Sevgili günlük…

17 Eylül 2025

15 Eylül, İstanbul

2006 yılında başıma gelen ciddi bir hastalık nedeniyle on yedi gün Basel Hastanesinin kardiyoloji yoğun bakımında kaldım. Hastanede ve sonrasındaki iki aya yakın süren rehabilitasyon sürecinde, ölümle yüzleşmiş biri olarak benim için çok önemli olan birkaç karar aldım. Bunlardan bir tanesi de, eğer o an içinde bulunduğum koşullarda mümkünse, istemediğim herhangi bir şeyi yapmamak. Bunu bencilce bir yerden söylemiyorum. Ölüm o kadar beklenmedik ve ani bir şekilde insanı bulabiliyor ki, bir başkasına ayıp olmasın diye yaptığınız şeyler, bulunduğunuz özveri hayatınızdan çalıyor.

Ayrıca, cennet umuduyla yaşamayıp, öteki dünyayla ilgisi olmayan biri olarak sahip olduğum tek vaktin yeryüzünde geçirdiğim bu hayat olduğuna inanıyorum. Ve istemediğim şeyleri yapmamam mümkün olduğu halde yapmaya devam ettiğimde kendime ihanet etmişim gibi geliyor. 

Bunun bencillik olmadığını daha iyi anlatabilmek için şöyle bir örnek vermek istiyorum. Çocuklarımın geleceği için benim belli bir yoğunlukta belli bir süre daha çalışmam gerekiyor. Oysa ben çocuklarımı bencilce umursamasam, hayatımı çok daha az çalışarak, dünyayı gezerek geçirebilirim. Ama ben zaten çocuklarımın daha iyi bir geleceğe sahip olmasını isteyen ve bunu zorla değil, zaman zaman zorlansam da zevkle yapan biriyim. Bu hayatta tek başıma olsam çalışmak zorunda olmadığım kadar çalışmayı kendi isteğimle yapıyorum. 

Belki buna da başka bir açıdan bencillik diyebiliriz. Öyle olmadığını düşünüyor olsam da kapıyı açık bırakıyorum. Ama hayatımın bu evresinde bir karar alacağım ve bu benim yaşayış tarzımı da etkileyecek bir süre. Buna hazır hissediyorum kendimi. Bir üretim evresine giriyorum ve kendimi mümkün olduğunca dünyaya kapatıyorum. Bu yazıp yayınlamayacağım anlamına gelmiyor kesinlikle. Belki de sadece bunları yapıp çocuklarımla zaman geçireceğim bir dönem başlıyor denebilir. Benim için çok kıymetli bir iki insan dışında herkesi hayatımın, gündelik hayatımın dışında tutarak. 

Bu da bir manifesto gibi oldu ama, içimden yazmak geldi. Bugün Demir Özlü okuyacağım ve Levent’le (Özçelik) buluşacağım seanslarımdan sonra. 

Gerçi Oktay Akbal’ın 1965’te tuttuğu günceyi okumaya başladım biraz önce. Demir Özlü’nün ‘Berlin’de Sanrı’ kitabını okumak istiyorum. Kısacık bir metin. Novella demek daha doğru olur sanırım. Bütün bunları paylaşacak kimsem yok. Etrafımda çok az insan var kitap okuyan ve onların okudukları kitaplar da şu an benim ilgi alanımda olan kitaplar değil. Bir yandan çok yalnız hissediyorum kendimi, diğer yandan da Oktay Akbal’ın, Demir Özlü’nün, Tomris Uyar’ın yıllar önce benzer sıkıntılar, acılar ve şikayetlerle geçirdikleri hayat kesitlerini okumak yalnızlık hissiyatından koruyor beni. 

Oysa şöyle de düşünebilir insan. Hiç mi bir şey değişmez bu ülkede duyarlı insanlar için? 

Oktay Akbal’ın devamlı üzgün ve mutsuz olması bir tesadüf mü? Yoksa yalnızca mutsuz olduğunda mı eline alıyor kalemi? Nasıl bir gündelik hayatı var? Daha doğrusu gündelik hayatının, evinde karısıyla çocuklarıyla geçirdiği zaman dilimi nasıl? Onlardan pek bahsetmiyor. Edebiyat, yazdığı öyküler, denemeleri, fıkra yazıları. Kendisininkiler kadar dostlarının yazdıkları da ilgilendiriyor onu. 

Bir de ne kadar çok yürüyorlar. Babıali’den başlıyorlar, Taksim’e kadar yürüyorlar örneğin. Sonra orada üç dört bira içip otobüsle evlerine dönüyorlar. En çok Çiçek Pasajında içiliyor o zamanlar. Babıali o yıllarda basın dünyasının merkezi. Bütün önemli gazetelerin orada olması gibi Gazeteciler Cemiyeti de orada. Bildiğim kadarıyla Gazeteciler Cemiyetinin bir de sadece gazetecilerin ve onların misafirlerinin gidebildiği bir meyhanesi var. Sanki Türk basının kalbi orada atıyor. 

Cemal Süreya da haftalık ‘2000’e Doğru’ dergisinde yazarken Cemiyetin meyhanesinde çok içermiş. Ama o kuşak aslında Krepenci. Nevizade ile Asmalımescit arasında artık var olmayan bir pasajda. Var olmayan derken adı artık Krepen olmayan bir pasajdaki meyhanelerde içerlermiş. Krepen’deki İmroz daha sonra bu adla Nevizade’ye taşındı. Ben yaşım gereği o zamanları biliyorum sadece. Ama anladığım kadarıyla hiç kimse için eski tadı kalmış bir yer değil.

Dün gece saçma bir şekilde rüyamda ‘Gizli Bahçe’yi gördüm. Bizim Nilgün’ün ‘Gizli Bahçe’sini. Doksanlı yılların başında gerçekten gizliydi ve kapısında adı bile yazmazdı. Nevizade’nin Taksim Meydanına yakın tarafından girince, birkaç ucuz, genç üniversite öğrencilerinin takıldığı birahaneden sonraki eski bir binadaydı. Nilgün satın almıştı bütün binayı, zaman içinde işleri iyice düzelince. Dönerek çıkan izbe ve izbelik kokan merdivenlerden birinci kata varılırdı. Bu katta da, geniş bir terasa açılan bir üst katta da, her an altınızda kırılacağından, dağılacağından çekineceğiniz kadar eski, birbirleriyle tamamen uyumsuz koltukların olduğu, gerçek bir gizli bahçeydi, bize ait kurtarılmış bölge gibi bir yerdi. 

Bu arada bu satırları Bebek’te adı ‘Hidden’ olan bir yerde yazıyor olmam gerçekten tamamen tesadüf. Çünkü ‘Gizli Bahçe’ buraya geldiğim için gelmedi aklıma, dün gece rüyama girdi. Nilgün’ün bir ortağı vardı, hâlâ var. Hüseyin. Nilgün ne kadar kiloluysa, Hüseyin de o kadar tüy sikletti. Müzikleri Hüseyin yapardı. O zamanki ekibimiz esas olarak Seçil Yaylalı, Mehmet Mehmetoğlu ve Mehmet Deprem’den oluşuyordu. Neredeyse haftanın dört gecesi orada başlar, orada biterdi. 

Sonraları Teoman ve Şebnem Ferah da gelmeye başladı mekâna ve onlarla yapılan söyleşilerde ‘Gizli Bahçe’nin adını vermeye başladılar. Bu elbette Nilgün ve Hüseyin için çok iyi oldu ama biz en başından beri müdavim olanlar için bir ihanet gibiydi. Müzikler değişti, çoğunu tanımadığımız insanlarla doldu bahçe ve biz de elimizi ayağımızı yavaştan çektik. Küstüğümüz için değil mekâna, ‘Gizli Bahçe’ artık gizli değildi. Kapısında tabelası bile vardı artık. 

Küçük İskender’in iyice parasız kaldığı günlerde Nilgün sahip çıktı ona ve kalması için çatı katını verdi. Nilgün’ü özledim birden. Arayıp mekânına gideyim bir iki bira parlatalım eski dostumla. Birbirimizi gördüğümüzde, sanki araya yıllar girmemiş gibi saatlerce muhabbet edebiliyoruz. İnsan çok az insanla böyle bir ilişki kurabiliyor. Oysa en çok da bu dostluklara özensiz davranıyoruz, ne garip. 

Hidden da Bebek’in ara sokaklarından birinde yıllar önce açılmış çok hoş bir mekân. Ben bu akşam ilk defa geldim. Sahibi çok saygıdeğer, özenli, dünyanın birçok yerinde cesaretle işler yapan, yapabilen genç bir adam. 

Levent geldi, şimdi şarap zamanı. 

16 Eylül, İstanbul

Dün ‘Gizli Bahçe’yi rüyamda gördüğümü yazmıştım. Onu yazmadan başka anılara dalıp gitmişim. Garip bir rüyaydı. Rüyanın içinde huzursuz olduğumu anımsıyorum. Nasıl girdiğimi hatırlamıyorum ‘Gizli Bahçe’ye ama kendimi birden Hüseyin’in müzik yaptığı DJ kabininin yanında buluyorum. Ama kabin her zaman olduğu yerde değil ve bu yeni yer de benim bahçeye gittiğim zamanlarda binanın pek uğramadığım yerlerinden birinde duruyor. Ben Hüseyin’le kucaklaşıp selamlaştıktan sonra bahçenin bildiğim yerlerine gitmek istiyorum. Ama oraya gidemeyeceğimi, artık oranın kapandığı, oraya gitme iznimin olmadığını söylüyor tanımadığım bir görevli. Kızıyorum ona, “oğlum, diyorum, “sen daha doğmamışken ben orada bira içiyordum. Çekil önümden!” Ama delikanlı izin vermiyor. Ağır bir panik duygusunun içimi kapladığını hissediyorum. Rüya burada bitiyor. 

Uyanıp rüyayı hatırladığımda da pek iyi hissetmedim kendimi. Gitmeme izin verilmeyen yerin benim için ne anlama geldiği, bir güncenin değil bir günlüğün konusu olduğu için burada yazamam. Ama hayatımın yıllar önce kapanmış bir döneminin bittiğini ve tekrar benzer şeylerin yaşanmasının mümkün olmadığını anlıyorum şimdi bu satırları yazarken. Kısa, bir oto-rüya-analizi oldu sanırım. Detaylarını kendime saklayarak.. 

Bilinçdışı Mırıltılar yayına hazır hale gelmek üzere. Eylül kapakla ilgili son rötuşları yaptı sanırım. Kitap hazır olduğunda Filiz’e (Aygündüz) göndereceğim. Milliyet Sanat Dergisi kasım sayısı için. Başka kime göndermeli acaba? Şiir okuyan kim kaldı merak ediyorum. Şiir yazanlar dışında şiir okuyan bir kitle var mı acaba? 

İçimde garip bir sıkıntı var. Öğleden önce dört seans yapmama rağmen sıkıntım geçmedi. Şimdi yemek aramdayım ve sonrasında üç seans daha yapacağım. Yemek aramdayım ama ‘Velvet Underground’ dinleyip kahve içiyorum. Akşam eve gitmek istemiyorum ama dışarılarda da olmak istemiyorum. Yürümeli uzun uzun. Bir polisiye roman dinleyerek. Oktay Akbal’ın 1956, Demir Özlü’nün 1993 yılından kalan hüzünleri bulaştı sanki zihnime. 

Edip Cansever’in dizeleri geliyor aklıma: “Çıkmalı / Birine filan mı uğramalı / Nereye / Turgut’a sormalı, iyi bilir O / Elinde limonlu votkası.” Bir can sıkıntısı ne kadar sürebilir? Almancada can sıkıntısı uzamış zaman anlamına gelen bir kelime. Zamanın uzadığını hissediyorsanız canınız sıkılıyor demektir. Zaman bir türlü geçmek bilmez. Bu arada, can sıkıntısı kelimesinin birleşik yazılması gerektiğini düşünüyorum ve öyle kullanacağım; cansıkıntısı olarak. 

Bugün son seansta, uzun süredir tanıyor olduğum bir danışanım sosyal medya paylaşımlarımdan yola çıkarak benim biraz depresif olabileceğimi düşündüğünü söyledi. “Siz nasılsınız?” diye sordu seansın sonlarına doğru. Biraz şaşırdım sorusuna ama sonra bu güncelerde paylaştıklarımı düşününce haklı bir merak olduğunu fark ettim. Çok hızla, “Berlin’e gitmeyi özlediğimi” söyledim. Ama şimdi düşünüyorum da gerçeği tam olarak yansıtmıyor olabilir bu hızlı cevabım. Sanırım şu sıralar gerçekten biraz mutsuzum. Ama bunun önemli bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Neden biraz mutsuz olduğumu bildiğim için çözümü de biliyorum. Bu arada cevabımın doğru yanı şu ki, çözümü Berlin’e gittikten sonra bulacağım. 

Günün süsü Oktay Rifat’tan: Öyle sevdalar vardır, biter başlar; / Buruk tatlar vardır, ağızda şurup giden; / Bir aşka vuran güneş kolayca batmıyor. 

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.