11 Eylül, İstanbul
Yarın Türkiye’nin başına gelen en kötü şeylerden birinin yıldönümü.
12 Eylül, İstanbul
Türkiye’nin en büyük ayıplarından biri Kenan Evren’i yargılayamamış olmasıdır. 16 yaşında bir çocuğu asmayalım da besleyelim mi diyerek mahkeme kararıyla yaşını büyütüp dar ağacına yollamış bir diktatörün sıcacık yatağında huzur içinde ölmesine izin veren bir ülkenin vatandaşı olmak utanç verici.
Kendimi bir süre sosyal hayattan çekip çalışmak zorundayım. Yalnızca sabahları birkaç saat çalışarak bu tezi bitirebilme şansım kesinlikle yok. Bir an önce Berlin’e gidip kapanmak istiyorum. Kimseyi görmeden, kimseyle görüşmeden yalnızca okumak ve yazmak.
Bugünler hayal kırıklıklarıyla geçiyor. Etrafımdaki insanların haset dolu dedikoduları, naif bir şekilde yanlış anlamalarım, ya da insanların asıl niyetlerini doğru değerlendiremem, beklentilerimin boşa çıkması giderek insandan uzaklaşmama yol açıyor. Çocuklarımdan başka kendimi yakın hissettiğim ve anlaşabildiğim hiç kimsem yok gibi hissediyorum kendimi.
Tomris Uyar’ın öykülerine daldım yine. Bazan öyle oluyor. Örneğin şu an Sait Faik okusam bana hiçbir şey demeyecek.
Oktay Akbal’ın güncelerinden birini okuyorum. Nadir Kitaptan filan bulup hepsini edinmeliyim. Oktay Akbal’ın kısa öykülerini çok insan bilmez. O kadar güzeldir ki. Unutturuldu nedense Oktay Akbal. Kitaplarını yeniden basacak yayınevi bulmak da zor olsa gerek. Öldü ve Cumhuriyet Gazetesi köşe yazarı olarak tarihe gömüldü. Oysa bence kuşağının önemli edebiyat ustalarından.
Şöyle bir şeyi itiraf etmek isterim. Nihat Halıcı, çok eski dostum, ben tıpta öğrenciyken o okulunu bitirmiş Cumhuriyet Gazetesine muhabir olarak girmişti. İlk olarak polis muhabiri olarak başlatırdı Cumhuriyet o zamanlar yeni giren gazeteci adaylarını. Çok sık gece nöbetleri olurdu. Nöbet tuttuğu gecelerden birinde Oktay Akbal’ın odasına girmiştik. Bütün duvarlar yerden tavana kitaplıktı. İlhan Berk’in ona imzalayarak verdiği bir kitabı çalmıştım odasından. Utanmam lazım mı bilmiyorum bundan. Ne oldu acaba o kütüphane.
Behçet Necatigil’in de Beşiktaş’taki küçük dairesinde, banyonun bile duvarlarının kitaplıklarla kaplı olduğu anlatılırdı. Kitaplarına çok düşkün olduğundan evden çıkarlarken arkadaşlarının çantalarını kontrol edermiş Necatigil. Ben de evine giremediğim hiç kimseye kitap ödünç vermem mesela.
13 Eylül, İstanbul
Tomris Uyar, ‘Gündökümleri’nden bir kısmını yaptığı toplumsal gözlemleri ve onlarla ilgili eleştirilerini dile getirmek için kullanmış. Özellikle ilişkilerin yozlaşması ve edebiyat dünyasında tanık olduğu ve onu rahatsız eden konulara değiniyor sık bir şekilde. Demir Özlü’yse belki daha içe dönük bir karakter olmasının etkisiyle kendi iç dünyasındaki yolculukları daha fazla dile getiriyor. Bu anlamda da günceyle günlük arasında gidip geliyor onun bu metinleri.
Ben hala tam karar veremedim nasıl bir yol izleyeceğimi. Bazan Demir Özlü’ye, bazan da Tomris Uyar’a yakın bir üslubum oluyor. Demir Özlü gibi daha içsel bir yolculuk peşine takılsam, içinde bulunduğum sosyal çevreye dedikodu malzemesi veriyorum gibi hissedeceğim kendimi. Gerçi beni takip ettiklerinden, beni okuduklarından hiç de emin değilim.
Son birkaç ayda hiç de istemediğim halde değer verdiğim birkaç kişiyle aram bozuldu ve bu beni ciddi bir şekilde meşgul ediyor. Bu dargınlıkları giderebilmek için de yapabileceğim hiçbir şey yok. Üstelik bu konuda sorumluluğum olduğunu biliyor olsam da suçlu olduğumu düşünmüyorum. Hiç ummadığım tepkiler aldım ve şaşırdım bu tepkilere de.
Bu durum da odağımın kaymasına, yapmam gereken şeylere kendimi motive bir şekilde adamama engel oluyor. Olgun, anlayışlı, güler yüzlü bir insan olduğumu düşünürken sanki öyle değilmişim gibi oldu birden. Bilemiyorum bu tuzaklara nasıl düştüğümü. Dostluklara, ilişkilere karşımdakine yüzde yüz güvenerek başlıyor olmam, son zamanlarda başımı birkaç kez sert bir şekilde duvara çarpmamla sonuçlandı. İyi insan olmaya çalışmanın bedelini ödüyorum sanki. Beni I. Kant’ın etiği mahvetti deyip işin içinden çıkayım bari.
Uzun süredir İoanna Hocayı görmüyorum. Nasıl olduğunu, sağlığını, bu dönem hangi dersi verdiğini merak ediyorum aslında. Arayıp bir randevu alsam, biraz sohbet etsem ne güzel olur. Hem Bergen’i de görmüş olurum.
Bu ayın 25’inde İstanbul Modern’de bir diziv panel var. Konusu ‘Doğruluk mu Gerçeklik mi?’ Sinirbilim, felsefe ve sinema üzerine. O panellerden birine katılacağım, ‘Oyun Birleştirir: Kolektif Mücadele.’ Henüz nasıl bir sunum yapacağıma karar vermedim, ama elimde güzel kaynaklar var. Onlardan bir şeyler çıkacağına eminim.
27’sindeyse Ankara’da, ‘Philfest 25’ kapsamında ‘Klinik Felsefe’ üzerine bir söyleşim var. Orada ne diyeceğimi, ne anlatacağımı çok iyi biliyorum.
Günün süsü 12 Eylül anısına Küçük İskender’den gelsin bugün: korku da, ölüm de, acı da / insanı yeni bir doğuma hazırlayan sancıdır / ama unutma ki sevgilim sakın / meyve vermeyen tek ağaç darağacıdır!