02 Ekim, Berlin
Levent bu sabah İstanbul’a döndü. Ben de iki seans yapıp rutin hayatıma geri çekildim ve evin karşısındaki Cafe Fleury’ye geçtim. Bundan sonraki iki seansımı burada yapacağım. Levent’le durmadan hareket etmek gerekiyor. Hiç şikayetçi değilim ama o ben değilim. Levent ne kadar yerinde duramıyorsa, ben de o kadar yerimde duruyorum. Ondan hayatın nasıl hareketlendirileceğini öğreniyorum. Bir de fotoğraf çekerken perspektifi nasıl kullanacağımı.
Bu arada iki yıl burada yaşamış olduğu için nerelerden alışveriş yapılacağını, nerede iyi yemek yeneceğini filan da öğrendim bu iki gün içinde. Bana kalsaydı bunları ancak dört beş ay içinde fark ederdim. Neden böyle olduğumu merak ediyorum bazan.
Seanslardan sonra tezimin yazımına devam edeceğim.
Saat öğleden sonra dört. Seanslarım bitti. Yalnızca bir bira içeceğim, sonra tezime döneceğim. Bu kendime verdiğim bir söz. Ama ‘Haliflor’ adında çok güzel bir barın kaldırımlara attığı masalardan birine oturmuş etraftaki insanları izliyorum. Hava bulutlu olmasına rağmen, arada güneş çıkıyor ve hem sevindiriyor hem de içini ısıtıyor insanın.
Yan masada 70’lerinde hoş bir adam oturuyor. Çok güzel yüzükleri, mavi Converse spor ayakkabıları, yırtık, soluk, bol bir jean var üzerinde. Zayıf, uzun boylu. Gençken çok yakışıklı olduğu yüz hatlarından belli. Bu yaşında dahi çekici. Laptopu kucağında bir şeyler yazıyor. Bir yazar gibi durup düşünüyor arada. Ne yazacağına karar vermeye çalışıyor. Güneş gözlükleri başının üstünde, beyaz uzun saçları arasında. Şair olamaz. Öykü yazdığını da sanmıyorum. Belki notlar alıyor sadece. Bir türlü ilerlemeyen romanı için hayatın içine karışmak istemiş olabilir. Başını önüne eğmiş, parmakları tuşlarda öylece duruyor. Arada birkaç tuşa dokunuyor. Sonra siliyor yazdıklarını.
03 Ekim, Berlin
Bugün Almanya’da ulusal tatil. 35 yıl önce Doğu ve Batı Almanya birleşti. Bugün bunu umursayan bir Alman var mı ya da bunu umursayan bir dünya vatandaşı var mı bilmiyorum. Ama ben saat 07.00’de dışarı çıkıp kahve içmek için açık bir kafe ararken ve o sırada internette Alman gazetelerine göz atarken gördüm ki, kafeler en erken 08.00’de açılıyor. Bu tatil gününü gençler, en azından gençlerin bazıları sabaha kadar içmek için kullanmışlar. Weinbergsweg’te sallanarak ve gözleri kıpkırmızı yürüyen gençlerin halinden anladığım bu oldu. Bazılarının ellerinde bira şişeleri olduğuna göre geceye devam edenler de var. Ama bunlar geceyi yalnız geçirmiş olanlar. Sanırım çiftler çoktan sevişmiş ve birbirlerine sarılıp sızmışlardır.
Ben de saat sekize kadar yürüdüm semtin sokaklarında. Sıcaklık 6 derece olduğu için üzerimdeki pardösüye sıkı sıkı sarınarak. Kahvemi içip gazeteme göz attıktan sonra, ilk seansıma hazırım. Koca bir bardak suyum, kalemlerim ve defterim bilgisayar ekranının karşısındayım: “Günaydın X, haftan nasıl geçti?”
Seanslarımı yapıyorum yavaş yavaş. Şimdi minicik bir aram var. Doors’tan L.A. Women albümünü dinleyip Ece Ayhan’ın ‘Başıbozuk Günlükler’ine göz attım. Şimdi de hızlı hızlı bu satırları yazıyorum. Biraz karnım acıktı. Bu seanstan sonra bir saat aram var. Cafe Fleury’de çorba içeceğim. Domates çorbası. Sonraki iki seansımı da orada yaparım. Belki sonrasında birkaç satır eklerim tezime. Ya da okurum sadece. Yine yeniden bilmem kaçıcı kez ‘Ruhi Bey Nasılım’ı okuyorum. Her defasında şaşırarak.
Bir şiir kitabım yayınlandı ve hâlâ elime alamadım kitabı. 1 Ekimde sanırım, kitapçı raflarında yerini aldı. Almış olması lazım. Şimdi seans.
Öğle tatilimde Cafe Fleury’de yer yoktu.
Şimdi bir İtalyan bistrosunda küçük bir margarita pizza yiyeceğim.
“Şiiri çıkartırsam hayattan geriye ne kalır?” diye bir dize ne kadar iddialı olurdu.
4 Ekim, Berlin
Yağmur ve soğuk. Berlin’e sonbahar geldi. Üşümemek için daha kalın giysilere ihtiyacım var. Hâlâ Berlin’e yerleşemediğimin işaretleri bunlar. Hızlı hızlı yürümek zorunda kalıyorum ve canım bir mağazaya girip alışveriş yapmak da istemiyor.
Weinbergsweg’ten Kastanienallee’ye doğru belki de Berlin’in en eğimli caddesinde hızlı hızlı yürüyüp Halifor’a geldim. Evimin iki yüz metre kadar uzağında bir mahalle barı. Dün de buradaydım. Kastanienallee’ye doğru sağ kaldırımda yürürken, bir sokak başlangıcında sağ tarafa bakmayı ihmal ederseniz, Halifor’u göremezsiniz. Ben baktım ve oraya yöneldim. Henüz saat 12.30 olduğu için kahve içiyorum. Gerçi yan masadaki beyaz şaraplara gözüm kaymadı değil ama akşama doğru Kanatlar gelecek. Belki onlarla bir iki kadeh içerim. Gerçi şimdi onlar yorgun olurlar. Belki yarın Kanat’la bit pazarı yaparız. Umarım birkaç parça eşya çıkarabilirim ev için. Kanat yine plakların arasında kaybolur. Acaba birkaç sokak ötedeki ikinci el kitapçıya mı gitsem? Bir iki yudum bir şeyler atıştırdıktan sonra.
Barda duran kız kitap okuyor. Ben de biraz kitap okuyacağım. Uzun bir öğleden sonranın başlamasını beklerken. Hayatı bekletmeye gelmez, bir bakmışsın başkasının masasına oturmuş..
5 Ekim, Berlin
Beş, hayır altı gündür Berlin’deyim. İstanbul’daki hayatıma benzer bir hayat yaşıyorum. Sabah bir kafeye gidip kahve içiyorum, sonra seanslarım oluyor. Ardından yine bir kafeye gidiyorum, ya kahve içiyorum ya şarap ya da bira. Duruma göre. Arada arkadaşlarımla görüşüyorum. Eve dönüp kitap okuyorum ya da bir şeyler yazıyorum. Arada film izliyorum. Bu arada dün akşam Galatasaray’ı elimizden kaçırdık.
O zaman şu soruyu sorasım geldi bu sabah. Neden Berlin’i soktun ki hayatına? Yanıt da hızlı geldi. Bisiklete binebiliyorsun, gazete okuyabiliyorsun, insanlar birbirlerine kesinlikle daha nazik ve anlayışlı, kahveleri güzel ve ucuz, çok güzel kitapçıları var, üç ayrı dilde konuşuyorsun insanlarla, kadınlar gözüne sokmadan güzel, yürümek için insanın yürüyüşe çıkması gerekmiyor ve bir sürü şey daha.
Bu satırları yazıp günceleri okunabilir hale getirdikten sonra İsmet’e göndebilmek için ‘Zeit für Brot’ta oturuyorum. İşim bittikten sonra kendi kafeme gideceğim. Cafe Fleury’ye. Bugün pazar ve hafta sonları Cafe Fleury’de bilgisayar, tablet kullanımı yasak olduğu için işimi burada bitirip kalkacağım. İnsanların en azından hafta sonları birbirleriyle sohbet etmeleri ve kendilerini başka şeylerle oyalamamaları için böyle bir ‘yasak’ düşünmüşler. Elbette başka kafelere gidebilir ve bilgisayarınızı açabilirsiniz. Tıpkı benim şu an yaptığım gibi. Ama Kafe Fleury’de ‘Tageszeitung’ ve ‘Yalnızlığın Felsefesi’ kitaplarımı okuyacağım. ‘Tageszeitung’ Berlin’de çıkan ama yerel olmayan solcu bir gazete.
Günün süsü Ruhi Beyden olsun, Edip Cansever’den değil:
Kim ne derse desin kadınlara düşkünüm / Ne yapayım öyleyim / Kadın dendi mi sanki ben / Vişneli bir dondurmayı durmaksızın yalarım.