D vitamini tahlili yüzünden annesini boğazını keserek öldürdü
Yanlış bilinenler, ölümcül olabilecek hatalar, doğru güneşlenme yöntemleri ve takviye alırken dikkat edilmesi gerekenler... D vitaminiyle ilgili merak edilenleri Prof. Dr. Serpil Salman’dan aldığımız yanıtlarla açıklıyoruz.
Son yıllarda D vitamini adeta bir sağlık fenomenine dönüştü, herkesin dilinde. Kimi güneşin altında saatler geçiriyor, kimi avuç avuç takviye alıyor. Peki D vitamini hakkında gerçekten ne kadar bilgi sahibiyiz? Sağlıklı seviyeler nedir, tehlike nerede başlar? Nasıl ve ne zaman güneşlenirsek ihtiyacımızı karşılayabiliriz? Takviye kullanırken nelere dikkat etmeliyiz? Merak edilenleri Endokrinoloji ve metabolizma hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Serpil Salman ile konuştuk.
D vitamini aslında vitaminden ziyade bir hormon olarak kabul ediliyor. Bu fark neden önemli?
Biz diğer vitaminleri vücudumuzda sıfırdan üretemiyoruz, bunları besinlerden almak zorundayız. Fakat D vitamini farklı. Güneş ışığı, cildimizde D vitamini üretiminin ilk adımını başlatan bir öncü molekülün oluşmasını sağlıyor. Bu molekül daha sonra karaciğer ve böbreklerde işlenerek aktif hale geliyor. Üretim sürecindeki bu adımlar hormonların vücutta işleyişiyle benzerlik taşıdığı için D vitamini bir hormon olarak kabul ediliyor.
Peki D vitamini vücudumuzda hangi görevleri üstleniyor?
En net söyleyeceğimiz bilgi kemik yapımını sağlaması. Şöyle açayım: D vitamini gıdalarla aldığımız kalsiyumun bağırsaktan emilip kemiğe yerleştirmesini kolaylaştırıyor.
Aynı zamanda kemiklerimiz için çok önemli olan fosforun emilimini sağlıyor.
Bunun dışında bağışıklık sistemini güçlendirici, kalp-damar sağlığını koruyucu etkileriyle de ilgili birtakım veriler var. Ama bunlar klasik tıpta en öne koyduğumuz bilgiler arasında yer almıyor. Biz D vitaminini esasen kemik sağlığıyla ilişkili bir hormon olarak görüyoruz.
D vitamini eksikliği yaygın bir sorun mu?
Öncelikle terminolojik olarak “eksiklik” ve “yeterlilik” için kullandığımız ifadeler birbirinden farklı. Eksiklik, 10 nanogram/mililitrenin (ng/mL) altındaki bir vitamin eksikliği seviyesine denk geliyor. Bu seviyedeki sorun toplumda o kadar da sık değil.
Biz daha çok yetersizlik görüyoruz. Yani 10 ile 20 ng/mL arasındaki seviyelere oldukça sık rastlıyoruz.
Eğer değerler 20 ng/mL’nin üzerindeyse “Bu seviye kemik açısından yeterlidir” diyoruz. Fakat bu noktada farklı görüşler de var. Mesela bağışıklık sistemin güçlendirilmesi, enflamasyonun engellenmesi, genel sağlığın iyileştirilmesi gibi etkiler 30 ng/mL’nin üzerinde daha belirgin. Dolayısıyla kemik sağlığı açısından 20 ng/mL’nin üzeri yeterli desek de pratikte hastamızın D vitamini seviyesini 30 ng/ml’nin altında gördüğümüzde bir destek tedavisine ihtiyaç olduğuna karar veriyoruz.
Bazı doktorlar D vitamini seviyesi 50’nin üzerinde olmalı, diyor. Ne dersiniz?
Pratikte hastalarımızı ikna etmekte zorlandığımız konulardan biri bu. Temelinde de kullanılan birimlerin karıştırılması yatıyor. Şöyle detaylandırayım: Bazı Batı kaynakları, ölçümlerde nanogram/mililitre (ng/mL) yerine nanomol/litre (nmol/L) birimini tercih ediyor. Bu fark gözden kaçırıldığında yanlış yorumlar ortaya çıkabiliyor.
20 ng/mL aslında 50 nmol/L’ye denk geliyor. Bu ayrıma dikkat etmeden “D vitamini seviyesi 50’nin üzerinde olmalı, 250’nin üzerine çıkmadığı sürece zehirlenme riski yok” açıklamaları yapılıyor. Oysa Türkiye’de kullanılan birime göre 30 ng/mL’nin üzeri kemik sağlığı açısından yeterli. Bazı hastalarımızda biraz daha yüksek değerleri tercih ediyoruz ve 80 ng/mL’ye kadar olan seviyeleri kabul edilebilir olarak görüyoruz. Ama 100 ng/mL’den itibaren toksisite, yani D vitamini zehirlenmesi riski başlıyor.
Aşırı D vitamini alımı başka ne tür sorunlar yaratabilir?
Çok yüksek miktarda olduğunda kandaki kalsiyum aşırı yükselir. Yüksek kalsiyum ise böbrek taşı, kalp ritim sorunu gibi sıkıntılar yaratabilir, ölümcül bile olabilir.
Aşırı doz D vitamini kullanımıyla gelen bir hastayla hiç karşılaştınız mı?
Evet, unutamadığım bir vakam var. Yaşlı bir kadın hastam halsizlik şikayetiyle başvurduğunda durumu çok ağırdı, neredeyse koma halindeydi. Hemen tetkiklere başladık. Kalsiyum seviyesinin 16 mg/dl gibi yaşamla bağdaşması mümkün olmayan bir seviyede olduğunu gördük. D vitamini seviyesi de toksik düzeyde, 100’ün üzerindeydi.
Meğer hastamızın “primer hiperparatiroidi” dediğimiz bir rahatsızlığı varmış. Bu hastalık, paratiroid bezlerinde oluşan ve kontrolsüz şekilde parathormon salgılayan bir tümör nedeniyle ortaya çıkar. Parathormon, vücudun kalsiyum dengesini düzenleyen bir hormondur. Fakat bu tür bir tümör, kalsiyum seviyesinin sürekli olarak yüksek kalmasına neden olur.
Hastamızın haliyle kalsiyum seviyesi çok yüksekti. Sorun şu ki hastalığından da bihaberdi. Üstüne üstlük şifa olsun diye ampul ampul D vitamini içmişti. Bu da zaten yüksek olan kalsiyum seviyesini daha da artırmıştı.
Neyse ki ilk müdahalenin ardından paratiroid ameliyatına yönlendirdiğimiz hastamız sağlığına kavuştu. Hatta ameliyat sonrası hastanın zihinsel fonksiyonları da düzeldi. Halbuki demans zannediliyordu.
Şimdi “Binlerce hasta görmüşsünüzdür, sadece bir vakayı anlatıyorsunuz. Çoğu insanda bir şey olmuyor” diye düşünebilirsiniz. Evet haklısınız, bazen hiçbir sorun yaşanmıyor. Ama bazen de anlattığım vakadaki gibi hayati bir sorun ortaya çıkıyor.
Peki düşük D vitamini seviyelerinin riskleri nelerdir?
D vitamini eksikliği kalsiyum seviyesini düşürerek çocukluk çağında kemiklerin yumuşaması ve bacaklarda eğrilmelerle seyreden raşitizm adlı bir hastalığın ortaya çıkmasına yol açar. Raşitizm bebeğin bıngıldağının kapanmamasından gelişim bozukluklarına kadar pek çok soruna neden olabilir.
D vitamini eksikliği erişkinlerde kendini osteomalaziyle, yani kemiklerin mineral yoğunluğunun azalması ve yumuşamasıyla gösterir. Bu durum kas güçsüzlüğü, halsizlik ve eklem ağrıları gibi şikayetlere sebep olur.
Kasların güçsüzlüğü ise yalnızca ağrıyla sınırlı kalmaz, bazen kişinin yürüyüşüne bile yansır ve “ördekvari (paytak) yürüyüş” dediğimiz tablo ortaya çıkar. Belki siz de çarşıda, pazarda ya da sokakta arkadan baktığınızda sağa sola yalpalayarak yürüyen birine denk gelmişsinizdir. Elbette bu yürüyüşün kalçadaki ortopedik problemler gibi başka pek çok nedeni de olabilir ama çoğu vakada asıl sebep D vitamini eksikliğidir. Kas zayıflığı bu hastaları düşmelere açık hale getirir. Burada ana mesele kök kas zafiyetidir. Yani güçsüzlük kalça ve üst kol kaslarında daha belirgindir.
D vitamini eksikliği ayrıca osteoporoza (kemik erimesi) yatkınlık yaratır. Osteoporoz ise basit bir düşme ya da darbede bile kalça, omurga gibi bölgelerde kolayca kırıklar yaşanmasına neden olan bir hastalık.
Tabii söz ettiğim bütün bu sorunlar ağırlıklı olarak D vitamini eksikliğinde görülüyor. Biz toplumda eksiklikten ziyade yetersizlik gözlemliyoruz. Yetersizlik halinde ise daha çok kas güçsüzlüğü, halsizlik, eklemlerde sızı şeklinde bir ağrı gibi şikayetler ortaya çıkıyor.
Kimlerde D vitamini eksikliği riski daha fazla?
Konuyu “Bir insanın neden D vitamini eksik olur?” sorusuyla ele alabiliriz. Yanıt ise şu: Ya gıda alımı azdır ya da güneşle sentezlemesi azdır. Gıdayla D vitamini alımı en iyi tüketimde dahi ihtiyacımızın yalnızca yüzde 10-20’sini karşılar. Biz D vitaminini asıl cildimizde sentezleyerek alırız.
Tabii D vitamini seviyesini yalnızca gıda alımı veya güneş ışığı değil, sağlık durumu, yaşam tarzı, yaş gibi birçok faktör de etkiler.
Mesela gebeyseniz veya emziren bir anneyseniz D vitamini eksikliği açısından risk altındasınız çünkü vücudunuzun ihtiyacı artar. Veya örtülü giyinen bir kadınsanız ve yazın hiç güneş görmüyorsanız D vitamini seviyenizin düşük olması kaçınılmaz.
Ayrıca yaş ilerledikçe cildimizin D vitaminini sentezleme yeteneği azalır. İleri yaşta bu nedenle D vitamini eksikliği daha sıktır. Örneğin bakım evlerinde yaşayan yaşlıların D vitamini seviyeleri, evde yemeğini güzel yiyen, çeşitli gıdalara ulaşan yaşlılardan düşüktür.
Cilt rengi de çok önemli. Koyu renk cilde sahip olanlarda D vitamini daha az sentezlenir, açık ten renklilerde ise daha fazla.
Bazı hastalıkları da unutmamak lazım. Mesela Crohn hastalığı, ülseratif kolit, çölyak gibi bağırsak emilim bozukluklarının görüldüğü durumlarda D vitamini eksikliği daha kolay gelişir. Ayrıca bu kişilerin verdiğimiz D vitamini tedavisine de yanıtı daha azalır. Yine mide by pass’ı gibi zayıflama ameliyatları olan kişilerde de D vitamini emilimi daha azdır.
D vitamininin önce ciltte sentezlendiğini, sonra da karaciğer ve böbrekte aktif hale geldiğini söylemiştim. Eğer bir insanın karaciğeri veya böbreğinde ciddi seviyede bir sorunu varsa o zaman D vitamininin yapım süreci bozulacağı için göreceli bir eksiklik oluşur. Bu hastalarda bizim klasik D vitamini kullanmamızın yeterince faydası olmaz, aktif D vitamini adını verdiğimiz tipteki D vitaminini tercih ederiz.
Menopozdaki kadınları da risk grubunda sayabiliriz. Bunun iki temel nedeni var: Birincisi, yaşın ilerlemesiyle birlikte D vitamini sentezi azalır. İkincisi ise menopoz döneminde artan osteoporoz riski nedeniyle vücudun D vitamini ihtiyacı yükselir.
Son olarak geçmişte küçük bir travmayla kırık öyküsü olanların da daha fazla D vitaminine ihtiyacı olduğunu ekleyelim.
Obezite sorunu olanlarda D vitamini eksikliği daha mı sık?
Daha sık evet. D vitamini yağda eriyen bir vitamin olduğu için vücutta yağ dokusunda depolanma eğiliminde. Diyelim ben obez biriyim. Bu durumda yağlı dokum, D vitaminimi hapsettiği için kandaki D vitamini seviyem daha düşük bulunabiliyor.
Peki mekanizma tam olarak nasıl işliyor? “Şişman olduğum için mi D vitaminim düşük, yoksa D vitaminim düşük olduğu için mi daha kolay kilo alıyorum?” İşte buradaki sebep sonuç ilişkisine henüz çok hakim değiliz. Bu konu üzerinde çalışmalar devam ediyor.
Bu arada obezitesi olanların güneşe daha az maruz kaldığı, kapalı giyinme eğiliminde olduğu ve dışarı çıkma sıklığının düşük olduğu da biliniyor. Dolayısıyla obez kişilerde D vitamini eksikliğinin daha sık görülmesinde bu faktörlerin de payı var.
Gıdalardan D vitamini alımının sınırlı olduğunu söylediniz. Peki D vitamini açısından zengin besinler hangileri?
Gıdalarla D vitamini alma şansımız sadece yüzde 10-20 civarında. Morina balığı karaciğeri, yağlı balıklar, yumurta sarısı, süt ürünleri D vitamininden zengin gıdalar olarak ifade edilir. Fakat biz morina tüketen bir toplum değiliz. Yumurta sarısı ve süt ürünlerinin D vitamini içeriği ise çok yüksek değil.
Gelişmiş ülkelerde süt ürünleri ve ekmek gibi insanların kolay ulaşacağı gıdalara D vitamini ekleniyor. Güçlendirilmiş besinler olarak adlandırılan bu gıdalar sayesinde D vitaminine ulaşım kolaylaştırılıyor. Ama ülkemizde bu tür ürünler pek yok. Öyle olunca da asıl D vitamini kaynağı olarak güneş kalıyor. D vitaminini yüzde 80-90 oranda cildimizde sentezlememiz gerekiyor.
Hangi saatlerde ve mevsimlerde güneşlenirsek D vitamini ihtiyacımızı karşılayabiliriz?
Bir kere güneş ışınlarının cilde geliş açısını ifade eden bir kavram var: Zenith açısı. Bu açı D vitamini sentezinin ne kadar etkili olacağını belirliyor. Ülkemizin zenith açısının en uygun olduğu dönemler genelde mayıs ile kasım ayları arasında.
Fakat doğru mevsimde olmak tek başına yeterli değil, saatler de önemli. En iyi D vitamini sentezi için sabah 10.00 ile öğleden sonra 15.00 arasında güneşe çıkmak gerekiyor.
D vitamini açısından bir başka kritik nokta da şu: “Minimal eritem dozu” olarak adlandırdığımız ve cildin hafif pembeleşmesini ifade eden bir kavram var. Güneş altında cildiniz pembeleşene kadar durduğunuzda 20 bin ünite D vitamini almış kadar D vitamini almış oluyor ve bunu vücudunuzda biriktiriyorsunuz. “Yaklaşık iki ay kadar bunu yaparsanız yıllık ihtiyacınız karşılanır” gibi bir bilgi mevcut.
Ama tabii bunu sağlamak için mayo gibi bir giysiyle güneşlenmeniz gerekiyor. Yalnızca el, kol ve bacaklarınız açık şekilde güneşlenirseniz sadece 3 bin ünite kadar D vitamini sentezleniyor. Dolayısıyla bu miktar yetmiyor.
O halde “Günde 15-20 dakika yüz, bacak ve kollar açık şekilde güneşlenmek yeterli” şeklinde sık duyduğumuz öneri ideal D vitamini sentezi için yeterli değil?
Bu konuda çelişkili bilgiler olsa da genel kabul gören görüşe göre optimal D vitamini seviyesini sağlamak için mümkün olduğunca fazla cilt alanının güneş ışığına maruz kalması gerekiyor. Mayo gibi bir giysiyle güneşlenmek bu açıdan daha etkili. Eğer sadece yüz, el, kol ve bacaklarınız açık bir şekilde güneşe çıkarsanız üretilen D vitamini miktarı çok daha düşük olur.
İkincisi, net bir süre vermek yerine cildin hafifçe pembeleşmesini beklemek daha uygun. Çünkü D vitamini sentezi kişinin yaşına, cilt rengine ve diğer bireysel faktörlere göre değişiyor. Fakat burada şöyle bir risk var: “Cildim pembeleşti mi?” diye beklerken güneş yanığı veya cilt hasarıyla karşılaşabilirsiniz. Bu nedenle biz hekimler, hastalarımızı cilt kanseri riskine karşı korumak için genellikle “Cilt renginiz açıksa 15 dakika kadar, çok koyuysa biraz daha uzun süre kalın” önerisinde bulunuyoruz. Ama bu öneri ideal D vitamini sentezini tam karşılayan bir bilgi değil. Daha ziyade cilt kanseri riskini azaltmaya yönelik bir tedbir.
Şunu da ekleyeyim: “Güneş altında ne kadar uzun süre kalırsam o kadar iyi D vitamini seviyesine sahip olurum” düşüncesi yanlış. Çünkü cildiniz D vitamini üretiminde bir doygunluk noktasına ulaşır ve bu noktadan sonra güneşe daha fazla maruz kalmanın ek bir faydası olmaz. Uzun süreli UV ışınlarına maruz kalmak ise ciltte DNA hasarına yol açarak cilt kanseri riskini artırabilir. Bu nedenle “Cildiniz hafif pembeleşinceye kadar güneşlenin, daha fazlasına gerek yok” önerisi önemli.
Cam veya tül perde arkasından güneşlenmek D vitamini sentezlenmesini engeller mi?
Evet, bu şekilde güneşlenmenin bir faydası olmaz. Ayrıca 15 faktör ve üzeri güneş koruyucular, özellikle de 30 faktörün üzerinde olanlar güneş ışınlarının deriye ulaşmasını engelleyerek D vitamini sentezini durdurur.
Güneşlenmenin ardından duş almak, cildi sabunla yıkamak D vitamini sentezini bozar mı?
Hayır. D vitamini sentezi cildin yüzeyinde değil, daha alt kısımlarında oluşuyor ve sentezlenen D vitamini ciltteki damarlar vasıtasıyla dolaşıma katılıyor. Dolayısıyla yüzeyel bir işlem bu sentezi bozmaz, oluşan D vitaminini vücuttan uzaklaştırmaz.
Takviye almadan önce mutlaka D vitamini tahlili yaptırmalı mıyız?
Bu konu önemli. Hastalar sık sık “Devlet üç aydan önce D vitamini testi yapmıyor” diye şikayet ediyor. Ancak dünya standartlarında D vitamini ölçümü rutin bir işlem değil. Kılavuzlar şunu söylüyor: “Sadece belirgin şüphe varsa test yapın. Aksi takdirde D vitamini ölçümünü rutine dahil etmeyin.”
Dolayısıyla şüpheli bir durum yoksa, örneğin karşımızdaki kişi osteoporozu olan, ufak bir travmayla kırık yaşamış bir hasta değilse D vitamini eksikliğini kontrol etmek gereksiz görülüyor. Çünkü ülkelerin sağlık harcamalarını kontrol altında tutmaları lazım. Bu test de oldukça maliyetli. Ayrıca testin doğru sonuç vermesi için kanın alınmasından laboratuvara ulaştırılmasına kadar geçen her aşamanın özenle yürütülmesi gerekiyor. Zira D vitamini nazlı bir test: Kan örneği ışığa maruz bırakılmamalı, özel alüminyum folyo kaplamalı tüplerde alınmalı ve transfer sırasında dikkatli bir şekilde taşınmalı. Eğer bu süreç düzgün yürütülmezse bir sürü parayı lüzumsuz harcamış oluyorsunuz.
Böyle baktığımızda biz tahlil yapmadan da ileri yaştakilere, menopoz döneminde olan kadınlara veya bakım evinde kalan bir yaşlıya direkt olarak günde 1000 ünite kadar bir vitamini desteği yaparız çoğu zaman.
Şimdi bunu bir kenara koyalım ve sizden tahlil istediğimizi varsayalım. Diyelim ki sonuç 30’un altında çıktı. Bu durumda önce eksikliği gidermek amacıyla yeterli miktarda D vitamini desteği veriyoruz. Daha sonra seviyenin tekrar düşmesini engelleyecek miktarda D vitamini desteği yapıyoruz.
D vitamini desteği ne kadar sürüyor?
Menopozdaki veya ileri yaştaki hastalara D vitamini desteğini genellikle ömür boyu veriyoruz. Ancak geçici bir durum nedeniyle D vitamini eksikliği olan bir hastada takviye süresi sorunun devam ettiği süreyle sınırlı oluyor. İstenen değerlere ulaşmışsak takviyeyi kesiyoruz. Ama çoğu zaman desteğin süreklilik arz etmesi gerektiğini vurgulamalıyım.
Takviye alırken dikkat edilmesi gereken kurallar neler?
Bir defada 50 bin ünitenin üstünde D vitamini vermeyi doğru bulmuyoruz. 300 bin ünitelik ampullerin verilmesini de önermiyoruz. Çünkü D vitamininin birdenbire fazla miktarda verilmesi idrar kalsiyum artışı riskini getiriyor.
Bir de bazı çalışmalarda fazla miktarda D vitamininin denge bozukluğu ve düşmelere sebep olup kırıklara yol açtığı gösterilmiş. O yüzden özellikle yaşlılara D vitaminini aniden çok yüksek dozlarda değil, düşük dozda vermeyi tercih ediyoruz.
Örneğin D vitaminini birkaç aylık bir süre yerine uzun vadeli olarak her gün vermeyi planlıyorsak dozu 4 bin ünitenin üzerine çıkarmamaya çalışıyoruz.
Bunun dışında kan kalsiyum seviyesine hiç bakılmamış bir insanın çokça D vitamini almasını da önermiyoruz. Hele de böbrek taşı olan bir insanın kalsiyum kontrol edilmeden D vitamini yüklenmesi ciddi sıkıntı yaratabilir.
Son olarak sık karşılaştığım önemli bir sorunu paylaşayım: Takviye ürünler, Sağlık Bakanlığı yerine Tarım Bakanlığı denetiminde olduğu için ürün etiketlerinde bir standart yok. Özellikle yurt dışından gelen bazı D vitamini formlarında miktar, ünite yerine mikrogram olarak belirtiliyor. Bu fark genellikle gözden kaçıyor ve hastaların yanlış hesaplama yaparak hatalı dozda D vitamini almasına yol açıyor.
O nedenle ürün etiketleri dikkatli incelenmeli, 400 ünitenin 10 mikrograma eşit olduğu unutulmamalı. (1000 ünite 25 mikrograma denk gelir.)
D vitamini takviyesinin yiyecek içeceklerle etkileşimi var mı? Mesela takviyenin ardından çay-kahve tüketmek emilimi azaltır mı?
Hayır, çay veya kahve tüketimi D vitamini emilimini etkilemez. D vitamini, yağda eriyen bir vitamindir ve yemeklerle birlikte alındığında emilimi genellikle daha kolay olur. Çünkü yemeklerde bir miktar yağ bulunur.
Bazı hastalar D vitaminini ekmeğin üzerine döktükleri zeytinyağıyla birlikte tüketmeye çalışıyor. Ancak buna hiç gerek yok, bu yöntemle sadece yağ ve ekmekten gereksiz yere ekstra kalori alırsınız. Herhangi bir öğün esnasında veya öğünden hemen sonra D vitamini almanız kâfi. Kaldı ki D vitamini preparatları genellikle yağlı bir formülde üretilir. O nedenle bağırsaklarda emilimle ilgili bir hastalık olmadığı sürece emilimde herhangi bir sorun yaşanmaz.
D vitamini takviyesinin tablet, kapsül, sprey ya da damla formunda alınması arasında emilim veya etkinlik açısından bir fark var mı? Hangi form daha avantajlı?
Hayır, genel toplum açısından bakıldığında hiçbirinin diğerine göre çok büyük bir üstünlüğü yok. İğne şeklinde almanın hele hiçbir üstünlüğü yok.
Aynı dozu iğne şeklinde almakla içmek arasındaki farka bakıldığında içildiğinde kan düzeyinde yükseltici etkisinin daha fazla olduğu kanıtlanmış. Çünkü D vitamini kalçadan yapıldığında yağ dokusunda hapsoluyor, vücut tarafından hemen kullanılamıyor.
D vitamininin etkili olabilmesi için K2 vitaminiyle alınması gerektiği doğru mu?
D vitamini ve K2 vitamini kombinasyonunun osteoporoz tedavisinde daha başarılı sonuçlar sağladığına ve K vitamininin damarlardaki kalsiyum birikimini önleyerek kalp sağlığına olumlu katkılar sunduğuna dair bazı bilgiler var. Ancak bu konuda kesin bir kanıt olmadığı için kılavuzlarda böyle bir öneri yer almıyor.
Bir de şu konu önemli: K vitamini üzerinden etkili bir kan sulandırıcı kullanıyorsanız K vitamini içeren destekler ilacınızın etkisini azaltabilir. Her ne kadar bu tür kan sulandırıcıların günümüzde kullanımı azalmış olsa da dikkatli olmanız gerekiyor.
Daha önemlisi, ciddi D vitamini eksikliklerinde D3 ve K2 kombinasyonları her zaman yeterli olmayabilir çünkü bu preparatların çoğunda D vitamini miktarı genelde sadece 1000 IU (ünite).
Fakat düşük doz destek ihtiyacı olan bir kişide D vitaminini K2 ile kombinasyonuyla almak bir seçenek. Tabii bu kombinasyonun daha maliyetli olduğunu da göz önünde bulundurulmalı.
Son yıllarda D vitamini üzerine yapılan araştırmalarda hangi yeni bilgiler öne çıkıyor? D vitamini ile depresyon, diyabet, kanser gibi hastalıklar arasında bir ilişki olduğuna dair çalışmalar var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bu çalışmalardaki sebep sonuç ilişkileri henüz çok net değil. Tıpta kural şudur: Önce bir ilişki bulursunuz. Sonra bu ilişkinin hangi taraftan kaynaklandığını anlamaya çalışırsınız. Ardından bulgularınızın tedavide olumlu etkilerinin olup olmadığını ortaya koyarsınız.
Örneğin biz bugün için D vitaminini yeterli miktarda alan bir kişinin daha az COVID geçirip geçirmediğini bilmiyoruz. Ama COVID olanlarda D vitamini eksikliğinin daha sık olduğunu biliyoruz. “D vitamini alanlar daha az COVID geçiriyor” diyebilmemiz için bu ilişkinin kontrollü çalışmalarla doğrulanması gerekiyor.
Keza tip 1 diyabetin D vitamini eksikliğiyle daha sık görülebileceğine dair elimizde bir bilgi var. Üstelik bu, 20 yılı aşkın bir süredir biliniyor. Ancak “D vitamini takviyesi verdiğimizde diyabetli bireylerin kan şekeri kontrolü daha iyi olur” şeklinde bir kanıta henüz sahip değiliz.
Bu noktada hasta takibini yapan hekimler olarak önemli bir sorunumuza değineyim: D vitamini ya da herhangi bir takviye hastaların gerçek tedaviye odaklanmasını engelleyebiliyor. Örneğin bazı hastalar D vitamini almayı neredeyse insülin kullanmak kadar önemli bir şey olarak görüyor. Elbette D vitamini benim de önemsediğim bir konu, özellikle osteoporozu önleme açısından çok değerli. Fakat D vitamini, diyabetli bir hastanın kan şekeri yönetimine odaklanmasının önüne geçmemeli.
Aynı şey diğer sağlık sorunları için de geçerli. Mesela depresyondaki bir hastanın “Depresyonum geçsin” diye sadece D vitamini alıp antidepresanını kullanmaması ciddi bir yanlış. Dolayısıyla önceliğimiz her zaman bilimsel temellere dayalı doğru tedavi planını takip etmek olmalı. Takviyeler tedaviyi destekleyici bir unsur olarak görülmeli, ana tedavi yöntemlerinin yerine geçmemeli.
6 Aralık 2024 - D vitaminiyle ilgili bu bilgileri mutlaka öğrenin: 21 soru, 21 cevap
29 Kasım 2024 - Astım ve KOAH’ta 50 yıl sonra “mucize” tedavi mi geldi? Uzmanı yanıtlıyor
22 Kasım 2024 - Tarih yazıldı: Körlüğe karşı yeniden programlanmış hücreler
16 Kasım 2024 - “Bana bir şey olmaz” demeyin. İnme pusuda bekliyor olabilir
6 Kasım 2024 - Aile hekimleri yeni yönetmeliğe neden karşı çıkıyor? Neden iş bıraktılar?