Geçen Çarşamba günü Venedik’in Lido bölgesindeki otelin kapısına geldiğimde beni tatsız bir sürpriz bekliyordu.
Burası 53 yıldır önünde fotoğraf çektirmek istediğim bir yerdi ve kapının üstünde dev bir zincir ve kilit vardı.
Demir parmaklıkların arkasındaki kısa yola ve sonundaki merdivenlere baktım.
Kafamda 53 yıldır zamanını bekleyen fotoğrafın aynısıydı…
Prof. Aschenbach’ın şapkası ve beyaz takım elbisesiyle o merdivenlerden inişini seyrediyordum.
Sırf bu fotoğraf için onun filmde giydiğine benzer bir şapka bile almıştım.
Ama önce zincirle kapatılmış bu kapının önüne nasıl geldiğimi anlatayım.
4 Haziran 1971 günü Paris’in Saint Michel Meydanı…
Bir sinema salonunun önünde kuyrukta bekliyorum…
O gün aylardır beklediğim film gösterime çıkıyor.
Bu film hayatımda çok önemli yeri olan üç insanı bir araya getiriyor.
Alman yazar Thomas Mann…
İtalyan sinema yönetmeni Luchino Visconti…
Ve İngiliz aktör Dirk Bogarde…
İşte o gün Visconti’nin “Venedik’te Ölüm” filmi gösterime giriyor.
Bilet için sırada beklerken bu üç isme bir dördüncüsü ekleniyor.
Yan taraftaki plakçıdan harika bir müzik sesi geliyor.
Arkamdaki genç öğrenciye “Yerimi koruyabilir misin” deyip plakçıya giriyorum ve çalan müziğin ne olduğunu soruyorum.
Mahler’in “Ölmüş Çocuklar Şarkısı” adlı parçasıymış.
Dame Janet Baker söylüyormuş.
Arya denen müzik hayatıma o gün o an girdi.
Biraz sonra film başladığında bu defa Mahler filmin dördüncü ismi olarak kafama kazınıyor.
İlk sahnede romanın kahramanı Alman profesör bir vaporettonun içinde Louis Vuitton tarzı valizlerin arasında Venedik’e girerken fonda Mahler’in Beşinci Senfonisinin Adaggieto bölüm çalıyor.
Böyle bir film, böyle bir müzik ve böyle bir sahne…
O gün hayatımda çok önemli bir şey değişti…
İzmir’in Kahramanlar Mahallesinde bir matbaa işçisinin çocuğu olarak doğmuştum.
Bir burjuva olarak ölecektim…
Yani Türkiye’de önüne gelen herkese “dönek” etiketini yapıştıranlardan biri bir gün bana “Ne zaman dönek oldun” diye sorarsa onun anlayacağı dilden “Ben 4 Haziran 1971 günü dönek oldum” diyebilirim…
Venedik’te Ölüm Thomas Mann’ın aynı adlı novellasından çekilen bir film.
Bana göre “Tonia Kröger” adlı novellasından da izler taşır.
İlk gençliğimde beni çok etkileyen kitap Albert Camus’nun “Yabancı” romanıydı.
Yirmili yaşlarımda da “Venedik’te Ölüm” romanı ve filmi etkiledi.
Filmin büyük bölümü Orta ve Kuzey Avrupa aristokrasisinin yaz tatillerini geçirmek için geldiği Venedik’teki “Grand Hotel des Bains’de” geçiyor.
O gün sinema salonundan çıkarken kendi kendime “Bir gün gidip bu otelde kalacağım ve Prof. Aschenbach’ın oturduğu ve öldüğü o şezlonga oturup fotoğraf çektireceğim” demiştim.
Aradan 53 yıl geçti…
Geçen çarşamba günü o otelin zincirlenerek kapatılmış kapısının önüne geldiğimde arkamda işte böyle yarın asırlık küçük bir şahsi tarih vardı.
Grand Hotel des Bains 1900 yılında inşa edilmiş ve Avrupa’nın eski aristokrasisiyle yeni burjuvazisini ağırlayan aristokratik bir sayfiye oteli…
Thomas Mann 1911 yılında Venedik’e geldiğinde bu otelde kalmış.
Rus balesinin yaratıcısı Sergei Diagilov 1929 yılında bu otelde ölmüş.
Otel 2010 yılında bir gayrimenkul şirketi tarafından satın alınıp kapatıldı.
Buraya lüks rezidanslar yapılacağı açıklandı.
Ancak o günden beri bir nostalji enkazı olarak kapalı duruyor.
Sanki ölümünü bekleyen hayalet bir bina burası şimdi…
Visconti filmde oteli inanılmaz bir Rönesans estetiğiyle sinematografik bir müzeye çevirdi.
Çarşamba sabahı San Marco meydanından bir tekneye binip Lido bölgesine gittim.
Aradığım otele doğru yürürken bir binanın bahçesinde karşıma Maria Callas’ın dev bir enstalasyonu çıktı.
Meğer burası Callas’ın Venedik’te kaldığı Ausonia Palace oteliymiş.
Tabii ki önünde bir hatıra fotoğrafı çektirdim ve yoluma devam ettim.
Demir kapının dışından hüzünlü bir şekilde bakarken içeriden bir görevli belirdi.
Kendisine hikayemi anlatıp içeri girip giremeyeceğimi sordum.
“Size sadece bu kapıyı açıp merdivenlere kadar gitme izni verebilirim. Bütün yetkim bu kadar” dedi.
Kilidi açtı ve bahçeye girdim.
Merdivenlere oturdum.
On dakika kadar geçmişimle baş başa kaldım.
Teşekkür edip ayrılırken beni çok şaşırtan bir şey söyledi.
“Otel kapalı, ama plajı açık, oraya gidip bir kahve içebilirsiniz. Aradığınız asıl şey orada…”
Gözlerim fal taşı gibi açıldı.
“Nasıl yani” dedim. “Filmin asıl sahnelerinin geçtiği plaj otelin arka tarafında değil mi?”
“Hayır, yolun karşı tarafında” dedi.
Geri dönüp baktım ve ileride ağaçların arkasında 53 yıldır kafamdan gitmeyen o plajı gördüm.
Neredeyse filmdekinin aynısı gibi duruyordu.
Yolu geçtim, plaja geldim.
Prof. Aschenbach’ın oturduğuna çok benzer bir şezlongda denize doğru oturdum.
Tadzio sanki kolunu biraz denize doğru uzatmış, duruyordu.
Arkamda Grand Hotel des Bains’in ezbere bildiğim silueti.
Hayatımın 53 yılını düşündüm.
Bugüne kadar oturduğum hiçbir koltuk bana bu kadar iyi gelmemişti.
İnsana güçsüzlüğün kudretini hissettiren bir koltuktu.
Hemingway’in kedilerini görmek ve yatağının başında oturmak için Key West’e gittim.
Shelley’in Roma Protestan mezarlığında yattığı yerde dakikalarca şiir okudum.
Kafka’nın evinde hepimizin birer böceğe dönüşüp hayalet mahkemelerde nasıl yargılandığımızı anlamaya çalıştım.
Jim Morrison’un Pere Lachaise’deki mezarının başında ‘Riders on the Storm” dinledim.
Wagner’in Bayreuth’daki evinde onun piyanosunun başına oturup Tanrının bana bahşetmediği enstrüman çalma eksikliğimin hüznünü yaşadım.
Ama hiçbiri Venedik’te Ölüm filminin son sahnesindeki bu şezlongda oturduğum o 10-15 dakika kadar alıp götürmedi beni.
Bazılarımız için anlaşılmaz bir marjinalliğin anlaşılmaz, hatta şımarıkça bir lüksü kabul edilebilir.
Ama hepimiz insanız ve hepimizin içinde sadece kendimize ait çok şahsi mahrem odalar var.
Orada kendi başımıza neler yaşadığımızı başka kimse anlayamaz.
Anlatmaya ve anlamalarını beklemeye de ne gerek ne de hakkımız var.
Ama o küçücük “şeyler” bizlere koskoca bir hayatı anlatabilir.
53 yıldır beklediğim bir fotoğraf karesine nihayet o gün girdim…
Benim için çok önemliydi…
Grand Hotel des Bains’deki 53 yıllık meditasyonumu tamamladıktan sonra Venedik’e döndüm.
Sırada Sanatçı Ahmet Güneştekin’in Venedik’te aldığı palazzoyu ziyaret vardı.
Daha önce fotoğraflarını görmüştüm, şimdi içini gezecektim.
İlk izlemim şu:
Tahminimden çok daha merkezi bir yerdeymiş.
Nasıl gidiliyor, size tarif edeyim.
Bir kanal taksisiyle San Marco Meydanı’ndaki Santa Maria della Visitazione Klisesinin yanındaki kanaldan içeri doğru girdik.
Burası Vivaldi Kilisesi olarak da biliniyor.
Vivaldi hayatının 40 yılını burada geçirmiş ve en önemli eserlerini burada yazmış.
Biraz ilerledikten sonra üçlü bir kanal ayırımına geliyorsunuz.
Güneştekin’in aldığı palazzo işte tam burada, üç kanalın arasında yer alıyor.
Binanın beş girişinden dördü kanallara açılıyor.
Biri de arkadaki yola.
Binanın adı “Palazzo Gradenigo.”
Binanın Venedik tarihinde önemli bir yeri var.
Akdeniz’in bu çok önemli ticaret şehrine üç yönetici çıkarmış bir aileye ait.
Avusturya Arşidükü Frederick bu binada yaşamış ve ölmüş.
İtalya’nın en önemli şairlerinden Gabriele d’Annunzio’nun ‘Il Fucio’ romanındaki bazı mekanlara da esin kaynağı olduğu söyleniyor.
Henüz doğrulatamadığım bir söylentiye göre ünlü müzisyen Wagner ölümünden önce geldiği Venedik’te bu palazzoda bir davete katılmış.
Şanslıyım, çünkü binayı Venedik’in en ünlü mimarlarından biri olan Alberto Torsello ile geziyoruz.
İki gün boyunca Venedik’te dolaşırken restore edilmekte olan üç önemli tarihi binanın üstündeki pankartlarda mimar olarak adını gördüm.
Venedik’in çok önemli tarihi binalarının restorasyonunu o yapmış.
Ünlü Teatro Italia’nın restorasyonu ona ait.
Ayrıca artık Four Seasons yönetimine giren ünlü Danieli otelinin restorasyonunu da o yapıyor.
Şimdi Güneştekin’in sanat merkezi haline getireceği Gradenigo’nun iç tasarımını da o yapacak.
Beş katlı bina çok etkileyici.
600 yıllık geçmişine rağmen çok sağlam biçimde duruyor.
Ahmet Güneştekin, mimar ve ben üçümüz beşinci katın penceresinden şahane Venedik panoramasını seyrettik.
Bana çevredeki bütün önemli binaları ve tarihini çok güzel hikayelerle anlattı.
Kanalın ucunda ünlü Murano adasının istikametinde epey ileride birçok ünlünün yattığı San Michele adası görünüyordu.
Ezra Pound, Igor Stravinsky, Rus Balesinin kurucusu Sergei Diagilev ve daha başka ünlü insan orada yatıyor.
Bazıları Ahmet Güneştekin’in burayı kiraladığını sanıyor.
Oysa satın almış.
Venedik’te bugün artık kalan son üç palazzodan biriymiş.
Birini de ünlü sanatçı Anish Kapoor almış ve atölye yapmış.
Tabii kıymetli palazzonun Türkiye’den gelen bir sanatçıya verilmesi öyle pek kolay olmamış.
Karar askıya çıkarılmış ve halka sorulmuş.
Uzun bir süreçten sonra satın alma işlemi tamamlanmış.
Gerçekten etkileyici bir bina.
Mimara iç restorasyonun ne zaman tamamlanabileceğini sordum.
“Gerekli izinlerin alınmasına bağlı” dedi.
Ama iki yıl içinde tamamlanacağını tahmin ediyorlar.
Ahmet Güneştekin’in planı da burayı 2026’da açmak.
Türkiye’den bir sanatçının böyle bir işi başarması insanı etkiliyor.
Burası Türkiye’nin öteki sanatçıları için de küresel dünyaya açılış kapısı haline gelecek.
Umarım işin büyüklüğüne uygun bir açılış olur ve Türkiye de devlet olarak bunun ne anlama geldiğini anlar.
Bu arada son gece olağanüstü bir restoranda yemek yedik.
Son zamanlarda Michelin yıldızlı restoran yorgunuyum.
Artık Akdeniz mutfağı ve yemekleri daha önde geliyor benim için.
Ancak Paris’teki Palais Royal restoranının şefi Philip Chronopoulos bir şubesini de Venedik’te açmış.
Güneştekin Paris’tekini çok beğenmiş, gidelim dedi.
Gerçekten olağanüstü bir restoran.
Bizim buralara da ait Yunan ve Ege mirası her tabağın bir kenarında bize kendini hatırlattı.
Son yıllarda iyice yorulan Michelin hafızamı tekrar canlandırdı.
Tadım menüsü yine ilgi alanıma girdi.
Venedik’teki şef Paris’teki Chronopoulos’u hiç aratmadı.
Çok iyi bir uygulama şefi…
Kaldığım San Clemente adasındaki Kempinski Oteli yine harikaydı.
Venedik Film Festivali’nin bitmesine rağmen otel doluydu ve iyi bir orta yaş üstü misafir profili her adımda kendini hissettiriyordu.
Ada Venedik’in merkezi sayılan San Marco meydanına tekne ile 6-7 dakika mesafede.
Her 50 dakikada bir tekne var.
Bahçesi olağanüstü.
Dört yıl önce kalmıştım, bahçedeki sanat eseri ve heykel sayısı epey artmış.
Otelin sahibi bir Türk aile.
Permak Şirketler Grubunun kurucusu Selim Uyar Türkiye’de iş çevrelerinin yakından tanıdığı başarılı bir iş insanı.
Kendisi yoktu ama eşi Sevim Uyar ve oğlu Emir Uyar oradaydı.
Bol bol Venedik muhabbeti yaptık.
Üç günlük Venedik seyahatim benim açımdan işte böyle çok yüklü ve zengin geçti.
26 Aralık 2024 - Sayın Ali başkanım, yılbaşı gecesi kırmızı boxer külot giyebilir miyim?
25 Aralık 2024 - Türk halkı bu iki tuhaf kelimeyi 75 yıl sonra nasıl tersine çevirdi
24 Aralık 2024 - Başörtülü kadının kelepçelendiği gece Ankara ve Manisa’da yaşanan üç olay
21 Aralık 2024 - Bu 32 blucin efsanesinden kaçını tanıyorsunuz?