Mış Gibi Olmayan Bir Hayat

23 Aralık 2025

Ekleyeceğim yazıya rastlayınca, amacının hayatı ‘kolay bir şeymiş gibi yaşamak’ olmadığını düşündüğüm bir kadının – öne sürülen günlük gaileleri kastetmiyorum tabiî- yazının sonundaki bir paragrafta özetlenişinden etkilendim.

Woody Allen, Diane Keaton’ın 11 Ekim 2025’te 79 yaşında ölmesinin hemen ardından, onun için duygusal bir anma yazısı kaleme almıştı.

Allen, Keaton’ı “büyülü” bir kişi olarak tanımladı ve ilk tanıştığı an’ı hatırladığını yazdı, ona ne kadar çabuk aşık olacağına inanamayacağını belirtti. 

Yazısını, “Bir zamanlar Diane Keaton’ın olduğu bir dünya vardı; şimdi ise yok- dünya daha kasvetli” sözleriyle bitirdi. 

Huzurlu uyusun. 

Kendini gerçekten tanıma dürtüsüyle beslenen, boyun eğmez tekilliği, onu en derin duygularına -ve nihayetinde her zaman olmak istediği sınırsız, verici benliğe- ulaştırdı.”

Yaşadıkları Hayatlar

Diane Keaton anne olana kadar, sevgide yetersiz biri olduğundan endişe ediyordu.

Yaklaşık 50 yaşında Cannes’dan eve dönerken sarsıntılı bir uçuşta kendini dehşet içinde buldu. 

Uçmaktan nefret ediyordu; türbülans onu paniğe sürüklüyordu. 

Tanıtımından döndüğü filmi eleştirmenlerden ölçülü başarı kritikleri almıştı -yıllar süren vasat değerlendirmelerden sonra bir rahatlama- ama hayatını gözden geçirdiğinde kendini yalnız hissediyor, evdeki huysuz köpeğini özlüyordu. 

Nasıl olmuştu da özlemini çektiği tek varlık o olmuştu? 

Ve bu korku anında elini tutacak sevgi dolu bir partner neredeydi?

Eve vardığında, annesinden edindiği uzun soluklu bir alışkanlıkla günlüğüne yazarak kendini toparladı; annesi düşüncelerini 40 yıl boyunca titizlikle kayda geçirmişti. 

Keaton, kendini nasıl bu noktada bulduğunu ve hayatında daha fazla risk alması gerekip gerekmediğini düşündü; “özellikle mahremiyet etrafında dönen riskler,” diye yazdı anı kitabı Then Again’de. 

Alma tarafında daha az beklentiyle yaşanan, farklı bir sevgi türüne götürecek ya da götürmeyecek bir karar vermem gerektiğini biliyorum” diye yazdı; hayâl kırıklıklarına gönderme yaparak. 

İşte o zaman bir bebeği evlat edinmeye karar verdi.

50 yaşında, kızı Dexter’ın; 55 yaşında ise oğlu Duke’un annesi olmak, içindeki huzursuzluğu dindirdi. 

Annelik ona kolay gelmişti, kucaklayıcıydı, eğlenceliydi, tamamen içindeki bir histi. 

Çocuklarının ürettiği neredeyse her şeyi sakladı — resimler, kartlar, proje kırıntıları — ayrıca onlara ara sıra yazdığı mektupları da (bunların birkaçını Then Again’e aldı); aralarındaki “50 yıllık yaş farkının bariyerlerini aşma” çabaları, kim olduğuna dair açıklamalar ve özürlerdi bunlar.

Tek başına, ileri yaşta bir kadın olarak aile kurma seçiminin alışılmadık olduğunun farkındaydı ve evlat edinmenin duygusal zorlukları olabileceği konusunda çocuklarına açıktı. 

Evlat edinilmiş olmak, hayata bir kayıpla başlamaktır,” diye yazdı Duke’a bir mektubunda. 

Bu ille de kötü bir şey değildir. Kayıp, vedalarla nasıl başa çıkacağımızı öğretir.” 

Başkalarının öğrenmek zorunda kalacağı bir şeyi baştan bilerek yola çıkmanın avantajları olduğunu ekledi. 

Seni sevginin pek çok türüne daha açık kılacak araçlara şimdiden sahip olacaksın.” 

Bu içe bakış ve duygusal şeffaflık Keaton’a özgüydü hem oyunculuğunun hem de anneliğinin kaynağıydı.

Keaton, kendini, yalın ve berrak tarzını her zaman New York’taki ilk oyunculuk öğretmeni Sandy Meisner’a borçlu saydı. 

19 yaşında, California’da büyümüş dört kardeşli bir ailenin sevilen en büyük kızı olarak şehre geldiğinde, umutsuzca başarılı olmak istiyordu ama yeterince güzel olmadığından kaygılanıyordu. 

Henüz ifadeli yüzünü ya da kendiliğinden zarafetini sahiplenmemişti. 

Kısa sürede bir grup eksantrik sanatçıyla yakınlaştı ve Woody Allen’la tanıştı; birkaç yıl birlikte oldular. 

Allen onu, 31 yaşındayken, çıkış rolü olan Annie Hall’da oynattı. 

Karakter Keaton’a dayanıyordu; trençkotlar, çekici kravatlar ve melon şapkalardan oluşan unutulmaz gardırop Keaton’ın kendi dolabından gelmişti. 

Annie, Keaton’ın özünü dünyaya gösterdi: komplo kurar gibi bir sıcaklığın üzerine binen, cızırdayan, nevrotik bir çekicilik.

Kısa sürede Keaton büyük bir yıldız oldu; Looking for Mr. Goodbar’daki Theresa Dunn ve Reds’deki Louise Bryant gibi karmaşık rolleri canlandırdı; Warren Beatty ve Al Pacino’yla ilişkiler yaşadı. 

Bu erkeklere hayatı boyunca hayranlık duydu; anılarında onları keskin portrelerle yazdı. 

Ama uzun soluklu bir birlikteliğe varılmamasına sebep olarak sanki kendini sorumlu tutuyordu. 

Bu, Keaton’ın yazılarında yinelenen bir motifti: 

Anne olana dek, özel hayatta beceriksiz olduğuna ve kendini “düzeltmesi” gerektiğine dair bir duygu.

Erken dönemdeki büyük başarısına rağmen, 80’lerin sonu ile 90’ların başında filmlerinin birçoğunun başarısız olduğu bir dönem yaşandı; bir arkadaşına rolleri neredeyse dilenmek zorunda kaldığını anlatmıştı. 

Ancak güvensizlikleri, kendi sanatsal sezgilerine duyduğu sağlam bir güvenle birlikte var oldu. 

Bir koleksiyonerdi — California Monterey mobilyaları, Bauer seramikleri, özenle yenileyip sattığı evler biriktirdi. 

Fotoğraf kitapları editörlüğü yaptı (California İspanyol mimarisi, magazin fotoğrafları ve eski Hollywood tanıtım görselleri gibi) ve yıllarını psikanalizde geçirerek sayfalar dolusu günlük tuttu. 

Annesi öldükten sonra Keaton, üç anı kitabının en zengini olan Then Again’i yazdı; burada annesinin günlüğündeki (acı dolu, kararlı, güzelce kurulmuş) yaşam anlatısını kendi anlatısıyla katmanladı. 

Bu, Keaton’ın annesinin yaşayamadığı çeşitli ve özgür hayatı yaşamakla yüzleştiği, durmaksızın kendini sorgulayan çift portreydi. 

Annesinin zihni silinirken, Keaton anneliğin gürültüsüne gömülmüştü. Dexter’ı yüzme antrenmanına götürüyor, Duke’la boğuşuyordu. 

En derin arzusunun, annesinin kendisine verdiği şeyi çocuklarına vermek olduğunu yazdı: Kendileri olabilmeleri… 

İnsanların olmak istedikleri kişiye evrildiklerine inanıyorum,” diye yazdı Dexter’a bir mektubunda. 

Bir bakıma kim olduğunu sen yaratırsın.”

Hayatındaki değişimler arasında Keaton’ın kariyeri de yeniden canlandı. 

Erken filmlerindeki kaçak, kararsız kadından; komedisi dünya görmüşlükle beslenen, heybetli bir kadına dönüşmüştü. 

Father of the Bride, The First Wives Club ve — en sevdiği filmi — Something’s Gotta Give’da, hayatlarına kök salmış, bilgelik ve neşe saçan belli bir yaştaki kadınları oynadı. 

Ama o titrek hassasiyeti, duygusal gerçeğe hazır erişimini hiç kaybetmedi.

Something’s Gotta Give’da Keaton, aşktan vazgeçmiş, ödüllü oyun yazarı Erica Barry’yi canlandırır. 

Jack Nicholson, yalnızca 30 yaş altındaki kadınlarla çıkan meşhur çapkın Harry Sanborn’dur. 

Bir yazlık evde beklenmedik biçimde bir araya geldiklerinde, şaşırtıcı bir tutkuya teslim olurlar. 

İlk kez birlikte olduktan sonra Harry içine kapanır, yataktan kalkar ve yalnız uyumayı tercih ettiğini ilan eder. 

Ben yaşlı bir köpeğim,” der. 

Buna karşılık Keaton, 90 saniye içinde duygusal savunma ve silahsızlanmanın bütün bir tarihini açığa seren bir performans sunar. 

Yüzü -hiç olmadığı kadar ışıldayan- yelpaze gibi açılıp kapanır; yeni bir aşkın hâlâ çağırabildiği tüm çıplaklığı ve özlemi, ardından getirebildiği yıkımı, gerektirdiği cesaretin toplanışını gösterir. 

Ondan etkilenen Harry sonunda yatağa geri döner. 

Sevgi isteme ve alma kapasitesi, bu accomplished (olgun/başarılı) kadının belki de en büyük başarısıdır.

Erica’nın kendine hâkimiyeti Keaton’ınkidir. 

Kendini gerçekten tanıma dürtüsüyle beslenen, boyun eğmez tekilliği, onu en derin duygularına -ve nihayetinde her zaman olmak istediği sınırsız, verici benliğe -ulaştırdı.

Sasha Weiss

NYT Magazine

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.