Emayeye olan heyecanlı bir merakla başlayan iş fikrini çok kısa sürede Moma, Victoria & Albert ve Vitra Tasarım Müzesi gibi sanat mağazalarıyla buluşturan iki kız kardeşin markası Bornn yurt dışında tam 650 noktada sergileniyor ve satılıyor.
Öykü Thurston ve Başak Demir Onay bu niş malzemeye nasıl dokunduklarını anlattı.
Yaştan bağımsız, hemen her kuşağın zihnine nostaljik ve romantik bir anımsamayla geliveren; o parlak, zarif, kırılgan, üzerindeki ikonikleşmiş “anneanne” desenlerinden azade düşünemeyeceğimiz emaye kap kacaklardan bahsedeceğim şimdi size.
Eski mutfaklarda içinde hemen her gün hamur mayalanan, mis gibi kokularla fırına da girip çıkan bu retro çeyizlikler zaman içinde önce anneden kızına geçti; ardından balkonlarda saksı görevi gördükten sonra hayatımızdan sessizce çekip gitti, malum.
Son senelerdeyse emaye takımlar yenilenen formlarıyla tekrar gündemde. Modern ve özgün tasarım dokunuşlarıyla o eski nostaljik sofraları yeniden kurabiliyoruz artık. Kuşkusuz ki sunumda sıcak, samimi ve renkli olmayı tercih edenler için ideal bir seçim. Ürünün bu yeniden yükselişinde, her ne kadar Türkiye pazarına girmeyi tercih etmeseler de iki kardeşin, Öykü Thurston ve Başak Demir Onay’ın payı var. Hatta bence hisseleri epey fazla. Gelin size artizan emaye markası Bornn’un hızla yükselen hikayesini anlatayım. Tabii beraberinde ilham veren bir kadın girişimcilik öyküsü ile birlikte…
Öykü tam bir “adam olacak çocuk” modeli. Daha minicikken mahalledeki arkadaşlarını toplayıp yazdığı piyesleri oynatan, gösteriden kazandığı parayla malzeme alıp takılar yapıp satan, fikirleri her daim uçuş uçuş bir doğuştan yetenek. Kardeşi Başak ona göre daha sakin, temkinli, moda pazarlaması konusuna hakim, ayakları yere basan bir kurumsalcı. Ortak noktaları ise tasarım gustolarının hayli yüksek olması ve malzemeye yani bu hikaye özelinde emayeye olan inançları.
Eğitim hayatlarının büyük bölümü yurt dışında geçen Öykü ve Başak pek çok farklı girişimin ve kurumsal marka iş birliklerinin ardından 2015 yılında güçlerini birleştirerek kurmuşlar Bornn’u. Öykü’nün önceki girişimleri de ses getirmiş. İstanbullular onu Galata Kuledibi’ndeki Laundromat isimli tasarım mağazasından veya Faik Paşa Yokuşu’nun köşe dükkanına kondurduğu keçe atölyesinden hatırlayabilir. Start-up’larında önce işin mimari kısmına tav oluyor Öykü.
Gördüğü beğendiği binada inandığı malzemeyle çalışmak gibi bir arzusu olmuş hep. “Çukurcuma’daki o binayı gördüğümde anında burada bir şeyler yapmam lazım dedim. İşin başında beni heyecanlandıran şey genellikle binalar oluyor. Herhalde mimar olduğum için… Ama onun dışında ellerimle üreteceğim şeylerin de peşine düşüyorum. Geleneksel Türk malzemelerini yeniden değerlendirebilmek üzerine çok düşünürüm örneğin. Elimdeki malzemeyi başka bir şeye dönüştürmeyi seviyorum” diyor ve işte emaye serüvenini harekete geçiren de bu düşüncesi oluyor.
Emayenin alametifarikası nedir diye merak ediyorum, Başak şöyle yanıtlıyor: “Tarihteki yerine bakınca emaye ilk olarak bir kamp malzemesi olarak ortaya çıkmış. Kolay taşınması, çatlasa bile kullanılmaya devam edilebilmesi gibi avantajları var tabii ama sonra porselen devreye girmiş ve emayenin pabucu dama atılmış.
Yalnız önemli bir detay var: Eskiden emayeler çinkodan üretiliyordu, çinko da kanserojen bir madde. Dolayısıyla gıda ile teması uygun değil. Bugün bizim üretim sürecimizde ürünleri, çelik üzerine cam kristallerinin erimesiyle elde ettiğimiz bir malzemeden hazırlıyoruz. Yani içi çelik üstü cam ve dolayısıyla çok sağlıklı bir malzeme. Bir de rakiplerimizden farklı olarak ince değil kalın çelik kullanıyoruz biz.”
Emayenin bir dönem popülarite kaybetmesinde piyasada hep benzer tasarımların bulunması da var kuşkusuz. Bornn’un başarısı biraz da doğru zamanda, çok niş bir malzemeye farklı bir dokunuşta bulunmasından kaynaklanıyor.
Koleksiyonlarına baktığınızda iç gıdıklayan bir renk kartelası, sürprizli kombinasyonlar ve gelenekselle moderni buluşturan zevk sahibi desenler dikkat çekiyor. Üstelik bu çeşitlilik son derece maliyetli ve zorlu bir üretim süreci anlamına geliyor. “Emaye işi çetrefilli bir iş” diye devam ediyor Öykü anlatmaya:
“Bir kere butik bir üretim söz konusu değil. Tünel fırın adını verdiğimiz kocaman bir fırın gerekiyor. O fırın hiç durmadan bütün gün dönerek ürün pişiriyor ve ardından tüm ürünler tek tek elde boyanıyor. Her ne kadar fabrika sistemi gibi görünse de, el işçiliği mesaisi çok fazla. Aslında sanayi ile el işçiliğinin harmanlandığı bir üretim biçimi. Asıl zor olan kısmıysa bu konuda kendini geliştirmek isteyen usta bulmak. Ustaların çoğu çok belli kalıpları sprey boya ile boyamaya alışmış. Dolayısıyla biz süreç içinde üretim ekibimizle birlikte denedik, öğrendik ve büyüdük.”
Başta ürünlerini Türkiye’deki mağazalara satmakla ilgili bir hamle yapmış olsalar da yurt dışı pazarının kendi dinamiklerine daha uygun olduğuna karar vermeleri de bu deneme yanılma sürecinde aldıkları bir başka karar olmuş.
Öykü ve Başak’ın anlattıklarından genç tasarımcılar veya girişimciler için önemli bir mesaj da çıkıyor. İş fikri ne kadar özgün ve parlak olursa olsun işin üretim aşamasına da aynı özeni göstermek şart. Üretimle tasarımı buluşturmak hayallerin havada kalmaması için önemli bir detay. Bornn’u yaratırken üretim sürecini en ince detayına kadar hesaplamış olmaları onlara hız kazandırmış.
Üstelik markanın hızlı kazanılan başarısında ilk baştan kurulmuş büyük sistemler, tasarlanmış birkaç yıllık satış stratejileri falan yok. Aksine el yordamıyla ilerlemek gibi son derece samimi bir yanı var hikayenin. Sanayi sitelerini dolaşıp usta bulmaktan tutun, yurt dışı bağlantıları için günlerce yetkililere tek tek mail atmaya, ürün nasıl paketlenir, sipariş nasıl gelir, nasıl hazırlanıra kadar her şeyi yolda deneye yanıla öğrenmişler.
Bornn’un Maison&Objet Fuarı’na katıldıkları ilk sene Paris’teki ünlü mağaza Merci ile tanışarak kendilerine burada minicik bir yer açmalarından hemen sonra, ertesi yıl mağazadaki tek emaye markası olması bir tesadüf değil. Bakın, yeni koleksiyon çıkartmadan önce nasıl bir çalışma rutinleri var:
“Önce geziyoruz. Mesela şimdiki rotamız Kore olacak. Gittiğimiz ülkelerde, şehirlerde mağazalara gidiyoruz, yeniliklere bakıyoruz. Artizanal işler çok hoşumuza gidiyor. Ara sokaktaki bir şapkacı da olabilir bu, bir ip tasarımcısıda… Trendleri takip etmek için gezip görmenin tek yol olduğunu düşünüyoruz. Döndüğümüzde renklerle ilgili bir mood board’umuz oluyor. Mesela “Marble” koleksiyonumuzda kuvars taşların kesitleri bize ilham vermişti ama tabii ki onu alıp birebir uygulamadık, kendimizce teknikler geliştirdik. Çünkü fırına girince renkler değişebiliyor, hayalimizdeki rengi bulamayabiliyoruz.”
Tahmin edersiniz ki ortaya çıkana razı olmuyorlar. Çok fazla numune çalışıyorlar ve istedikleri renge, forma, dokuya ulaşana kadar uğraşıyorlar. Sadece tasarımı ve estetiği değil, kullanım kolaylığını da gözetiyorlar elbette.
İlk sorumu sona bıraktığıma seviniyorum. Çünkü tıpkı başarı hikayelerindeki sürprizli ivme gibi Bornn adını bulmaları da rastlantısal. Rastlantısal ama pek de güzel yer bulmuş kendine hikayenin içinde. “Bornn bir yanıyla; emayenin yeniden doğuşunu anlatırken, diğer taraftan Başak ve Öykü isimlerinin baş harflerine de atıf var.” Sohbetin devamında öğrendiğime göre fikrin çıkış döneminde Başak İspanya’daki El Born mahallesinde yaşıyormuş. Buradan gelen fonetik çağrışım da şans olmasa gerek… Sade, yaratıcı, ilham veren, sürdürülebilir, başarılı… Benim bu buluşmadan çıkarttığım anahtar kelimeler bunlar oldu. Siz neleri eklerdiniz?