Halka arz fırtınası Türkiye’yi Avrupa şampiyonu yaptı
2013’te yüzde 8 civarı enflasyon, yüzde 2.5 civarı bütçe açığı ve yüzde 7 civarı dış açığa sahip Türkiye ekonomisini riskli bulup uzaklaşan yabancı yatırımcının bugünkü Türkiye’ye koşa koşa geleceğini beklemek hayalcilik olur.
Aranan sıcak paraya ulaşılamıyor, geçen hafta açıklanan veriler yabancı yatırımcıların önceki hafta borsada 98 milyon dolar net satış, tahvilde sadece 28.6 milyon dolarlık alım yaptığını gösterdi. Oysa ekonomi yönetiminin beklentisi 2024 yılında Türkiye’ye yüksek miktarda sıcak para gireceği, buna bağlı olarak TL’nin reel olarak değerleneceği ve enflasyonla mücadeleye katkı vereceği şeklindeydi.
“Dur acele etme, henüz yılın başındayız” diyeceksiniz. Tamam, bekleyelim ama ne değişecek? Cevabı duyar gibiyim: “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ek faiz artırımı yapacak ve Amerikan Merkez Bankası (Fed) faiz indirimlerine başlayacak.”
Bu ekonomi yönetiminin de senaryosu. Gelişmiş ülke merkez bankalarının faiz indirimlerine başlamasının yeni bir “getiri arayışı” dönemi başlatması ve bunun da Türkiye dahil gelişmekte olan ülkeleri etkilemesi ümit ediliyor. Ancak 2008 küresel finansal krizinden bu yana yaşananlar bu iyimser senaryoya ve beklentilere temkinli yaklaşmak gerektiğini gösteriyor.
22 Mayıs 2013 tarihinde Fed’in tahvil alımlarını azaltma (“tapering”) mesajı finansal piyasalar açısından yeni bir dönüm noktasının işaret fişeği gibiydi. Bu tarihten önceki beş yılda, yani 2008 yılındaki küresel finansal kriz sonrasında destekleyici ve genişlemeci politikalar piyasalarda bahar havası estirmiş ve gelişmekte olan ülkeler sermaye akımları kanalıyla makroekonomik dengelenme döneminden geçmişti. Bu dönemin Türkiye açısından önemli bir özelliği özellikle kurumsal firmaların döviz cinsi borçlarını rekor hızda artırmasıydı. Kuralların gevşetildiği, döviz borçlarının büyük bir hızla arttığı ve bir yandan da cari açık sorunun kronikleşmeye başladığı bu dönemde Türkiye dış koşulların sağladığı rahatlıktan sonuna kadar faydalanmıştı. Tapering (Fed’in tahvil alımlarını azaltması) sinyali işte bu dönemin artık sona ermekte olduğunun da işaretiydi.
Uluslararası yatırımcılar açısından getiri hesapları değişmeye başlamıştı. Yıllarca yüksek tutarda yatırım yaptıkları ülkeleri bu kez daha yakından analiz etmek ve riskler konusunda daha temkinli olmak durumundaydılar. Bu devrede bir kavram finansal piyasaların gündemine güçlü biçimde girdi: Kırılgan Beşli (“Fragile Five”).
Önde gelen yatırım bankalarından Morgan Stanley’in analistlerinden James Lord’un hazırladığı Ağustos 2013 tarihli raporda bu kavram ilk kez kullanılıyordu. Ana argüman bazı gelişmekte olan ülkelerin cari açık ve dış finansman ihtiyacı başta olmak üzere kendilerine özel bazı makro unsurlar sebebiyle bu yeni dönemden olumsuz etkileneceğiydi.
ABD dolarının güçlenmesi ve sermaye akımlarının daha seçici davranmaya başlaması ülkeler üstünde farklı etkiler oluşturacaktı. Bu raporda en kırılgan beş ülke tanımlanıyor ve “Kırılgan Beşli” olarak adlandırılıyordu. Bu ülkeler Türkiye, Brezilya, Hindistan, Endonezya ve Güney Afrika’ydı.
2017 yılında bu kez S&P kırılgan ülkeleri Türkiye, Arjantin, Mısır, Pakistan ve Katar olarak tanımlıyordu. Bu yeni sınıflandırmada kritik nokta ABD’de faiz artışlarının yaratması beklenen olumsuz etkiydi. Kırılgan beşli kavramı 2013 ve sonrasında uzun süre gündemde kaldı. En çok vurgulanan nokta rahat dönemlerde sermaye akımlarından faydalanan ülkelerin şartlar zorlaşırken yeni ev ödevleriyle karşı karşıya olduğuydu.
Türkiye tapering’den sonra geçen on küsur yılda nasıl bir performans sergiledi? Bugün itibariyle kırılganlıklarımız ne durumda?
Öncelikle cari açık konusunun hâlâ çözülemediğini ve hatta kalıcı bir iyileşme bile olmadığını söylemek gerekir. Kur gelişmeleri de ekonomiyi zayıflatmaya devam etti. 2017-2018 yıllarında yapılan düzenlemelerle kurumsal firmaların döviz borçlarının disipline edilmesi için adımlar atıldı, bazı iyileşmeler elde edildi. Ancak bugün Türkiye ekonomisinin 2013 yılına göre çok daha kırılgan olduğunu söylemek gerekiyor. O dönemde Türkiye’yi diğer kırılgan ülkelerden olumlu ayrıştıran mali denge tarafında ipler elden kaçmış durumda. 2013’te enflasyon açısından Hindistan’ın ardından en sorunsuz ikinci ülke olan Türkiye’de fiyat istikrarı o döneme göre inanılmaz bozulmuş durumda. Kurumsal kapasite ve ekonomi politika dizayn ve uygulama performansı da ciddi erozyona uğradı. Geçen sene değişen ekonomi yönetiminin uyguladığı istikrar programı henüz kimseyi ikna edebilmiş değil.
Bu şartlar ortada iken gelişmiş ülkelerde başlayacak faiz indirimlerinin Türkiye ekonomisi için ciddi bir fırsat oluşturacağı beklentisi çok makul görünmüyor. Elbette bir fırsat penceresi söz konusu; ancak 2008 küresel krizinden sonraki dönemi ve 2013 tapering dönemini iyi hatırlayan yabancı yatırımcıların bu kez daha seçici davranacağı kesin. Dış şartlar belki destekleyici olacak ama ülkelere yönelecek sermaye akımlarının kalitesi (yani türü ve vadesi başta olmak üzere kritik özellikleri) ülkelerin yerel göstergelerine çok duyarlı olacak. 2013’te yüzde 8 civarı enflasyon, yüzde 2.5 civarı bütçe açığı ve yüzde 7 civarı dış açığa sahip Türkiye ekonomisini riskli bulup uzaklaşan yabancı yatırımcının bugünkü Türkiye’ye koşa koşa geleceğini beklemek hayalcilik.