Pazar günü Alain Delon’un öldüğünü öğrendiğim an, onunla ilgili aklıma gelen ilk cümleyle Instagram’da şu paylaşımı yaptım:
“Tanrının yarattığı en güzel erkek öldü.”
Gelen yorumların pek çoğu olumluydu.
Her zamanki birkaç “Memleketin bunca sorunu varken sen nelerle uğraşıyorsun” banalliği dışında biri dikkatimi çekti.
“Yine abartmışsın” diyordu.
Oysa benim düşüncem ve aklıma gelen ilk hissiyatımdı bu cümle…
Hiç de saklamadığım ve kendimde çok beğendiğim bir yanımı anlatıyordu.
Evet duygularımı ancak abartarak anlatabiliyorum.
Ama abartı aynı zamanda güçlü bir hissin en samimi ifadesidir.
Benim Alain Delon’la ilgili “Obituary”im de ancak böyle bir cümleyle başlayabilirdi.
20 Temmuz 1970 günü Paris’e ve Avrupa’ya ilk ayak bastığımda 23 yaşında bir Türk genciydim.
İlk defa yurtdışına çıkıyordum ve bildiğim tek yabancı dil, İzmir Namık Kemal Lisesi’ndeki sevgili öğretmenim Şükran Hanım’dan öğrendiğim İngilizceydi.
Bize ne kadar sağlam bir dil temeli verdiğini orada anlamıştım.
Şanslı yıldızın altında doğmuş bir çocuğum.
Paris’e ayak bastığım gün benim için sinema efsanesi olan iki insanla sokakta karşılaşmıştım.
Birincisi Jean-Claude Brialy’ydi…
Fransız sinemasının Rock Hudson’ı da diyebilirsiniz.
Ama asıl şok ikincisiydi…
Tam hatırlamıyorum ama, Montmartre civarında bir yerde Alain Delon’u görmüştüm.
Onunla ilgili düşüncelerim ilk defa o karşılaşmada şekillenmeye başladı.
Ve ilk kritik soru:
Alain Delon’u kadınlar mı daha çok sever erkekler mi?
Benim bu soruya cevabım hep şu oldu:
Alain Delon’u erkekler kadınlardan daha çok seviyor…
Çok iddialı ve asıl önemlisi birçok erkeği çok rahatsız edecek bir soru.
Olsun yine de soralım.
Bizimki gibi kendini maço sanan bir ülkede erkekleri rahatsız etmek fevkalade faydalı vatan vazifesidir.
Öyleyse şahsi Alain Delon “obituary”me de tam bu noktadan başlayalım.
Benim için sinemanın Boticelli’si sayılan Luchino Visconti, Alain Delon’u ilk gördüğü an şöyle haykırmış:
“İşte bu..”
Sinema tarihine geçmiş bir cümledir bu.
“Venedik’te Ölüm” ve “Il Gattopardo” gibi mekan ve insan estetiğinin şaheseri sayılacak Rönesans tablosundan fırlamış iki başeseri yapan Visconti’nin gördüğü ilk şey bir “yüz”dü…
Sadece bir insan yüzü…
Bu ilk haykırıştan dün öldüğü güne kadar yeryüzünde birçok insanın kafasındaki asıl imaj hep buydu.
Bir yüz…
Yıl 1960’tı ve “İşte o” diye haykıran yönetmen Visconti erkek güzelliğine hayran bir gay’di…
Hayatının en büyük aşkı olacak Helmut Berger’le tanışmasına daha dört yıl vardı.
Bunu bir kenara not edelim.
Ancak filmografisine baktığımızda açıkça görüyoruz ki;
O sadece bir yüzden ibaret değil…
Alain Fabian Maurice Marcel Delon 8 Kasım 1935 günü Fransa’nın Sceaux kasabasında doğdu.
Geliri iyi bir ailenin çocuğuydu ama annesi ile babası ayrılınca küçük yaştan itibaren bakıcı aile yanından büyüdü.
Hayat ona serseriliğe çok yakın bir güzergah planlamıştı denebilir.
Ama biraz tesadüfler, birazdan çok da kendi arzuları…
Hiç şüphesiz en çok yüzü götürdü onu yıldızlar aleminin en güzel galaksisine.
Yirminci yaş gününü Saygon’da cezaevinin bir hücresinde kutlamıştı.
Bir de ona yardımcı olan insanlar.
En başında elinden tutacak üç insan vardı.
İki erkek ve bir kadın…
Onu “güzel bir erkek” olarak seven yaşça büyük bir kadın.
Ve onu güzel bir erkek olarak seven iki erkek.
Sinema kariyeri Paris’in Saint Germain des Pres bölgesinde başladı.
Yani Albert Camus’nun “Yabancı” romanını tamamladığı, Sartre ve Beauvoir’ın kafelerinde oturduğu, egzistansiyalizmin kült semtinde.
Orada Fransız sinemasının o dönemdeki en ünlü kadınlarından biriyle tanıştı.
Brigitte Auber’le…
O günlerde Alfred Hitchcock’la “Hırsızlar Kralı” (To Catch A Thief) filmini tamamlamıştı.
Tabii ki ondan yaşlı ve güzel erkeklerden hoşlanan bir kadındı.
Bir anlamda “metresi” veya jigolosu olarak birlikte yaşamaya başladı.
Cannes Festivaline giderken kırmızı halıda yanında o güzel çocuğun olmasını istemişti.
Ama o Cannes Alain Delon’un hayatında çok önemli yeri olacak ilk erkekle tanışmasına yol açmıştı.
Jean Claude Brialy ile…
Tesadüfe bakın ki, Paris’e ilk adımımı attığım gün o kader beni de Alain Delon ve ona sinemaya götüren yolu açan Jean Claude Brialy ile karşılaştırmıştı.
Alain Delon’a Fransız sinemasının yollarını açan ilk erkek Jean Claude Brialy olacaktı..
Yazının başında demiştim ya…
Fransa’nın Rock Hudson’ı…
Yani yakışıklı erkek rollerinin gay oyuncusu.
Vardiya genç erkek meraklısı kadından genç erkek meraklısı bir erkeğe geçmişti artık.
Yıl 1960’tı…
Luchino Visconti “Senso” ve “Roma Sarsılıyor” filmlerinden sonra ‘Yeni Gerçekçiliğin’ en trajik filmlerinden birini yapmaya hazırlanıyordu.
Rocco ve Kardeşleri’ni…
İşte tam o günlerde Alain Delon’u getirdiler ona.
Ve gördüğü an haykırdı:
“İşte o…”
Rocco’ların yalnız ve hüzünlü kardeşini oynayacaktı.
Tanrının yarattığı en mükemmel yüzü en mükemmel şekilde hepimize sunabileceği bir rol…
Henüz 25 yaşındaydı ve sinema yolculuğu işte böyle devasa bir yönetmen ve muazzam bir yeni gerçekçilik filmi ile başlamıştı.
Visconti ilk gördüğünde “İşte o” dediğinde neyi kastetmişti?
Benim için hep bir muamma oldu.
O yüzü filmdeki genç kardeş rolü için mi çok beğenmişti?
Yoksa kendisi için mi?
Yani 12 yıl sonra çekeceği Venedik’te Ölüm filmindeki Prof. Aschenbach gibi tertemiz bir estetiğin peşinde miydi?
Yoksa aradığı sevgilinin mi…
Sinema tarihinin cevabı verilememiş sorularından biridir.
Bildiğimiz şu…
Visconti o günlerde aradığı erkeğin peşindeydi.
O erkek Alain Delon olmadı ama Visconti dört yıl sonra Perrugia’ya sanat okumaya gelen çok güzel bir Alman genciyle tanışacaktı.
O genç Helmut Berger’di…
Daha sonraki yıllarda Visconti’nin Avrupa hanedanlarının en ünlü gay’i Bavyera Kralı Birinci Ludvig’in hayatını anlatan filminde gay kralı oynayacaktı.
Helmut Berger geçen yıl Salzburg şehrinde öldü.
Venedik’te Ölüm filminde erkek güzelliğinin estetiğini anlatan Visconti’nin hayatındaki en büyük aşkı oydu.
Alain Delon’a gelince…
O yıllarda Fransa sinemasında en sevdiği aktörlerin başında Jean Marais geliyordu.
O da Jean Cocteau’nun büyük aşkıydı.
Kısaca Delon’un yirmili yaşlarında hayatına yön veren erkeklerin neredeyse tamamı gay’di…
Benim gözümde onu o yapan asıl filmi bu üç erkekten önce çekmişti.
“Kızgın Güneş…”
Bu defa Fransa’nın dev bir yönetmeni talipti ona…
Rene Clement…
Yıl 1959’dı ve belki ondaki hünsa karakteri ilk keşfeden yönetmen de oydu.
Patricia Highsmith’in ünlü “Yetenekli Bay Ripley” romanı ilk defa sinemaya aktarılıyordu.
O Ripley Alain Delon olacak, Alain Delon ise bu romanın bütün versiyonlarının en harika Mr. Ripley karakterini çizecekti.
Çizdiği karakter romanın yazarını bile mest edecekti.
O film iki yıl sonra Türkiye’de gösterime girecek ve o yıllarda henüz 15 yaşında bir İzmir çocuğuyla yani benimle yolunu kesiştirecek, bir daha da hayatımdan hiç çıkmayacaktı.
Aslında onu ilk “Üç Sevgili” adı altında gösterilen bir filmde görmüştüm…
Çok yakışıklı, kızları deli eden bir karakteri oyunuyordu.
İzmir’de buluğ çağına girmeye çalışan bir çocuk için tabii ki ideal rol modeliydi.
Ama ben aynı yıllarda Sartre ve Camus okumaya başlamıştım ve o karakterleri sevsem de gözüm daha karanlık profillerdeydi.
İşte o profil Kızgın Güneş filmiyle geldi.
Oradaki Mr. Ripley karakteri ezik ama hırslı Kahramanlar çocukları için muhteşem rol modeliydi.
Mr. Ripley tam bizim gibi bir çocuktu.
Parası yoktu, ama gözü güzel şeylerdeydi. Bizim Amerikan Pazarında gördüğümüz ama alamadığımız şeylerde…
Zengin arkadaşın gardrobu mesela…
Filmde onu seyrederken gözümüzün önünde İzmir’in rantiye zengini Enis Berk’i vardı.
Çizgili ceketler, Persol gözlükler ve …
Ve ah o kahredici espadriller…
Çıplak ayağa giyilen ve hafif kısa beyaz pantalonların altında rengarenk parlayan espadriller…
İlk defa filmde görmüş ve deli olmuştuk…
Bizim kuşağımız ilk cinayetini işte o filmde Alain Delon’la işlemişti adeta…
Bir vesayet cinayetiydi yani.
Zengin çocuğu Dickie Greenleaf’i birlikte öldürmüş, o gardroba ve o güzel Marge Sherwood’a birlikte sahip olmuştuk.
Çok gerçekçi bir Mr. Ripley’di Alain Delon…
Filmde de sadece onun yüzü vardı sanki ve bize yetmiş de artmıştı.
Tanrının yarattığı en güzel erkek yüzü o filmde de bir yıldız gibi parlıyordu ve kenar mahallede Rocco’nun hüzünlü kardeşi ve bizde yeni yeni oluşan sol dalgaların ilk kahramanı Mr. Ripley bir anda idolümüz olmuştu.
Sonra onu benim gözümde bambaşka bir yere taşıyacak olan ve o yıllardaki egzistansiyelist gençliğime en uygun filmi geldi.
L’Eclisse (Batan Güneş).
Sinametek yıllarımız başlamıştı ve o alemin kralı Antonioni’ydi.
Alain Delon işte onun filminde oynamıştı….
Üstelik bu defa yanında aşık olacağım bir kadın vardı.
Monica Vitti…
Filmi İzmir’de Konak’taki sinemada seyretmiştim.
Fllm başladığında salonda 15 kişi vardı.
Bitip ışıklar yandığında sadece üç kişi kalmıştık.
Tuhaf gelebilir, ama üç kişi kalmamız gururumu okşamıştı.
Benim için üç kişinin izdiham sayıldığı yıllardı.
Hala da öyledir.
1960’ların sonuna geldiğinde sadece güzel bir erkek yüzü sanılan Alain Delon o günlerin sinemasında yepyeni olan şeyleri temsil eden üç yönetmenin, Visconti, Clement ve Antonioni’nin tezgahından geçmişti.
Sonra öteki büyükler geldi.
Joseph Losey, Fransız Yeni Dalgasının büyük ismi Jean Pierre Melville, Jacques Deray …
Geriye son bir altın vuruş kalmıştı…
Fransız yeni dalgasının belki de en karanlık yönetmeni..
Jean Luc Godard.
O biraz geç geldi.
Alain Delon’un isminin bütün Fransız sinemasının üzerine çıktığı yıllardı.
İşte öyle bir dönemde Jean Luc Godard’dan her sahnenin çekiminde fırçalar yemeyi içine sindirerek altın beşlisini tamamladı.
Ama o tam bir Fransızdı ve geriye Fransa’yı Fransa yapan karakterlerden birini oynamak kalmıştı..
Proust’un “Kayıp Zamanın Peşinde” romanından çekilen Swan’ın Aşkı…
O artık Tanrının yarattığı en güzel erkekten ibaret değildi sadece.
Sinema sanatının elit bir oyuncusuydu.
Ama içindeki adam onu başka bir yöne çekiyordu.
Kolonyalist Fransız ordusuyla Uzak Doğuda geçirdiği yılda peydahlanan serseri ruh yakasını bırakmıyordu.
O ruh onu hep yeraltı dünyasına, onun karanlık ve yalnız karakterlerine, polisiye alemlerine çekiyordu.
Ünlü Borsalino ve “Flic” (Aynasız) filmleri işte o serseri ruhun daveti olarak geldi.
Bazılarında çok da başarılı oldu.
Ama benim için Alain Delon hep 1960’lardaki o olağanüstü filmlerin kahramanı olarak kaldı.
Şimdi baştaki soruya dönüyorum.
Bütün bunları okuduktan sonra cevabınız hala aynı mı?
Sizce Alain Delon’u kadınlar mı, yoksa erkekler mi daha çok seviyordu…
Ben ısrarlıyım…
Erkekler onu daha çok seviyordu.
Peki ya Delon?
O daha çok neyi seviyordu?
1970’li yıllarda onunla yapılan bir mülakatta şunu söylemişti:
“Benim için en sıkıcı şeylerden biri sevişme ve öpüşme sahneleri. Ben sinemada dövüş sahnelerini seviyorum.”
Kafa karıştıran sözlerdi…
Ama daha sonraki yıllarda bu cümlenin eksik kalan tarafını tamamlamıştı.
“Ben sevişmeyi evde seviyorum…”
O zaman en kritik ikinci soruya gelelim.
Alain Delon’un latent bir gay tarafı var mıydı?
Kendi payıma bununla ilgili hiçbir bilgim veya hissiyatım yok.
Kariyerinin başında güzel erkek düşkünü sinema yöneticileriyle böyle bir ilişkisi olmuş mudur?
O konuda da bildiğim bir şey yok.
Zaman zaman onun “Mizojin” (kadın düşmanı) bir tarafı olduğu yazıldı, söylendi.
Bizzat kendisi bir kadını tokatladığını itiraf etti.
Aynı zamanda homofobik sayılabilecek tavırlarından da bahsedildi.
Bütün bunlar aşırı sağ siyasete düşkün bir erkek kişiliğine uyan şeylerdi.
Pazar günü arkasında işte hepimiz için böylesine muğlak bir güzellik bırakarak gitti…
Diyorum ya…
Tanrının yarattığı en güzel erkekti…
Ama onu sevmeyi itiraf edemeyen bir erkekseniz“Tanrının yarattığı en güzel kadındı” da diyebilirsiniz.
Çünkü androjen bir güzellikti o.
Alain Delon’un karakter profilinde herkesi şaşırtan bir ayrıntı var.
Bunu da Johnny Hallyday’in hatıralarında okumuştuk.
Alain Delon aşırı kıskanç bir erkekmiş.
Romy Schneider’le aşk yaşarken yanına hiçbir erkeği yaklaştırmazmış.
Johnny Hallyday “Hiçbirimizin Romy’le konuşmasına izin vermezdi” diyor.
Alain Delon gibi bir erkek kadınlar konusunda kendine bu kadar güvensizse…
Tanrının yaratırken o kadar cömert olmadığı biz zavallı kulları ne yapalım?
Sırf o çekilmez kıskançlıklarına bahane olabileceği için erkek olarak da bu kıskanç erkeği sevebilirsiniz.
Onunla ilgili en güzel analizi belki Manohla Dargis yazdı.
Bir kadın gözüyle onun yüzünü ve bakışlarını şu sıfatlarla tarif etmişti:
“Küstah, baştan çıkarıcı ve androjen…”
Yani hem erkek hem kadın…
Tıpkı Roma’da Borghese Müzesi’nde sırtını bize dönüp uzanmış “hermafrodit” heykeli gibi…
Alain Delon’un cenazesi 28 Mayıs günü Paris’te Saint Sulpice Kilisesinde düzenlenecek özel bir törenle kaldırılacak.
Saint Sulpice biz Türklerin de yakından tanıdığı bir kilise.
Dan Brown’ın “Da Vinci Şifresi”nin başında geçen mekanlardan biri.
Cenazeye ancak özel bazı davetliler katılabilecek.
Tabii ki Cumhurbaşkanı Macron ve eşi.
Robert de Niro, Monica Belluci, Tilda Swinton, Vincent Cassel, Sophia Loren, Isabelle Huppert…
Bir de ilginç bir isim…
Quentin Tarantino…
Bundan sonrası?
Son yıllarında onunla yapılan bir mülakatta sormuşlardı:
“Senin için ölüm nedir?”
“Aile” demişti ve sözünü şöyle tamamlamıştı:
“Çünkü annemle babamı ilk defa orada birlikte göreceğim…”
3 Aralık 2024 - Dün gece Türkiye’nin en prestijli ödülü tarihimizin en büyük başarısızlığına verildi
1 Aralık 2024 - Cumhurbaşkanı nerede konuşacak? Caminin avlusunda mı, minberde mi?
30 Kasım 2024 - Antakya’da 2000 yıl arayla ayakta kalan iki duvarın sırrı
29 Kasım 2024 - Master Chef sorusu: Bir Michelin şefinin tam teşekküllü kestane menüsü nasıldır?
28 Kasım 2024 - Rahmi Koç: İşadamıyım ama hayatım beş kuruş bile getirmeyecek üç işle geçiyor