderek aktör olmak için çaba sarfettiyse de başarılı olamadı. Boş zamanlarında yazdığı ilk şiirleri 1898 yılında yayınlandı. Edebiyata düşkünlüğü ve bu alandaki çalışmaları kısa süre sonra Franz Blei’in dikkatini çekti ve onun aracılığıyla dönemin ünlü dergilerinden ‘Ada’nın (‘Die Insel’) çevresindeki yazarlarla tanıştı.
O yıllarda Zürih’te yaşayan Walser hayatını büro ve banka memurluğu yaparak kazanıyordu. 1905’te Berlin’e, ressamlık ve dekoratörlük yapan ağabeyi Karl Walser’in yanına taşındı, -o zamanların terminolojisiyle- ‘uşak’ yetiştiren bir okula yazıldı ve aynı yıl içinde Yukarı Silezya’daki Schloss Sarayı’nda uşak olarak iş buldu.
Edebi açıdan en üretken olduğu bu yıllarda ‘Tanner Kardeşler’ (1907), ‘Yardımcı’ (1908) ve ‘Jakob von Gunten’ (1909) romanlarını tamamladı. Ancak Berlin’deki mutlu günler gerek edebi üretkenlik gerek bohem yaşantı anlamında uzun sürmedi. “1913 yılında, kendi ifadelerinden de bildiğimiz gibi, tam bir bozgun duygusu içinde, bir daha ardına bakmamak üzere ülkesi İsviçre’ye döndü.”
Doğduğu kente geri döndüğünde geçimini gazete ve dergilere yazdığı kısa düzyazılarla sağlıyordu. Ancak ruhsal bir yalnızlık içerisindeydi. Bu yalnızlık 1929 yılında psikoz geçirmesine ve Waldau Hastanesi’ne yatırılmasına neden oldu. Dört yıl sonra nakledildiği Appenzell yakınlarındaki Harisau kentindeki bir başka hastanede yıllarca yatmak zorunda kaldı.
Yazıyla ilişiğini kestiğini söylüyordu; hastahaneye “yazmaya değil delirmeye” gelmişti ama yazmayı tuhaf bir şekilde sürdürdü. 1 milimetre büyüklüğündeki harflerle -adeta karınca yazısıyla- tam 500 sayfa civarında not kaydetmişti.
Kafka, Benjamin, Herman Hesse gibi yazarların büyük takdirini kazandığı halde ismi 1920’lerden sonra çabucak unutuldu. Bunda öncesi ve sonrasıyla 2.Dünya Savaşı’nın etkisi mutlaka vardır. 25 Aralık 1956’da, kaldığı akıl hastanesinde yaşamını yitirdiğinde kendisini yeniden hatırlatacaktı. Eserlerinin yeni edisyonları sayesinde Robert Walser, günümüzde kapsamlı çalışmaların konusu olmakla kalmıyor –başta Peter Handke, W. G. Sebald, Max Goldt gibi isimler olmak üzere- çağdaş yazarları derinden etkiliyor.
“Bir sabah saat sekizde, genç bir adam şirin görünen, müstakil bir evin kapısı önünde durdu. Yağmur yağıyordu. ‘Yanımda bir şemsiye taşıdığıma,’ diye düşündü orada duran adam, ‘neredeyse hayret edesim geliyor.’ Zira önceki yıllarda asla bir şemsiyesi olmamıştı. Yere doğru dümdüz sarkan elinde kahverengi bir valiz tutuyordu; en ucuz cinsinden.”
24 yaşındaki bu genç adam roman kahramanımız Joseph Marti. Zürich Gölü kıyısında bulunan Bärenswil köyündeki bu ev -aslında Abendstern Villası- Mühendis Herr Tobler’e ait. Herr Tobler, gurur duyduğu bu villada Eşi Frau Tobler, dört çocuğu ve çocukların bakıcısı Paulina ile birlikte yaşıyor. Villanın bodrum katı ise hem büro hem Tobler’in icatlarını geliştirdiği bir yer.
Mühendis Herr Tobler, mühendislik bilgisini kendisine servet sağlayacak icatlar yapmak için kullanan bir müteşebbis, cesurlukla çılgınlık arasında salınan bir girişimci. Reklam Saati, Atıcılık Otamatı, Derin Delik Açma Makinası gibi tasarımlarına yatırımcı bulmaya çalışıyor.
İlk başlarda öncelikle köy çevresinden bir akış da sağlamış. Ne var ki Joseph Marti villaya geldiğinde kaynaklar suyunu çekmiş durumda. Başlangıçta Marti’den beklenen yatırımcılarla yazışmaları yürütmek. Ancak Marti’nin yaptığı iş alacaklıları oyalayacak mektuplar yazmaktan ibaret. Geri kalan zamanda ise vaktini evin gündelik hayatına yardımcı olarak geçiriyor. Frau Tobler’e arkadaşlık ediyor, gelen misafirlerle ilgileniyor, kağıt oyunlarına katılıyor. Evin düzenine, çocukların bakımına dair fikir beyan edecek kadar içeriden birisi haline gelen Joseph, kendisine hiç ödeme yapılmamasından rahatsız değil. Sıcak ev ortamı, güzel yemekler, Herr Tobler’in kullanmadığı giysiler, kısacası bu burjuva hayatı sürdürmek yeterli onun için.
Joseph’in fedakarlığı elbette bir şeyi değiştirmeyecek ve alacaklıların ısrarı Herr Tobler’i geri dönülmez bir yola sürükleyecektir. Abendstern Villası’na endişeli bir bekleyiş hakimdir artık;
“Birkaç gün daha geçti. Ve tek bir saati bile farkına varılmadan geçmedi o günlerin. Günleri sayıyor, hesaplıyorlardı, çünkü Tobler Evi’nin varlığı artık yalnızca günlerle sınırlı olduğu için, günlerin hızlı mı, yoksa yavaş mı geçtiği önemliydi. Ayları ve yılları düşünmeyi unuttular ya da zihinlerindeki ayları ve yılları kısalttılar ve hatıralarının onları daha hızlı sürüklemesini sağladılar ve böylece yaşamayı sürdürerek günlerin neler göstereceğini beklemeye başladılar.”
Geçen hafta ‘Dışarıda Kalanlar’ romanını ele alırken Elfriede Jelinek’in Kafka, Musil, Roth, Mann gibi yazarların mirasçısı olduğunu söylemiştim. Bir ekleme yapmam gerekiyor. Robert Walser 20. yüzyıl Alman edebiyatına damgasını vuran boğuntu kanonunun ilk önemli temsilcisi, Dostoyevski’den Kafka’ya giden yolun ilk durağıdır. Walser’in uyumsuz kahramanları Dostoyevski’nin ‘Yeraltı Adamı’ ile Kafka’nın K.’ları arasında bir yerde dururlar.
Bunun en iyi örneklerinden birisi ‘Yardımcı’daki Joseph Marti’dir. Askere gitmeden önce çalıştığı lastik bant üreten fabrikada, askerde ve girdiği diğer işlerde Marti, “üstünkörü teğellenmiş bir düğmeydi”, (…) varlığı, iğreti bir ceketti ancak, insanın üzerine pek de oturmayan bir takım elbiseydi.” Joseph Marti de farkındadır tuhaf bir insan olduğunun; “asıl mesele hayatıydı, bugüne kadar yaşadığı ve gelecekte de sürdüreceği daha şimdiden sezilen bütün bir hayatı tuhaftı.”
Robert Walser’in Joseph Marti ya da diğer romanlarının kahramanları üzerinden kendisinin bu hayat karşısındaki yabancılık duygusunu dışa vurduğu çok açıktır. Eklemek gerekir ki Robert Walser’in bütün romanlarında yaşanmışlıkların izleri vardır ama hiçbiri otobiyografik değildir. Olaylardan ziyade yazarın dış dünya algısının, duygu ve düşüncelerinin otobiyografisinden söz edilebilir.
Söz konusu iğretiliğin, tuhaflığın, yabancılaşmanın kapitalizmin 20. yüzyılın başında yarattığı gayrı insani koşullardan kaynaklandığı kolayca anlaşılabilir. Zengin burjuvazi ve yoksul çalışanlar arasına sıkışan bir küçük burjuva olarak Joseph Marti, gelir farkındaki uçurumu ya da adaletsizliği görür, bunun acısını yüreğinde hisseder ama bir yandan da villadaki hayatın çekiciliğine kapılmıştır. Yine de aklı mutlu olduğu yegane karededir; arkadaşı Klara ile birlikte sosyalist hareketlere katıldıkları günlerde:
“O dönemde hem Joseph hem de Klara, hiçbir su baskınının ve hiçbir kem sözün söndüremeyeceğine ve durmadan dönen koca yerkürenin üzerinde kızıl bir şafak gibi yükseleceğine inandıkları bu ateşle tutuşmuşlardı. O günlerde moda olduğu üzere, her ikisi de ‘insanlığa’ âşıktı.”
20. yüzyılın krize girmiş ekonomik, siyasi ve toplumsal ilişkileri romanlarının arka planında daima görünür haldedir ama onları sorgulamaz. Çünkü Walser’in meselesi bireydir, çökerken bile bütün ağırlığıyla bireylerin üzerine çullanan eskinin tortusudur. Ne var ki bu dünyayı ciddiyetle ama tam da bu ciddiyetten yayılan komiklikle anlatmayı tercih edecektir. Arkasındaki varoluşsal korkuları gizlemeyen eğlenceli oyunlar şeklinde kurgulanan romanlarının naif kahramanları korkularının üstesinden bilip de bilmemezlik hali ile gelmeye çalışırlar. Onların şehvetle anlatmak, anlatarak anlamlandırma çabası önce komik görünür, komedi giderek trajiğe dönüşecektir.
Robert Walser ve edebiyatı hakkında değinilecek daha pek çok nokta var. Ancak kısa bir yazının sınırlarını fazlasıyla aşar. Bu nedenle Walter Benjamin’in Robert Walser hakkında yazdığı 1929 tarihli bir makaleden yapacağım tadımlık iki alıntıyla bitiriyorum:
“Robert Walser’de her şeyden önce hiç alışılmadık, tarifi güç bir aldırmazlık dikkat çeker. Nihayetinde bu önemsizliğin ağırlık, dağınıklığınsa dayanıklılık olduğu, Walser’in çalışmalarına ancak dikkatle bakıldığında anlaşılır. (…) Kolay değildir bu. Ne de olsa bizler üsluba ilişkin muammayı, az çok, karşılaştığımız biçimi yetkin, amacı belli sanat yapıtlarından hareketle görmeye alışmışken burada en azından görünüşte amaçtan büsbütün yoksun, ama yine de çekici ve büyüleyici dilsel bir başıboşlukla karşı karşıya kalırız. Zarafetten haşinliğe varıncaya değin bütün biçimleri gösteren bir kendini koyuveriştir bu (…) Oysa bu cümlelerin içinde tökezleyen düşünce, tıpkı Walser’in düzyazılarının kahramanları gibi avare, serseri ve dâhidir.”
“Franz Moor’un, ‘Dünyada başarılı olabileceğim düşüncesi beni dehşete düşürüyor,’ şeklindeki diyaloğunu kullanır Walser bir yerde. Onun bütün kahramanları, işte bu dehşet duygusunu paylaşırlar. Peki ama neden? Kesinlikle dünyadan tiksinmekten, ahlaki hınçtan ya da pathos’tan değil, bilakis son derece Epikurosçu nedenlerden ötürü. Kendi kendilerinden keyif almak ister onlar. Bunun için hiç alışılmadık bir becerileri vardır. Kaldı ki bu hususta hiç alışılmadık bir asalete de sahiptirler. Yine bu hususta hiç alışılmadık bir hakları da vardır. Çünkü hiç kimse, nekahatteki biri kadar keyif alamaz. Sefahat ona uzaktır: Damarlarındaki yenilenmiş kanın uğultusu derelerden, dudaklarındaki temizlenen soluksa yüce ağaçların zirvelerindenmiş gibi gelir. Walser’in insanları bu çocuksu asaleti işte geceden ve delilikten, yani mitosun deliliğinden çıkagelen masal kahramanlarıyla paylaşırlar.”