Bazı insanlar vardır, sözüyle değil, sessizliğiyle bile ders vermek ister.
Bir bakarsınız, size değil de bir “genel paylaşım”a sitem yerleştirmiştir.
Bir bakarsınız, sohbetin ortasında kelimelerin dozunu ayarlayıp “ayar” verir.
Sanki hayat bir güç gösterisiymiş gibi, birileri sürekli birilerine “had bildirme” telaşında.
Oysa had bildirmek, çoğu zaman hadsizliğin bir başka türüdür.
Kendini ölçüsüzce konumlandırmak, karşısındakini küçültme çabasıdır.
İnsanı yücelten şey nezakettir, sesini değil seviyesini koruyabilmektir.
Ama biz öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, zarafetin sesi alçak geliyor.
Bağıran, parmak sallayan, imalı paylaşan daha çok duyuluyor.
Sosyal medya, bu yeni çağın “mahkeme salonu” gibi adeta.
Herkes bir yargıç, herkes bir savcı.
Birine açıkça konuşmak yerine üstü kapalı laf atmak daha “cool” sayılıyor.
Oysa hiçbir “ayar” bir ilişkiyi onaramaz, hiçbir “had” sevgiyle kurulamaz.
İletişimin özü, dengeyi bulmakta; karşındakine değil, önce kendine “ayar” verebilmekte gizli.
Kimi insan, öfkesini estetikle süsler; kelimelerini cilalar ama niyeti değişmez.
Bazısı da içinden geçeni tutamaz, en ham haliyle döker.
İkisi de sonunda aynı yere çıkar: kırgınlık.
Oysa had bildirmek yerine sınır çizebilmek, ayar vermek yerine mesafe koyabilmek,
sessizce çekilmenin, kendini korumanın en zarif halidir.
Bazen en büyük ayar, hiçbir şey söylememektir.
Ne bir cümle, ne bir gönderi, ne de bir ima…
Çünkü susmak bazen en gürültülü cevaptır.
Ve gerçek olgunluk, kimseye değil, kendi egona “had” bildirebilmekte saklıdır.