Evlenmeyi düşünenlere kılavuz: Karşınızdaki kişi doğru insan mı? Nasıl anlarsınız?
Duayen Evlilik Terapisti Emre Konuk, çocukluk travmalarının yetişkin ilişkileri üzerindeki derin etkisini 10Haber’e anlattı. İşte, aşk ve evlilik yolculuğunda karşılaşılan zorlukları anlama ve üstesinden gelme rehberi.
Klinik Psikolog, Çift ve Aile Terapisti Emre Konuk, Türkiye’de evlilik terapisi alanında duayen tanımını tam olarak karşılayan bir isim. Yaklaşık 40 yıldır psikoterapi mesleğinin Türkiye’de oturması için çalışıyor. Kişilere, ailelere, organizasyonlara psikolojik ve kurumsal hizmetler veriyor. Terapist yetiştiriyor, ekibiyle birlikte çeşitli araştırmalar yapıyor.
Çocuk-ergen, yetişkin ve aile psikoterapisi konusunda derin bilgi ve tecrübeye sahip Emre Konuk ile Zoom üzerinden bir görüşme gerçekleştirdik. “Evlilikte en sık hangi sorunlar yaşanıyor?”, “Bir evliliğin boşanmaya gittiğini gösteren işaretler hangileri?”, “Mutlu evlilik için temel kurallar neler”, “Evlenmeyi düşünenler, karar vermeden önce birbirlerinde hangi özelliklere bakmalı?” gibi pek çok başlığı konuştuk. İki saat süren söyleşimiz üç gün yayınlanacak.
Bugünkü bölümde “Neden hep yanlış kişileri seçiyorum” sorusunun peşine düştük. Çocukluk ve ergenlik dönemlerinde yaşanan travmaların yetişkinlik dönemindeki ilişkileri nasıl etkilediğine dair bir yolculuğa çıktık. Emre Konuk, aile içindeki travmaların ruhsal ve fiziksel sağlığımız üzerindeki etkilerini somut araştırma bulguları eşliğinde sundu. Anlattıkları yalnızca romantik ilişkilerde değil, hayatın her alanında sağlıklı ve bilinçli adımlar atmak isteyen herkes için bir rehber niteliği taşıyor.
“Romantik ilişkilerimde sürekli yanlış kişileri seçiyorum” diyen bir kişinin bu eğiliminin temelinde yatan sebepler neler olabilir?
Araştırmalara baktığımızda durum çok net: Aile içinde olup bitenler sonraki hayatınızı hem çok olumlu hem de çok olumsuz etkileyebiliyor. Çocukluk ve ergenlik döneminde yaşadığınız travmatik süreçler gelecekte bilumum ruhsal sorundan fiziksel hastalıklara kadar pek çok problemle karşılaşmanıza yol açabiliyor.
Çocukluk ve ergenlik döneminde yaşanan hangi deneyimleri travmatik olarak değerlendiriyorsunuz?
Bu konuda bize rehberlik eden bir araştırma var: ACE (Advers Child Experiences/Olumsuz Çocukluk Deneyimleri). ACE araştırması 1995-1997 yılları arasında ABD’de 17 bin 500’den fazla yetişkin üzerinde yapıldı. Araştırma 0-18 yaş arasında aile içinde yaşanan travmatik olayların yetişkinlikte psikiyatrik ve tıbbi hastalıklarla ilişkisini sistematik olarak inceledi.
Katılımcılara 10 soruluk bir anket uygulandı. Ankette fazla sayıda travmatik deneyim belirtenlerin bağımlılıklardan kansere, obeziteden diyabete bir dizi sağlık sorunuyla daha sık karşılaştıkları görüldü.
ACE araştırmasının yaşamın ilk 18 yılında baktığı olumsuz yaşam olaylarında üç başlık öne çıkıyor: İstismar, ihmal ve ev içi işlevsizlik.
Bu başlıkları biraz daha ayrıntılı açıklar mısınız?
İstismar sadece cinsel istismar olmak zorunda değil, fiziksel ve duygusal istismarı da değerlendiriyoruz. Fiziksel istismar çocuğa bedensel olarak acı çektiren davranışları, örneğin dövmeyi, tekmelemeyi içeriyor. Duygusal istismar ise aşağılama, korkutma, küçümseme, çocuğun duygularını ciddiye almama gibi kronik hale gelmiş durumları kapsıyor.
Olumsuz yaşam deneyimlerinde dikkate aldığımız ikinci şey ihmalin çocuk açısından ne ölçüde yaşandığı. İhmal, duygusal da olabilir fiziksel de… Örneğin sevgi ve ilgi göstermeme bir duygusal ihmal. Çocuğun karnını doyurmama, yemeklerin doğru düzgün olmaması, yemek saatlerinin karmaşık gitmesi, sağlık bakımının ihmal edilmesi gibi süreçler ise fiziksel ihmal.
Ev içi işlevsizliğe gelince… Bu başlık altında birbirlerine şiddet uygulayan anne baba, aile içi madde kötü kullanımı (alkol veya uyuşturucu), aile içi teşhis alan veya almayan ruh sağlığıyla ilgili bozukluklar var. Yine bu grupta ebeveyn ayrılığı ve boşanma da yer alıyor. Boşanmadan önceki ve sonraki süreç iyi yönetilirse boşanma düşünüldüğü kadar sorun olmuyor. Fakat diyelim ki karı-koca, çocukları 10 yaşına geldiğinde boşanmaya karar verdi. Ama çocuk 10 yaşına kadar gürültü patırtının içinde büyüdü. Üstüne aile dağıldı. Çocuk zaten bu süreçte problemli hale geliyor ne yazık ki… Aile içi işlevsizlikte son madde aile dağıldığında çocuğun bakımını üstlenecek koruyucu unsurların yokluğu. Bizde genellikle anneanne, dede, amca, dayı gibi geniş aileden bireyler kurtarıcı gibi çalışır. Ama yakın akraba veya koruyucu kimse yoksa çocuk için bu çok ciddi bir sorundur.
Özetle danışan, ilişkilerinde yanlış kişiyi seçme de dahil herhangi bir sorunla karşımıza geldiğinde ilk baktığımız şey “Acaba geçmişinde bu tür deneyimler var mı?” diye araştırmak oluyor. Bunun için danışan, ilk seans öncesinde 10 soruluk bir anket dolduruyor. Henüz danışanla tanışmadan önce bu ölçeğe bakmak bir-iki dakikamızı alıyor ve kiminle karşı karşıya kalacağımızı önemli ölçüde biliyoruz.
Mesela bu ölçekte kaç travmatik deneyimin varlığı sizin için uyarıcı?
10 soruda nelere baktığımızı tekrar hatırlayalım: Duygusal istismar, fiziksel istismar, cinsel istismar, duygusal ihmal, fiziksel ihmal, anne-babanın birbirlerine şiddet uygulaması, aile içi madde kullanımı, ebeveyn ayrılığı-boşanma, gözetimde bulunan aile üyesinin yokluğu. Eğer bunlardan 3 tane varsa “Sorunları olan biri”, 4-5 tane varsa “Büyük ihtimalle ciddi sorunlara çok yakın veya ciddi sorunları olan biri”, 6 ve daha fazlası varsa “Çok ciddi sorunları var” diye bir değerlendirme yapmak mümkün.
Size birkaç tane istatistik vereyim. Önce bağımlılıkla ilgili verilerle başlayalım. “Evet benim ailemde bunlardan 5 veya daha fazlası vardı” diyen birinin “Hayır, benim ailemde bu tür sorunlar yoktu” diyen birine göre yetişkinlikte aşırı alkol tüketme riski yüzde 500, sigara içme riski yüzde 250 daha fazla.
Şimdi ergen hamileliğinde erkeğin rolüne bakalım. Annesine fiziksel şiddeti izleyen bir erkek ergenin, bir ergen kızı hamile bırakma olasılığı yüzde 28 daha yüksek.
Yine olumsuz çocukluk olayları kadınlarda riskli cinsel davranışları artırıyor. Örneğin sadece bir travmatik olay yaşayan kadınların 15 yaşında cinsel ilişki kurma oranı yüzde 12 ile yüzde 17 arasında değişiyor. Böyle bir olay yoksa bu oran yüzde 6 veya 8’de kalıyor. Ayrıca birkaç tür olumsuz çocukluk olayına maruz kalmak, kadınlarda istenmeyen gebelik olasılığını yüzde 50 oranda artırıyor.
İşin bir de gelecekte karşılaşılan tıbbı hastalık yönü var. Geçmişinde olumsuz çocukluk yaşantısı olanların kanser olma riski yüzde 157, kalp hastası olma riski yüzde 285, felç geçirme riski yüzde 281, eklem iltihabına sahip olma riski yüzde 236, astım olma riski yüzde 231, obezite-diyabet hastası olma riski yüzde 201, KOAH hastalığına yakalanma riski yüzde 399 daha yüksek.
Psikiyatrik hastalık boyutuna gelince… Çocukluğunda 5 olumsuz yaşam olayı deneyimleyen bireylerin yetişkinlikte depresyon geçirme olasılığı, olumsuz yaşam olayı deneyimlememiş bireylere göre 5 kat daha fazla. Listeyi daha da uzatmak mümkün ama özetle şunu söyleyebiliriz: Çocukluk-ergenlik döneminde yaşanan travmatik süreçler, zamanında müdahale edilmediğinde karşımıza akıl hastalığı, psikolojik sorunlar veya tıbbi hastalık olarak çıkabiliyor.
Çocukluk döneminde travma yaşamış bir kişi, bu olumsuz deneyimlerin etkilerini nasıl hafifletebilir? Önerdiğiniz yöntemler, stratejiler neler?
Öncelikle sağlık ve ruh sağlığı politikalarında önemli değişiklikler yapmak gerekiyor. Aile çok önemli. Herkes Cumhurbaşkanı’nın dindar olduğu için aile vurgusu yaptığını sanıyor. Oysa size az önce söz ettiğim istatistikleri biliyorlar. Bu nedenle de Aile Bakanlığı kurdular.
Mesela birkaç sene öncesine kadar sokaklarda dolaşan çocuklar görürdük. Dilenirlerdi. Restoranların önüne gider, kafalarını cama dayarlardı. Son birkaç seneye bakın, o çocuklar yok artık. Neredeler? 12 bin sokak çocuğu şu anda Aile Bakanlığı’nın oluşturduğu yerleşim yerlerinde yaşıyor, okullara gidiyor, sağlıklı besleniyorlar. Başlarında terapistleri var. Aile Bakanlığı, bir yıl boyunca 800’e yakın profesyoneline terapi eğitimi verdi. Ve bunlar iyi terapist oldular.
Yine şiddet gören kadınlar Aile Bakanlığı’nın açtığı sığınma evlerinde kalıyor. Bu kadınlara gerekli desteği vermek zorundalar çünkü hepsi travmalı. Sokakta büyüyen çocuklar da öyle. Çocukları sokakta bırakırsanız önce uyuşturucuya alıştırılırlar, sonra onları mafya kullanır.
Peki bu önlemler yeterli mi? Elbette değil… Bakın, araştırmalar travmatik stresin kanserden astıma, aile içi şiddetten bağımlılığa kadar pek çok sorunla ilişkili olduğunu gösteriyor. Fakat ülkemiz de dahil bütün dünyada sağlık sistemi hastalık ortaya çıktıktan sonra harekete geçiyor. Eğer sağlık ve ruh sağlığı politikalarını geliştirir ve koruyucu-önleyici uygulamaları ön plana çıkarırsak bu sorunları aşabiliriz. Yani paradigma değişikliği gerekiyor.
Bedensel ve ruhsal hastalık yaşayan kişilere geçmiş travmatik yaşantıları konusunda kısa süreli ve etkili danışmanlık, psikoterapi hizmeti sunabilmeliyiz. Tabii bu alanda görev alacak daha fazla ruh sağlığı profesyoneli, danışman ve psikoterapist yetiştirmemiz gerektiğini söyleyeyim. Keza aile içi ilişkilerin düzenlenmesi için daha fazla aile danışmanı ve çift-aile terapisti yetiştirmeliyiz. Çünkü ülkemizde ruh sağlığı hizmetindeki açık çok büyük, her yıl daha da fazla büyüyor.
Bir diğer önemli konu şu: Okullarda risk altındaki çocuklar mutlaka taranmalı, onlara ulaşılabilmeli.
Bütün bu önerilerin hayata geçmesi için de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı ve belediyelerin birlikte hareket etmesi, işbirliği içinde çalışması çok önemli.
Çocukluktaki travmatik olaylar nesilden nesile devam edebilir mi?
Diyelim ki çocuk böyle büyüdü. Evet, devam eder. Aile terapisiyle uğraşan profesyoneller bir şeyi çok iyi bilir: Ailede travmatik süreçler yaygınsa örneğin çocuk şiddet, hor görme, aşağılamaya maruz kalmışsa bunlarla baş edemiyor ve savunma mekanizmalarını geliştiremiyor demektir. Geliştirirse yetişkin, olgun olacak zaten.
Dolayısıyla duygularını net ifade etmek, “Hayır” diyebilmek, sınır koyabilmek gibi becerileri aile içinde öğrenemeyen, temel yaşam beceri setlerini geliştiremeyen bir çocuk, okula gittiği zaman biri onu rahatsız ettiğinde veya sert bir öğretmenle karşılaştığında kendini savunamıyor.
Okullarda ne yazık ki böyle bir politika olmadığı için bunlar kaydedilmiyor. Kimse buna bakmıyor zaten. Herkes “O okula girdi, şu okula girecek, başarılı oldu, başarısız oldu” hesaplarıyla meşgul. Çok yetenekli çocuklar travmatik yaşantılarla büyüyebiliyor ve kendilerini koruyamıyorlar.
Aile içinde travmatik süreçler yaşayan çocuklar kendilerini geliştiremeden büyüyorlar. O halleriyle de evleniyorlar. İnsanların neredeyse yüzde 100’ü evleniyor, hiç şakası yok. Evlendiği zaman da babasından, annesinden gördüklerini yapıyorlar. Çocuk durmadan kavga eden, birbirine kötü şeyler söyleyen, bağıran, belki şiddet kullanan bir ailede büyüdüğünde neyi öğreniyor? En çok bağıranın, belki şiddet uygulayanın kazandığını… Baba evde iki cam kırdığında herkes sus pus oluyor, siniyor. E ne güzel işte! Modelimiz böyle oluyor.
Çocukluk döneminde maruz kalınan travmaların temel yaşam becerilerinin gelişimini engellediğini belirttiniz. Temel yaşam becerilerinin ne olduğunu daha detaylı bir şekilde açıklar mısınız?
Mesela duygularınızı tanıma, ifade etme ve yönetme bir temel yaşam becerisidir. Stresle başa çıkmanızı, zor durumlarla karşılaştığınızda dirençli olmanızı sağlar.
Sosyal becerilerinizin olması yani iyi iletişim içinde olmanız, empati kurabilmeniz, iş birliği yapmanız bir temel beceridir. Bu sayede arkadaş edinirsiniz, sağlıklı ilişkiler kurarsınız. Mesela her gün değişik konularda farklı insanlarla ilişkiye giriyoruz. Ben herkesle çocukluk arkadaşlarımla birlikteymiş gibi hareket edemem. Hocamla başka türlü, arkadaşımla başka türlü konuşurum.
Öz disiplin, problem çözme, kendi ihtiyaçlarını tanıma ve bunları yerine getirme, tehlikelerden korunma birer temel yaşam becerisidir. Listeyi daha da uzatabiliriz.
Çocukluk döneminde yaşanan travmalar işte bu becerilerin gelişimini olumsuz etkiler. Mesela biz bu hipotezi 1999 Marmara Depremi’ni yaşayan kişiler üzerinde test ettik. Depremin üzerinden yaklaşık 20 yıl geçtikten sonra 2020 yılında deprem mağduru 400 kişiye ulaştık. Hepsi deprem olduğunda 15 yaş üstünde, depremi net hatırlıyor ve tamamı hâlâ o bölgede yaşıyor. “Acaba bu kişilerde travma sonrası stres bozukluğu var mı yok mu?” diye araştırdık. Yüzde 20’sinin de hâlâ travma sonrası stres bozukluğu yaşadığını gördük. Mesela gece 3.00’dan sonra yatıyor çünkü deprem 3.02’de olmuştu. Ya da biraz deprem konuşuyorsun, ağlamaya başlıyor…
“Peki neden bazı kişilerde bu tür etkiler varken diğerlerinde yok? Bu kim, o kim?” diye baktığımızda hipotezimiz geçerli çıktı: Ailede yaşanan travmatik sürecin şiddeti ve sıklığı yüksekse travma sonrası şiddet bozukluğu teşhisi de o kadar yüksek oluyor.
Sonra ikinci adıma geçtik. Bu sefer “Tamam ailesinde travmatik süreçler var ama travma sonrası stres bozukluğu neden 1-2 yıl değil de 20 sene sürüyor?” sorusunu odak noktamıza aldık. Bunun için de bir dayanıklılık envanteri geliştirdik. Yani “Bu kişiler temel yaşam becerilerini edindi mi edinmedi mi?” diye baktık. Mesela stresle baş etme becerisi, duygularını yönetme becerisi, ilişkilerini yönetebilme becerisi gibi becerileri değerlendirdik. Ve şunu gördük: Aile içinde travma ne kadar büyükse temel yaşam becerileri de o kadar düşük.
Konuşmamızın başından beri travmatik aile yaşantılarının kişinin yaşamında derin etkilere sahip olabildiğini vurguluyorsunuz. Sağlık sorunları, bağımlılıklar, evlilikte yaşanan problemler… Belki bu söyleşiyi okuyanlar için de yaşadıkları sorunlarla ilgili bir farkındalık oluşabilir. Bu kişilere önerileriniz neler olabilir?
Öncelikle belli olumsuz davranışlar gösteriyorsak ve bunlar yeni öğrenilmiş şeyler değilse o zaman gerilere kadar gitmek, aileye de bakmak gerekiyor. Dolayısıyla nasıl bu bağları araştırmacı görüyorsa pekâlâ biraz düşününce siz de görebilir ve değişim için adımlar atabilirsiniz.
Ama insanlar her zaman “Ben nasıl değişebilirim?” diye sormuyor. Çünkü insan zihni kızgınlık ve öfkeyle yapılan işleri savunmak için gerekçeler bulabiliyor. Mesela bir koca “Ben neden öfkelenip küfrediyorum, neden şiddet gösteriyorum? Sebebini siz de görüyorsunuz işte. Benimle konuşma tarzına bakın. Böyle konuşmasa aramızda kavga çıkmayacak” diyebiliyor. Oysa biri şu veya bu şekilde sizi sözleriyle rahatsız ediyorsa 50 bin tane uygulanabilecek strateji var. En basiti “Kusura bakma, seni dinlemek istemiyorum” deyip odadan çıkarsanız. Veya kavgaya girmezsiniz.
Ayrıca yapılabilecekler arasında bu işle uğraşan terapisti bulmak var. Eşiniz gitmiyorsa siz gidersiniz. Hiç değilse seçenek oluşturursunuz. “Çaresizim”, “Üstesinden gelemiyorum”, “Yapamıyorum” demezsiniz de terapide çare üretmeyi öğrenirsiniz.
“Sorunlarımızı çözemiyoruz. Evlilik terapisine gidelim” diyenler genellikle kadınlar mı?
Evet, genelde kadınlar literatüre bakar, gazeteleri okur, “Nerede terapist var” diye araştırır. Arkadaşlarına danışır. Kadınlarda bu açıdan hiç sıkıntı hatırlamıyorum.
Erkekler genellikle “Önce karımdan başlayın, sonra gelirim” diyor mesela. Oysa kadın hemen gelir, özellikle de anneyse. Terapiye gitmeyi genellikle erkek eşler, bir de ergen çocuklar reddeder. Onların terapiye nasıl davet edileceği konusu aile terapistinin bir meselesidir. Bu konuda bazı teknikler oluşturulmuştur ve terapist onları nasıl terapiye dahil edeceğini bilir.
Mesela?
“Sizi anlıyorum. Biraz sorunlardan ötürü bıkmış durumdasınız. Ama eşiniz zaten görüşmelere geliyor. Sizi buraya davet eden benim. Ailenin kralı siz, eşiniz de kraliçesi. Önemli kararlar alınırken eşiniz yalnız kalacak. Ailenin kralı bu kararlarda olmayacak. Ben bunu istemiyorum” dediğinizde bir erkeğin gelmeme ihtimali neredeyse yok.
Yaklaşık 40 yıllık evlilik terapisi deneyiminiz boyunca çiftler tarafından en sık dile getirilen sorunların neler olduğunu anlatabilir misiniz?
Birkaç tema öne çıkıyor. Bunlardan en çok rastlananı sık tartışmaların ve eleştirilerin olması. “Hep eleştiriliyorum” şikâyeti daha çok kadınlardan gelir. Ama erkeklerden de gelir. Eleştiri uzar, bitmez ve sorun bir türlü halledilemez. Neden? Çünkü karı-kocanın sorun çözme becerileri yeterince gelişmemiş.
Sık karşılaştığım bir başka sorun bütçe yönetimiyle ilgili meseleler. Metropol hayatında karı-koca çalışsa da bütçe hiçbir zaman yetmeyebiliyor. Taraflar da bu konuda birbirini suçluyor. Örneğin eşlerden biri kendisine pahalı bir saat almış, eve gelip bir de gösteriyor. Halbuki çocukların eğitimi devam ediyor, onlar için birikim yapmak lazım. Ya da çiftler ona buna yardım ediyor. Birisi bir akrabasına, öteki çocukluk arkadaşına para veriyor. Bu yardımı da birlikte karar verip yapmıyorlar. Tabii bu tür parasal konular aile içinde gerilimlere neden olsa da bu çiftler genellikle ayrılma eşiğine gelmiyor. Sıkıntı bu şekilde artarak devam ediyor.
Erkekler için öfkeyi yönetebilmek, önleyebilmek sıkıntısıyla da sık karşılaşıyoruz. Her ne kadar öfke nöbeti geçtikten sonra tatlı bir eş ve baba olsa da evin içinde herkes “Aman yine patlamasın” diye ondan korkar, tetikte olur.
Bizim ülkemize has sorunlardan biri de geniş aileye sınır koyamamak sanırım. Bu tür sorunlarla sık karşılaşıyor musunuz?
Çok rahatlıkla bu sorundan da söz edebiliriz. Bizde sosyolojik olarak hâlâ geniş aile hüküm sürüyor. Mesela birinin ailesi Sivas’ta, öbürünün ailesi Artvin’de ama ilişki çok sık. Her bayramda, her tatilde oralara gidiliyor. “Bu bayramda hangisine gideceğiz?” tartışmaları yaşanıyor.
Anneler, babalar İstanbul’a geliyor, kalıyorlar. Kimse “Git” diyemiyor, sınır koyamıyor. Öbür taraf geniş aileye saygıda kusur etmese de eşini biraz sıkıştırıyor. Bir de tabii kayınvalide sorunları oluyor.
Geniş aileyle çok sık bir araya gelme arzusuna bir taraf mesafeliyse kendini geri çekiyor. Ama öbür taraf bu sefer “Niye böyle davranıyorsun” diyor. Mesafeli duran eş “Ben her hafta sonumu veya her bayram tatilimi orada geçirmek istemiyorum” diye karşılık veriyor. Elbette her zaman keyif aldığımız işleri yapamıyoruz hayatta, bazen bu ziyaretleri de yapmak zorundayız ama sınır koymak şartıyla. Yoksa sonra bedeli ağır oluyor. Sizden uzaklaşmış bir eşle yaşamak zorunda kalıyorsunuz. Bu tür sorun yaşayan çiftlere terapi sırasında şu öneride bulunuyoruz: “İstediğiniz kadar ailenizle görüşün. Eşiniz size bir şey demiyor. O kaldırabildiği kadarına gelsin.”
Ebeveynlerin çocuk yetiştirme yöntemleri, disiplin anlayışları gibi konularda farklı görüşlere sahip olması da sık karşılaştığınız sorunlar arasında mı?
Evet, bu konular nedeniyle sıkıntı olur. Çocuklarda aksayan durumlar için eşler birbirlerini suçlar. Bir taraf “Sen çok yumuşak davranıyorsun, ondan oluyor” der. Öbür taraf da “Sen çok sert davranıyorsun” diye eleştirir.
Bir örnek vereyim: Anne baba mutfakta. Yemeğe hazırlık yapıyorlar. İçeride de bir ergen kız var. Hazırlığa katılmıyor. Kız evin içinde prenses gibi yaşıyor. Arkadaşlarıyla gece dışarıda bir mekanda eğlenmek için izin istiyor. Baba diyor ki “İstanbul jungle’ında, her türlü insanın olduğu yerde endişeliyim.” Anne de tereddütlü ama oturdukları sitede arkadaşlarının ailelerine soruyor. Onların çocuklarının gittiğini öğreniyor ve “Gitsin” diyor. Sonra karı-koca arasında çatışma çıkıyor.
Aslında burada dikkate alınması gereken unsurlar şunlar: Çocuk, aileye problem çıkaran davranışlar gösteriyor mu? Evden kaçıyor mu? Yalanı dolanı var mı? Kurduğu arkadaşlıklar tasvip ediliyor mu? Derslerine çalışıyor mu? “Gel kızım, güzel bir dizi başladı, izleyelim” dediğinizde “Pazartesi sınavım var, ders çalışacağım” diyor mu? Eğer buralarda sorun yoksa o çocuğu gönderebilirsiniz. Çünkü kızınızı zemheri ayında buz tutmuş yollarda okul servisine de bindiriyorsunuz. Risksiz bir hayat yok. Belli koşulları sağlamak koşuluyla izin verebilirsiniz. O koşullar neler mi? Mesela “Arkadaşların eve döndüğünde sen de döneceksin”, “Seni aradığımda telefonu açacaksın” şartlarını öne sürebilirsiniz. Gerçi çocuk herkesin içinde telefonu açmaya utanabilir. Çünkü ergenler anneyle konuşmaya şahit olduklarında birbirleriyle alay edebiliyor. Ama bunun da çözümü var. O zaman tuvalete gidip veya kalabalığa karışıp annesiyle konuşacak. Bir gecikme olursa annesine haber verecek…
Tabii çocuklarla ilgili sorunlar için çözüm yollarını mümkünse seansta hep beraber bulalım. Çünkü bazen ebeveynler sinirleniyor, tartışmayı bir türlü bitirmiyor. Burayı iyi yönetmek lazım. Bu arada böyle bir aile bana geldiğinde onlara bir de uyarıda bulunuyorum: “Bakın sizinle yaptığımız görüşmelerden öğrendim ki kızınız kendi işleri de dahil evde hiçbir iş yapmıyor. Bir kere, en azından akşam yemeği hazırlıklarına o da katılacak, daha sonra sofrayı sizinle toplayacak. Bulaşık makinesine yerleştirecek…
Son dönemlerde, gençlerin temel yaşam becerileri kazanma konusunda bir eksiklik yaşadığına dair bir gözleminiz var mı?
Bana kalırsa son 10-15 yıldır evet bu sorunlarda bir artış var. Eskiden bir ev nasıl yönetilir, aile içindeki ilişkiler nasıl sürdürülür gibi konular kız çocuklarına daha yoğun bir şekilde öğretilir, erkek çocuklarına hatalı bir şekilde bu alanlarda daha az eğitim verilirdi. Ama anneler artık “Ben çocuğuma hiçbir iş yaptırmıyorum” diye övünür hale geldi. Bana kalırsa bu açıdan işler iyi gitmiyor. Mesela terapist yetiştiriyorum, bunlar üniversite öğrencisi ama temel yaşam becerileriyle veya bir ev düzeniyle ilgili hiçbir şey bilmiyorlar. Yumurta bile pişiremeyecek durumdalar. Hiç pişirmemişler, hep hazır yemişler.
Anne-baba çocuğa kendine bakmayı da öğretir. Bana göre eğer birisi bir evi yönetebiliyorsa hayatta yapamayacağı hiçbir şey yok. Ev yönetmek kolay bir iş gibi geliyor ama genelde bu yük kadınların üstünde. Kadın da işe gidiyor ama çocuklarının sağlık sorunları da dahil olmak üzere evin her işiyle o ilgileniyor. Çocuk hastalanınca işini ayarlayıp doktora o götürüyor… Bütün stresli durumlarla şikâyet etmeden baş ediyor. Çünkü birçok anne bunları iş olarak görmüyor, vazife edinmiş durumda. “Ay, of” demiyor. Bu teşekkür ona yetiyor, bu kadar.
Gelin görün ki şehir hayatı artık fena halde başarıya odaklanmış durumda. Anneler “Kızım, oğlum sen kendini yorma, ben yaparım” diyor, basit bir sofra kurmaya bile çocuklar dahil edilmiyor. Bakın, çocukların basit günlük işlerde bile deneyim kazanamaması onların kendi başlarına işleri halledebilme, bağımsız olarak problem çözme, sorumluluk alma gibi kritik becerilerinin gelişmesini engeller. Bu çocuklar gerçek dünyanın sorunlarına ne yazık ki hazırlıksız.
Tam bu noktada şunu sormak istiyorum: Geçen ay bir trafik kazasında, 17 yaşındaki bir genç ehliyetsiz araç kullanırken bir kişiyi ezerek öldürdü ve dört kişiyi yaraladı. Kazanın ardından anne, oğlunu önce Mısır’a, ardından ABD’ye kaçırdı. Siz bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Konuştuklarımızın en tepe noktası işte ne yazık ki burası olabiliyor. Sınırların açık belirlendiği ama çocukların da görüşlerine değer verildiği ebeveynlik stili genellikle en olumlu sonuçları veriyor. Fakat aşırı koruyucu veya aşırı serbest bırakan ebeveynlik yaklaşımları gençlerin risk alma davranışlarını artırıyor. Ben açıkçası merak ediyorum, o çocuk hep korunmuş ve aşırı disiplin altında mı büyümüş yoksa çok mu serbest bırakılmış.
Sonuç olarak anne, çocuğunun suçuyla yüzleşmesini ve bunun sonuçlarını kabul etmesini engelledi. İyilik mi etti? Hayır. Şimdi o çocuk hayatına nasıl devam edecek? Bir de tabii kazada ölen kişinin ailesinin yaşadığı tarifsiz acı var. Mağdur aile için adaletin sağlanması, yas sürecinin bir parçası. Ama kazanın sorumlusunun yargılanmadan başka bir ülkeye kaçırılması adalet duygusunu derinden sarstı. Bu durumda ailenin acısı dinmez.
6 Aralık 2024 - D vitaminiyle ilgili bu bilgileri mutlaka öğrenin: 21 soru, 21 cevap
29 Kasım 2024 - Astım ve KOAH’ta 50 yıl sonra “mucize” tedavi mi geldi? Uzmanı yanıtlıyor
22 Kasım 2024 - Tarih yazıldı: Körlüğe karşı yeniden programlanmış hücreler
16 Kasım 2024 - “Bana bir şey olmaz” demeyin. İnme pusuda bekliyor olabilir
6 Kasım 2024 - Aile hekimleri yeni yönetmeliğe neden karşı çıkıyor? Neden iş bıraktılar?