Ahmet Güneştekin'in 'Kayıp Alfabe' sergisini dolaşıyorum. Feshane sanki kayıp Atlantis’e taşınmış, orada bulunmanın insana verdiği “Being there” duygusunun agorası haline gelmiş. Çıkarken içinizden bir ses kulağınıza fısıldıyor: “Ben de oradaydım."
Üstünde “İzmir” yazılı bir tekne.
Tekne dediysem kayıktan biraz büyükçe bir şey….
Üstüne onlarca bavul yüklenmiş.
Valiz diyemiyorum, çünkü hepsi sıradan bavul…
Daha ilk bakışta hiç bilmeyen bir insana bile kendi hikayesini anlatıyor.
Bir göç hikayesi bu…
Anavatan diye bellenmiş bir ülkeden başka bir ülkeye göç etmek zorunda bırakılan insanların hikayesi…
Her gün, her yıl, her yüzyılda insanlığın yaşadığı ızdırap hikayelerinden biri…
Bu bizim hikayemiz.
Bir “mübadele hikayesi…”
Tek yönlü değil, iki yönlü bir hikaye…
Sadece gidiş bileti verilmiş insanların hikayesi…
Türkiye’deki Rumların Yunanistan’a, Yunanistan’daki Türklerin Anadolu’ya gönderilmesini anlatan bir destan da diyebilirsiniz.
Uluslararası sanatçımız Ahmet Güneştekin’in önceki hafta açılan “Kayıp Alfabe” sergisini gezdirmeye işte bu tekneyle çıkaracağım sizi.
Teknenin etrafında dolaşıyorum.
Onlarca bavul…
Halk bavulu diye bir şey varmış, önce onu keşfediyorum.
Ama beni bu bavul yüklü kayığa çağıran bir şey daha var.
Bir kedi miyavlaması…
Evet bavullardan birinin içinden bir kedi miyavlaması geliyor.
Tabii ki o bavulun içinde kedi yok.
Ama o sembolik ses gerçeğinden daha uyarıcı geliyor…
Çünkü doğduğu topraklardan koparılan bir canlının feryadı gibi geliyor insana…
Anadolulu bir Rum zorla Yunanistan’a giderken demek ki kedisini de götürüyor.
Anlatılanlara bakılırsa gittiği yer ne kendisini ne kedisini isteyen bir coğrafya…
Hiçbir insan sesi bu kedi miyavlaması kadar acıklı bir ağıta dönüşemez.
Çünkü göç dediğimiz trajediyi en güzel anlatan ses bu…
Doğru mudur bilmiyorum.
Çocukluğumdan beri bize hep anlatılır.
Yunanistan Osmanlı’dan bağımsızlığını aldıktan sonra Atina’da iki şey yapmış.
Türklerin diktiği bütün çınar ağaçlarını kesmek.
Ve Türklerin sevdiği kedileri öldürmek.
Olsa bu bavullardan birinin içinde bir kedi var.
Anadolulu bir Rum ailesinin sevdiği bir kedi…
Şimdi sevilmediği bir ülkeye gidiyor.
Söyleyen zorunlu göç dediğimiz trajediyi daha iyi ne kim anlatabilir ki?
Kayıp Alfabe işte bunu en çarpıcı müziğiyle anlatmaya başlıyor.
Bir kedi miyavlamasıyla…
Mahvediyor beni…
Ayrılamıyorum bavul dolu mübadil teknesinin etrafından.
Sanatın gücünü bir kere daha anlıyorum bir teknenin hem iskele hem sancak tarafından dolaşırken.
Dedim ya, bir göçmen çocuğu olarak mübadilliği bu kadar sarsıcı biçimde anlatan başka hiçbir şey görmedim hayatım boyunca…
Üstünde İzmir yazan bir kayık… Üstünde halk bavulları…
Ve bir kedi miyavlaması…
Göç sadece insanların değil…
Hayvanların da alın yazısı mı yani…
Yazıklar olsun asırlar boyu insanlığa…
Yürüyorum…
Bu defa karşıma meçhul ellerin öldürdüğü, katlettiği bildik isimler çıkıyor…
Faili yıllardır belli olduğu halde meçhulmüş gibi bırakılan cinayetler sokağına giriyorum…
Yüzlerce isim çıkıyor karşıma…
Hrant Dink Adalet Meydanı… Tahir Elçi Adalet Sarayı… Musa Anter Sokağı…
Hafızam saymaya devam ediyor…
Abdi İpekçi… Uğur Mumcu… Çetin Emeç… Bedrettin Cömert…
Sonra aralarından bir ismi fark ediyorum.
Küçücük bir isim…
“Narin Oyuncak Evi…”
Sadece ismiyle hafızamıza yerleşen küçücük bir kız…
Narin…
Öldürenlerin hepsi orada, ama faili hala meçhul küçük bir kız.
Soyadı yok.
Ama adresi besbelli… Bir milletin gözyaşlarıyla yazdığı mektupların hepsi adresine ulaşmış.
Bir dere yatağındaki kayanın altında, hepimizin soyadını taşıyan torba içinde küçücük bir beden…
Kim anlatabilir hepimize böyle hatırayı…
Kim daha zarif, daha etkileyici biçimde yerleştirebilir kolektif hafızamıza bu küçücük ismi…
Bir sanatçı elbette…
Ahmet Güneştekin…
Sergiyi dolaşmaya devam ediyorum…
Karşıma bir lahit çıkıyor…
İsterseniz tabut da diyebilirsiniz…
Altında kitaplardan oluşmuş bir musalla taşı…
Her biri yasaklanmış, yakılmış, yok edilmiş, yazarları öldürülmüş, hapislerde çürütülmüş kitaplar…
Kayıp bir alfabenin kaybolmamış delilleri…
Her biri ıslak imza…
Diz çöküp bakıyorum o hazin musalla taşının üstündeki kitaplara…
Bir bölümünü tanıyorum…
Bir bölümüyse meçhul kitap abidesinin yaprakları…
Sonra rengarenk bir aleme giriyorsunuz.
Anadolu’nun rengarenk kırkyamasından bir “patchwork” tarlası…
Her santimetrekaresi size ayrı bir masal anlatıyor.
Kimi aşk… Kimi kavuşma… Kimi ayrılık…
Mutluluk ve özlem birbirine karışmış, bir gökkuşağı halinde üstünüze seriliyor.
Ama burası bir çelişkiler meydanı…
O rengarenk duvarın hemen yanında kurşun renginde bir duvar ve üstündeki “Şeyler” çıkıyor karşınıza…
Bakın bakın…
Ve o şeyler adını siz koyun diye bekliyor sizi…
İsterseniz 6 Şubat depreminin ızdırap enkazından çıkan kutsal emanet deyin.
İsterseniz Diyarbakır’un Sur ilçesinin enkazından gelen karışmış eşyalar…
Yarın gezecekseniz, belki dimağınız onların arasına Kartalkaya’da yanmış vicdanlardan kalan üç beş parçayı da iliştirecek bir köşede…
Hangi köşesine ne koyarsanız koyun hepsi sizi aynı yere götürecek…
Bir Anadolu Guernica’sı bu eser…
Picasso’nunki kadar güçlü ve ızdırap verici bir utancı ve ızdırabı anlatıyor.
O duvara bakarken birden fark ediyorsunuz ki bu bitmemiş, bitmeyen bir Guernica…
Burası insanların üstünden hiç gitmeyen “Bin bir gecenin on bin bir karanlığının” coğrafyası…
Mezopotamya burası..
Karşınızdaki “Şey,” yıllardır bitmeyen, yıllarca bitmeyecek, meçhul kalacak bir puzzle’ın küçücük parçası…
Lanetli ve kayıp alfabeler kıtası burası…
Artık umutlarımızı öyle yitirmişiz ki…
Sanki her nesil kendi kayıp şeylerini bu duvarın bir köşesine ekleyecek gibi bir duyguyla ayrılıyorsunuz oradan.
O utanç ve çaresizlikle kaçıyorsunuz işlemediğiniz bir suçun mahallinden.
Çünkü o suçların gizli tanığısınız…
Çünkü korkuyorsunuz sesinizi yükseltmeye….
Ve sonunda karşınıza mermer bir kaya çıkıyor.
El değmemiş, el değdirmemiş bir kaya…
Üstünde harfler var.
Kayıp bir alfabenin keşfedilmeyi bekleyen harfleri…
Ve altında insan elinin değmediği mermer kaya…
Sabırla kendisinden Davud’u yaratacak tanrının elinin ilk dokunuşunu bekliyor.
Bernini’nin o mermeri muhteşem bir kadın bedenine çevirmesini, sonra erkek gücünün o beden üstündeki zorbalığının delili haline dönüştürmesini hayal ediyorsunuz.
O an kayıp alfabenin başıboş harfleri size bütün kayıp mesajları iletiyor.
Yok yok…
Bir sergi değil bu.
Bienal gibi bir şey…
Feshane sanki kayıp bir Atlantis’e taşınmış, orada bulunmanın insana verdiği “Being there” duygusunun agorası haline gelmiş.
Çıkarken içinizden bir ses kulağınıza fısıldıyor:
“Ben de oradaydım…”
O zaman anlıyorsunuz ki bu bir “Arkadaş ben de oradaydım” bienali…
O yüzden gidip gezin bu sergiyi diyorum…
Bana göre Türkiye’de yılın sanat olayı bu…
Belki daha uzun yıllar da böyle kalacak.
Umutsuzluklar ülkesinin insanı olarak modern sanatın gücü o an orada size dünyanın ve ülkenizin bütün kayıp alfabelerini bulma umudu veriyor.
Ahmet Güneştekin’in önceki yıl “İzmir’de açtığı “Gavur Mahallesi” sergisini üç milyona yakın insan gezmişti….
Bir haftadır bakıyorum, bu sergi de aynı ilgiyi görüyor.
Trafiği kilitleyecek kadar ilgi çeken bir sergi bu…
Türkiye belki de ilk defa “bir sergiyi gezmek için trafikte bekleme” duygusuyla tanışıyor.
Türkiye bu sergiyi anladı.
Ama açılışta görüyorum ki dünya da anlamış..
Açılışta 60’a yakın yabancı küratör, sanat uzmanı, gazeteci var.
Aralarında Christopher Tannert gibi tanıdığım biri var mesela.
Berlin’in Künstlerhaus Bithanien projesinin müdürü. Birçok uluslararası serginin küratörü.
Mesela Paolo Marino var.
La Gazetta del Mezzogiorno, ARTE, Rolling Stone gibi dünyaca ünlü dergilerin yazarı.
Mesela 2011’de Venedik Bienalinde İtalyan pavyonunu hazırlayan Gianluigi Calin var.
Bild Gazetesinin eski genel yayın yönetmeni ve Almanya’da dev sergiler düzenleyen en ünlü vakfın yönetim kurulu üyesi Kai Diekmann var.
Listeyi okuyorum, her biri sanat alanında uluslararası başarılara imza atmış insanlar.
Kendi payıma bugüne kadar Türkiye’de hiçbir serginin açılışına böylesine seçkin bir sanat insanı topluluğunun katıldığına tanık olmadım.
Sergi açılalı daha bir hafta oldu.
Ama yabancı medyada çıkan yazılar şunu gösteriyor.
Bir mübadil bavulundan gelen kedi miyavlaması dünyanın her yerinden duyulmuş.
ABD’nin yeni başkanı Trump göçmenleri uçaklara doldurup gönderirken Türkiye’den bütün dünyaya giden bu miyav sesi çok daha anlam kazanıyor.
Tabii İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu da kutluyor ve teşekkür ediyorum.
İstanbul’a çok etkileyici bir sanat mekanı kazandırdılar.
Gelen misafirlerin büyük bölümü Haliç’teki Tersane Rixos’ta kaldı.
Konuştuğum misafirler otele ve lokasyonuna hayran kalmış.
Bu sergi Haliç ve Tersane projesinin de dünyaya açılış töreni oldu.
Açılışa gelen davetlilere iki yemek verildi.
Biri Galata Port’taki Frankie, öteki Atatürk Kültür Merkezi’ndeki Biz restoranlardaydı.
İkisi de hem lokasyon, hem mutfak, hem de iç tasarım bakımından etkileyici ve güzeldi.
AKM’deki yemeğe gazeteci dostum Kai Diekmann ve eşi Katia Kessler ile birlikte gittik.
Hem kültür merkezi, hem de o kompleksteki bütün bölümler cıvıl cıvıldı.
Her ikisi de bir kültür mekanının bu kadar kalabalık olmasına şaşırdı.
Açılışa ve yemeğe katılan sürpriz bir kişi Hamdi Ulukaya idi.
Chobani markasıyla Amerikan yoğurt pazarının yüzde 30’una ulaşan Ulukaya gerçek bir başarı hikayesi.
Önce bir kahve markasını satın aldı.
Sonra da San Fransisco’nun en eski bira markasını bünyesine aldı.
Yemekte onunla ve Fettah Tamince ile uzun uzun sohbet ettik.
İlginç şeyler anlattılar.
Onları da bir başka yazıda anlatacağım.
Şimdilik söyleyebileceğim şu…
Bir vakit ayırıp mutlaka gezin bu sergiyi…
Sanatı aşan bir “Şey” bu…
26 Ocak 2025 - Bir mübadil bavulundan gelen kedi miyavlaması Türkiye’nin sesi oldu
24 Ocak 2025 - Trump’ın 250 bin dolarlık açılış balosunda muhalif bir Türk patron
23 Ocak 2025 - Yılmaz Özdil’in ameliyat sonrası yayınında teşekkür ettiği üç insan
22 Ocak 2025 - Eli kılıçlı başkomutanın ‘MAGA’ şarkısı gay mi, yoksa heteroseksüel mi?