11 Ağustos, Berlin
Bugün oğlum İstanbul’a dönüyor. Onun yaz tatili başladı. Eylül de bir hafta sonra İstanbul’da olacak ve ben de onunla aynı günlerde İstanbul’a döneceğim. Birlikte sevgili Nihan’ın Gündoğan’daki evinde tatil yapacağız. Ben onun Bodrum Edition Hotel’de açtığı sergi için onunla birlikte bir konuşma yapacağım.
‘Hayatımızı Hangi Değerler Üzerine İnşa Etmeliyiz?’
Sonra Marmaris’te yaşayan bir dostumu ziyaret edeceğim iki gün. Konuşacak o kadar çok şey birikti ki uyumaya zaman bulabilecek miyiz emin değilim. Konuşmaya başladığında merakla dinlediğim insanları o kadar özledim ki.
İki dostum vardı böyle, hâlâ dostlarım onlar elbette; biri Necati Ilgıcıoğlu, o konuşmayı bıraktı neredeyse, birlikte susmak dışında pek bir şey yapamıyoruz birlikte. Diğeri Ali Çivi. O da Zürih’le İstanbul arasında gidip geliyor ve biz de bir türlü ortak zaman yaratamıyoruz. Bana Anadolu türkülerini sevdiren insandır Ali Çivi.
Çok iyi bir hukukçu ve çok iyi dost.
Demir Özlü Stockholm’de yaşamaya başladıktan ve evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra ona Berlin’den bir davet gelmiş. Üç ay ona bir çatı katı daire vermişler ve orada yazmasını istemişler. Alman hükümetinin dünya yazarlarına sunduğu bir olanaktır bu.
Murathan Mungan da bildiğim kadarıyla birkaç kez davet alan yazarlarımızdan.
Demir Özlü’ye ayrılan dairede daha önce birkaç ay da Tezer Özlü kalmış. Demir Özlü’nün kardeşidir Tezer Özlü. Bambaşka edebiyat anlayışları olmasına rağmen ben ikisini de severim. Yaşlandıkça, Demir Özlü daha yakın gelmeye başladı bana. Onun sakin hüznü beni daha çok etkiliyor. Tezer Özlü duygularını çok yoğun yaşayan ve bunları da eserlerine çok yoğun yansıtan bir yazar ve acının bu kadar doğrudan ifadesi beni son birkaç on yıldır biraz rahatsız etmeye başladı.
Bugün Dussmann’a gidip bir dostum için defter ve kalem aldım. Hediye etmek için ona. Kalem ve defter seven kaç kişi kaldı ki çevremizde?
Dün oturup bira içtiğim Vietnam restoranında oturuyorum. Saat 17.02. Hava güneşli ama benim tam da istediğim kadar bir sıcak var. Tam olarak söylemem gerekiyorsa, izin verin bakayım. 25 derece. Nem yok. Hiç terlemiyorum. Buğday birası içiyorum ve Nazan Öncel dinliyorum. Vietnam lokantasında çalışan Vietnamlı garson kız o gün ne içeceğimi tahmin ediyor ve onu getiriyor. Bazan normal bazan buğday birası. Çok güleç yüzlü bir kız. Doğduğu ülkeden bu kadar uzakta, azıcık Almancasıyla bu kadar hayatından memnun olması o kadar iyi geliyor ki bana. Ne kadar az şeye ihtiyacımız olduğunu hatırlatıyor bana.
Sokakta yaşayan bir junkie geldi çöp kovasını karıştırıp küçük bir ekmek parçası buldu. Şimdi onu kemirerek karşı kaldırıma geçti. Karşı kaldırımda belki de Berlin’in en iyi fırınlarından biri var. İnsanlar uzak semtlerden buraya gelip hafta sonu kahvaltıları için ekmek alıyorlar. Oğuz Atay’ın ‘küçükburjuvapazarkahvaltısı’ dediği şey için.
Evimize yavaş yavaş alışıyoruz. Sağ olsun yardımcımız Duygu da evi yaşanır hale getirmekte çok yardımcı oluyor bize. Oğlu bu sene ilkokula başlıyor olduğu için bu sene çok kısa bir tatil yapabilecekler. İnsan hayatta kalabilmek için, yaşamak değil, yalnızca hayatta kalabilmek için neden bu kadar çok çalışmak zorunda? Buna neden olan şeyleri bilip de komünist olmamak, isyan etmemek, nasıl mümkün olabilir diye düşünüyor insan. Sonra kaybedeceğim şeyler geliyor aklıma ve korkuyorum. Ve insanlar için mücadele etmeye kalkmanın saçma olduğunu düşünüp kendimi ikna ediyorum. İnsanın kendini kandırmasından daha kolay hiçbir şey yok.
Gençken bir ara beni okuduğum kitaplar ve seyrettiğim filmler mahvetti derdim. Şimdi, iyi ki onları okumuşum ve o filmleri izlemişim diyorum. Niye böyle düşünüyorum üzerine düşünmem lazım.
Öğleden sonram biraz zor geçti. Biraz da kendimi zorlayarak ve ders çalışır gibi, dün başladığım bir şiiri bitirmeye ya da tamamlamaya çalıştım. ‘Bilinçdışı Mırıltılar’ önemli benim için. Ve herhangi bir dize, herhangi bir şiir bu kitaba yakışmayacaksa kendimi kötü hissedeceğim. Bunun için bütün öğleden sonramı bu şiiri çalışarak geçirdim. Şiir beni üzdü. Uzun süredir yaşamadığım bir şeyi yaşadım.
13 Ağustos, Berlin
Bir arkadaşım Miami’den Berlin’e döndüğü gün ben de İstanbul’a uçuyorum. Muhtemelen anlatacak birçok hikâyesi var ama Eylül sonunu bekleyecek hikâyeler. Bugün seanslarımı içinde çınar ve ıhlamur ağaçlarının olduğu, duvarlarına sarmaşıkların bulaştığı binalarla çevrili bir iç avluya bakan balkonumda yapıyorum.
14 Ağustos, Berlin
Dün Ferhan İstanbullu’yla tanıştım. O da eşi Yalın’la uzun süredir Berlin’de yaşıyorlarmış. Bu akşam bir etkinliğe davet ettiler beni. Seve seve gideceğim. Ama Ferhan’ın nezaketine hayran oldum. Evden çıkarken telaşla temiz bir tişört giymeye çalışırken ben tişörtü ters giymişim. Bütün sohbetimiz boyunca uyarmadı beni. Sağ olsun. Sonrasında gittiğim Vietnam restoranındaki garson kız beni görünce gülmeye başlayınca ve eliyle tişörtümü gösterince anladım. Oluyor işte böyle şeyler ama bana daha çok oluyor sanki.
Ferhan’lar Yeni Rakı’nın buradaki distribütörleri ve bununla ilgili bir etkinlik sanırım. Ayrıca hafta sonları aktif olacak bir restoran da işletmeye başlamışlar. Neşeli, tatlı insanlar.
Bu arada dostlarımdan biri dede olmuş. Yakında yakın arkadaşlarımızla tansiyon ilaçlarımızı konuşur duruma geleceğiz sanırım. Yaşlılık belirtisi olabilir mi bu? Yanıtı belli gerçi. Arkadaşlarımızın ve bizim dedelerimiz var durumundan, torunları olan arkadaş ilişkilerine geçiş ☺
Öğleden sonra oğlumun iyi arkadaşlarından Cem’le bir iki bira içip sohbet ettik. Berlin’de mühendislik okuyor. Çocukluklarını bildiğim insanların bu kadar aklı başında insanlar haline gelmiş olmaları ve hayatta ne yapacaklarını biliyor olmalarıyla gurur duyuyorum. Cem’le geçirdiğim bir iki saat çok güzel anlardı benim için.
Bugünün süsü Cesare Pavese’den. Ölüm gelecek / Senin gözlerinden bakacak.