Erdoğan’dan İsrail mesajı: Bu kapıyı kapattık, hayırlı olsun
Merih Demiral’in erken golü, Avusturya’nın planlarını bozdu. Her ne kadar oyun hâkimiyetini ele geçirseler de özellikle maçın sonlarına doğru Ay-Yıldızlıların ortaya koyduğu mücadele takdire şayandı. Şimdi sıra geldi çeyrek finaldeki Hollanda maçına…
Ve Alpler’i de geçtik… Turnuvanın ‘ilk sekizindeyiz’ artık… Dün, ikinci turun son maçında şampiyonanın parlayan yıldızı Avusturya karşısındaydık ve favori onlardı. Bu yılın 26 Mart’ında oynanan hazırlık maçında alınan 6-1’lik sonuç da sırtımızdaki gereksiz yüktü. Lakin Leipzig’deki randevunun ruhu, atmosferi, hissiyatı daha farklıydı, nitekim sonucu da farklı oldu.
Dünkü karşılaşma farklı ekoller kadar farklı anlayışların, yaklaşımların da mücadelesiydi… Dengenin bir tarafında ‘Gegenpress’ denen oyunun en modernist uygulamalarından birinin bir anlamda mucidi sayılan Ralf Rangnick’in yarattığı bir takım, diğer tarafında gencecik, daha gerçek formunu bulmamış ve bir süre daha bulmayacak görünümünde bir ekip vardı. Vincenzo Montella’nın talebeleri az-biraz eskinin ve de yakın dönemlerin kaotik oyunundan zaman zaman pasajlar sunsa da genel görünümüyle dinamik, enerjik, genç ve yetenekli ayaklardan oluşuyordu. Harmoni her daim sağlanmasa da sağlandığı anlarda da sonuç almayı biliyorlardı. En azından şampiyonaya gelirken gösterdikleri oyunla ve turnuvada oynadıkları maçlarla bunu ortaya koydular…
Gegenpress dedik ya; Rangnick’in öğrencileri yüksek baskıyı sahanın her yanında gösteren, özellikle de ön alanda başlatan bir mantıkla oynuyordu ve kâğıt üzerinde teorik kabul edilen bu anlayışı pratikte de gösterme, başarma yetisine sahipti. Dün bu ‘bilimsel’ takımın ayarlarıyla oynadık. Bir kere Merih’in erken gelen golü Avusturya’nın ezberini ve planlarını bozdu. Her ne kadar oyun hâkimiyetini ele geçirseler de özellikle maçın sonlarına doğru Ay-Yıldızlıların ortaya koyduğu mücadele takdire şayandı.
İkinci yarıda yine kornerden gelen, aynı imzaya sahip (Merih Demiral) golle motivasyonumuz yükseldi, direncimiz arttı ve takımdaki herkes birbirinin açığını, eksiğini, hatasını kapamaya başladı ve spontane biçimde yeni bir ‘total futbol’un ifadesini sahaya yansıttık. Aslına bakılırsa Avusturya ikinci golümüze çabuk cevap verdi ve beraberlik sayısını aramak için oyunu bütünüyle sahamıza yıktı. Ama dediğim gibi ‘dayanışma ruhumuz’ vites arttırdı. Rakip yüklendikçe ister istemez geriye çekildik, yer yer etten duvarlar ördük, her gelen topu ileriye şişirerek uzaklaştırmaya çalıştık ve kontralarla üçüncü golü aramaya çabaladık. Sonlara doğru Kerem’in pasıyla Barış Alper’in sürüklediği ve son vuruş için fırsat bulduğu pozisyonda aradığımız bu sayıya yaklaştık ama olmadı. Son sözü ise Mert Günok söyledi. 90+5’te Baumgarther’in kafa vuruşunda inanılmaz bir kurtarışa imza attı ve adeta galibiyeti resmileşti.
Naçizane daha önceki yazılarımda da belirtmiştim, (post)modernist futbolda taktiğin, stratejilerin sürekli öne çıkması, sonuca yönelik anlayışlar derken futbol daha mekanik bir kimliğe evrildi. Bu turnuvada bu türden kalıpları kıran (ki bunun özel bir çabanın ürünü olduğunu söyleyemeyiz, çünkü zaman zaman eldeki imkânlar böyle anlayışlara yöneltiyor takımları ve onların teknik patronlarını) ekipler ve oyuncular daha bir ön plana çıktı, gözle görülür oldu ve sempati topladı. Türkiye özellikle bu yanıyla dikkat çekti; Gürcistan maçını, Çekya mücadelesinin bazı bölümlerini ve dünkü Avusturya karşılaşmasını kast ediyorum elbette… Parladığımız, estetik sunduğumuz, kreatif işlere imza attığımız anları sunduğumuz ve oyunun sıkıcı, kendini tekrarlayan yapısını sekteye (!) uğrattığımız bir stilimiz oluştu ve bu görüntü, bütün dünyadaki futbolseverlerinin ilgi gösterdiği bir takım kimliğine sahip olmamızı sağladı. Bu arada bütün bu vurguladığım özelliklerimizden dolayı plansız, programsız, stratejiden yoksun bir takım olduğumuz anlamı çıkmasın ama öne çıkan yanımız yaratıcı tarafımızdı elbet…
Yazının girişinde belirttiğim gibi Alpler’i aştık, şimdi sıra cumartesi günü Berlin’de oynanacak çeyrek final maçında. Değirmenleri geçmek yeni hedefimiz… Bunu başaracak gücümüz, kapasitemiz ve inancımız var. Velev ki aşamadık, şu ana kadar ortaya koyduğumuz futbol ve bıraktığımız izler bile turnuvaya damga vuran takımlar arasında girmemize yetti. Ama umarım bu engeli de aşar ve yeni bir tarih yazarız.
Bu arada maç sonrası Avusturya’nın teknik patronu Rangnick’in Mert Günok’un son dakikadaki mucizevi kurtarışını efsanevi İngiliz kaleci Gordon Banks’in Dünya Kupası 70’te Pele’nin kafa vuruşunu müthiş bir refleksle çıkarmasına benzeterek “Eşitliği sağlayacak zamanımız vardı ama kalede Gordon Banks varken bu çok zordu!” şeklindeki açıklama yapmasını çok zarif ve aynı zamanda oyunun kültürüne, tarihine hâkimiyet açısından çok öğretici ve hatırlatıcı bulduğumu söylemeliyim… Rangnick’in takımı dünkü maçı kaybetti ama kendisi çok çok önemli, çok çok değerli bir futbol figürü olduğunu bir kez daha hatırlattı. Yeri gelmişken, maçtan sonraki yorumlarında sözde kendisine aşağılayan kimi futbolcu eskilerimizin ise oyunun tarihinde çok da yerleri olmadığını ve her zamanki gibi boş boş konuştuklarını belirtmek isterim…
Wolfgang Amadeus Mozart’ın ünlü yapıtına sevgi ve saygımızı göstererek bitirelim; dün Leipzig’de tribünlerde ve sahada ‘Türk Marşı’ dinlendi!