Geçen Salı akşamı çok ilginç bir “Şov” izledim.
Üstelik bu şovu neredeyse tamamen kadınlardan oluşan bir izleyici kalabalığı ile izledim.
Saymaya çalıştım ama ya 3 ya da 4 erkek vardı Soho House’ın sinema salonunda.
Hayatımda ilk defa böyle tamamen kadınlardan oluşan bir izleyici kalabalığı arasındaydım.
Üstelik aktif ve canlı bir izleyici profiliydi.
Çocukluğumdan beri kadınlar matinesini çok severim.
Kadınlar erkeklerden çık daha iyi eğlenmeyi bilirler.
O nedenle çok olumlu anlamda şunu söyleyebilirim:
“Hayatımda gördüğüm en harika kadınlar matinesi gibiydi.”
“Şov” demek doğru mu bilemiyorum.
“Terapi şovu” da diyebiliriz.
Çünkü o akşam izlediğimiz şey bir tür toplu terapi gibiydi.
Zaman zaman kendimi bir psikiyatrın koltuğunda hissettim.

İzlediğimiz “şey” iki kişilik bir tartışma seansıydı.
Bir psikiyatrla kendine “Anti psikiyatr” diyen bir sorgucu arasında sohbet toplantısı da diyebilirsiniz.
Sahnedeki insan, Türkiye’nin hiç şüphesiz en tartışılan, en renkli ve en medyatik psikiyatrı Dr. Alper Hasanoğlu’du…
Onu epeydir medyadan, sosyal medyadan izliyordum.
İlk defa canlı olarak sahnede dinledim.
Bazıları onu, “Ukala ama güvenilir” bir uzman olarak tanımlıyor.
Düşüncelerini açık, net, provokatif ve mizahi bir dille ifade etme sanatını çok iyi biliyor.
Kendi anlatıyla, “Yerinde duramayan, sürekli yolda olan bir psikiyatr.”
Türkiye’de yol açtığı tartışma şuydu:
“Erkeğe tecavüz olmaz…”
Sosyal medyada 7 şiddetinde bir tartışma depremine yol açmıştı.
Fena dayak yedi tabii, hem kadınlardan hem erkeklerden…
Çevreciler bile dövdü onu…
Merak ediyorsanız, Google ve ChatGPT’den zengin bir arşive ulaşabilirsiniz.
Karşısında ise uzun yıllardır tanıdığım gerçek bir başka erkek.
Levent Özçelik.
Birlikte “Kuzey ışıklarını seyretmek için” çıktığımız, ama “Yüzde 99.9 görürsünüz” dedikleri gece o ışıkları göremediğimiz bir yol arkadaşım.
Onu daha çok gezi yazılarından tanımıştım.
İyi bir belgeselcidir.
İkisi bir format bulmuşlar.
Bir tür tartışma şovu yapıyorlar.
Çok güzel bir tartışma formatı olmuş.
Canlı, renkli ve provokatif.
Bir saat için planlanmıştı 2 saate yakın sürdü.
Salonda benim dışımda gazeteci olarak bir tek Özlem Gürses vardı.
Sonuna kadar büyük ilgiyle izledik. Tartışmaya biz de katıldık.
Bugün size işte bu ilginç “Terapi Şov’dan” kendimce, anladığımca bir özet yapacağım.

Terapi şovu şu cümleyle başladı:
“Aşk sadece cinsel ilişkiden ibaret bir şeydir.”
Çok katı bir cümle.
İnsanın kafasına dank diye vuruyor ilk işittiğinizde.
Yanında hiç olmazsa, “Tabii duygusal sıcaklık” “manevi bağlar” falan gibi, bu cümleyi “Vernelleyerek” yumuşatacak bir kaç kelime daha etmesini bekliyorsunuz.
Hayır o iddialı.
Hayır tavizsiz, pazarlığa hiç gelmeyen bir terapist var karşımızda.
Salonda birkaç kadından itiraz geliyor.
İlk şaşkınlığım bu oluyor.
Acaba artık kadınlar da aşka böyle mi bakıyor,,,
Bir kadınlar matinesinde psikoloji konuşmanın ilk şaşırtıcı gözlemi bu oluyor.
İkincisi de kadınların cinsel meseleleri ne kadar rahat konuşabildiklerini görmek olacak birazdan.
Aynı kararlı ifade ile devam ediyor.
“Ben antropolog terapistim” diyor ve bize antropolojik bir izah yapıyor.
“Bizim aşk dediğimiz şey cinsel bir ilişkiden ibarettir ve insanoğlu aşk kelimesini bilmeden yüz binlerce yıl aynı hareketleri yapmıştır.”
Yani hayvanların yaptıklarının aynısını.
“Bir dakika” diyorsunuz. “O zaman bizi hayvanlardan ayıran hiçbir şey yok mu?”
Mesela “Sevişmek…”
Gelebildiğimiz tek yer bir “Bonomo maymunu mu olmaktı” yani…
Aşk kelimesi ve kavramı sonaradan, çok yakınlarda icad edilmiş bir şeydir.
İnsan cinsel ilişkide bulunur, sonradan kendini hayvandan ayırmak için o yaptığına birtakım anlamlar yüklemeye başlar…
Ona da aşk der..
Özetle bunu söylüyor.
O noktada kafam karışmaya başlıyor.
Kendi aşk tarihimi gözden geçiriyorum.
Tekil, birinci şahıs kipiyle düşündüğümde işin içinden çıkamıyorum.
Onun üzerine çoğul kiplerle düşünüyorum.
“Hepimiz” falan deyip genelleştirmek istiyorum.

Aslında bu bir “Antropolojik cinsel ilişki tarihi mi?..”
Aşk diye bir şey loksa, bir tür “zincirleme one night stand” mi bütün bu yaşadıklarımız?
Yani “zincirleme tek gecelik sevişmelerden” ibaret bir şeydir midir aşk dediğimiz…
Her gece yeniden aşık oluyor, orgazm olunca bitirip, ertesi gün yeniden aşık mı oluyoruz…
Aslında bu sorularla kafa yoracak yaşı geçtim, ama insanız işte…
Bir de karşınıza böyle provokatif bir cümle çıkınca kendinizi tutamayıp, “tecrübeli” ve “Kıdemli” bir mütekait(Emekli) olarak siz de dalıyorsunuz…
Hepimizin bir aşk veya cinsellik mazisi var.
Çok tuhaf biraz sonra kendimi şu soruyu sorarken buluyorum:
“Acaba doğru söylüyor olabilir mi”
Salonun tepkisini merak ediyorum.
Bir kaç kadın “Olur mu canım” havasında, ama bana sanki çoğunluk sessizce onaylıyormuş gibi geliyor…
Aslında bu cümleyi yıllarca önce bir kadından da duymuştum.
Ama bunu soru şeklinde yani kendinden pek emin olmayan bir ifade ile sormuştu.
Ben de “Olur mu canım öyle şey” deyip geçiştirmiştim.
Şimdi ben de o noktada olabilir miyim…
Gece işte bu tartışma ile başlıyor.
Tabii arkasından en klasik en doğal soru geliyor…
Öyleyse “Aşk acısı” nedir?
İnsanoğlunun yazdığı bunca şiir?
Mesela o güzelim “Mihriban” şarkısı….
Neden ve nasıl yazılmıştır?
Alper Hasanoğlu ikinci kışkırtıcı cümlesini orada patlatıyor:
“Sadece terkedilen kişi aşk acısı çeker.”
Ya terkeden?
“Terkeden aşk acısı çekmez, bir ihtimal onun biraz vicdanı sızlar.”
Veya…
O da olmaz, unutup gider.
İyi de kalanın çektiği “Şey” ne?
Tansu’yla ilk yıllarımızda bir ara beni terkettiği korkusuna kapıldığımda nasıl bir haftada 5 kilo verdiğimi hatırladım.
O yıllarda 63 kiloydum.
1.81 boy ile, bir haftada 63 kilodan 58 kiloya düşmenin ne olduğunu bir hayal edin.
Öyleyse neydi benim o çektiğim?
Bizi sarsmaya devam ediyor:
“Her aşk unutulur”
İyi de unutmak bu kadar kolaysa, niye bazılarımız unutamaz ve aşk acısı çekmeye devam eder?
“Kalan insan acı çekmeye devam eder. Aslında bu çok pratik bir şeydir. Nedeni tamamen kopma korkusudur. Çünkü acı çekmek bir anlamda onunla ilişkisinin devam etmesidir. Kafasında o ilişkiyi sürdürmesini sağlar.”
Arkasından şöyle bir cümle geliyor:
“Aşk yarası iyileşmez, sürekli kanatılmaya ihtiyaç duyar.”
Yani şunu demek istiyor sanki:
“Aslında aşk acısı çekmeyiz. O acıyı çekmeyi arzularız…”
Çünkü biliriz ki, o acı biterse, o da artık sonsuza kadar gitmiş olur.
Kafam yine karışıyor.
İçimden bir ses “Bu adam haklı olabilir” diyor.
Hatta şöyle bir cümle bile geçiyor içimden.
“Yıllardır aradığım kafama uygun bir terapist bulmuş olabilirim.”
Çünkü, Lacan’ın derslerime girdim, Freud, Reich, Foucault okudum diye ‘ben bu işi psikologlar, terapistler kadar iyi biliyorum” diye terapiste gitmedim.
20 yıl genel yayın yönetmeni koltuğunda oturup ayrıldıktan sonra, gitmem gerekirken bile gitmedim.
Şimdi karşımda “ Kafama uygun imam” fıkrasındaki gibi, “Kafama uygun bir terapist” oturuyor…
Aradığım terapist bu olabilir.
Sonra şu soru takılıyor aklıma:
“Anti terapist” lafı da ne anlama geliyor…
Anti Christ gibi bir şey olabilir mi?
Yani “Deccal?”
Neyse “Marvel serilerinin “Anti Hero’ları” (Anti kahramanları) gözümün önüne geliyor ve terminolojik takıntıyı bırakıp dinlemeye devam ediyorum.
Provokasyon bitmiyor…
“Aşk bir eksikliktir” diyor.
Lacan’ın o cümlesi aklıma geliyor.
“Arzu her zaman bir eksiklikten doğar…”
Hasanoğlu devam ediyor:
“İnsan doğuştan eksiktir ve sürekli olarak bir tamamlanma arayışındadır.”
Yani aşık olduğumuz kişi işte bu eksikliği tamamladığını düşündüğümüz insandır.
O an kendime, kendi aşk mazime dönüyorum.
Hayatım boyunca yaşadığım en büyük korkulardan biri hep “Kaybetmek” oldu.
“Aşık olduğum kadını kaybetmek…”
Çünkü bir beraberlik ancak bu ilişkinin sürekli olacağına inandığımız zaman mümkündür ve “Ötekinin keyfi ancak böyle çıkabilir” diye düşünüyordum.
Ama Hasanoğlu aynı Alman hatta Prusya yaklaşımı ile gerçeği kafama çakıyor:
“Aşk biten bir duygudur…”
Frederic Beigbeder geliyor aklıma:
“Aşkın ömrü 3 yıldır…”
Hasanoğlu’nun sesi beni uyandırıyor
“Evet aşk biten bir duygu, ama biz kendimizi kandırmak ve hiç bitmeyecek gibi yaşamak zorundayız…”
Ama yine de bir sorun var.
O zaman kaybetme korkusu nedir?
“Bir rekabettir…” diyor.
İşte o noktada anlaştık ve ben artık bütün erkekler adına şu yorumu yapabilirim.
“Çünkü her erkeğin içinde kendinden daha güçlü, daha çekici, daha büyük bir erkek olduğu” korkusu vardır.
“Büyük” kelimesine istediğiniz anlamı verebilirsiniz.
Eminim salonda daha çok erkek olsaydı şu homurdanmayı duyabilirdik.
Hadi canım sen de..
Çünkü erkekler korkaktır.
Çoğu bu gerçekle yüzleşmeye korkar, aklına gelse bile bilincinin altından hiç çıkmaması için elinden gelen zulmü yapar kendine ve kadına…
Biz erkekler bilincimizin 3 santim altını kurcalasak şu hakikat karşımıza çıkar:
Asıl korkumuz kadının gitmesi, bizi bırakması değil, “daha iyi bir başka erkeğe” gitmesidir.
Salonda çok küçük bir erkek azınlık olma duygusu beni de yavaş yavaş anti psikiyatr bir noktaya doğru götürüyor.
Ve cesaretlenerek, kendi kendimin anti psikiyatrı haline dönüşüyorum.
Geçtiğimiz günlerde Alper Hasanoğlu’nun bu durumu anlatan oldukça Nihilist bir görüşünü okumuştum…
Yanlış hatırlamıyorsam şöyle bir şeydi:
“Hayatın hiçbir anlamı yoktur … Biz, ona anlam verdiğimizde bir anlam kazanır.”
Bence erkeklerin kendilerine ve korkularına verdikleri “mana” da bundan ibaret bir şey.
Alper Hasanoğlu’nun terapisinde muzip bir yan var demiştim…
Konu, bugün artık giderek bir tür “New Age din” haline gelen Yoga, meditasyon, şamanlık gibi şeylere gelince bu muzip yanı açıkça ortaya çıkıyor.
Bana gelince…
İtiraf edeyim, bu tür “Şeylere” fazla dalan kadınlarla ben de hafiften dalga geçmiyor değilim.
Bir zamanlar şöyle bir şey yazmıştım:
“Fazla meditasyon, yoga, şamanlık işine dalan kadınlar iyi sevişemez…”
Belki aptalca bir ifadeydi ama içimde böyle bir his vardı.
Çok dayak yemiştim o günlerde meditasyon ve Peru şamanlarına düşkün kadınlardan.
Anti terapist Hasanoğlu da galiba Yoga falan gibi işlere biraz böyle bakıyor..
Tamamı kadınlardan oluşan bir kalabalığa yogadan bahsederken bunu sezdim.
Ama o da epey itiraz aldı…
Onun entellektüellerle ilgili görüşleri de ilginç.
Salonda anlatmadı ama başka bazı konuşmalarında şöyle bir tezi işlemişti:
“Entelektüel birikim arttıkça cinsel işlev bozuklukları da artar…”
Bunu ilk okuduğumda “Acaba perversite, yani sapıklık mı artar demek istiyor? diye düşünmüştüm.
Ona göre, şehir yaşamı ve modern yaşam tarzı cinselliği olumsuz etkileyebilir: “Eğitim ve iş yaşamı cinselliği geciktiriyor.”
Buraya kadar tamam.
Ama bir adım sonra köylüler için öyle bir şey söylüyor ki, işte orada duruyorum:
“Köyde yaşayan, daha “geleneksel” ya da “doğal” bir yaşam sürdüren insanlar cinsel yaşamlarını daha coşkulu yaşıyor..”
Ne demektir bu?
Yani şunu mu demet istiyor:
“Köylüler ve varoş erkek ve kadırları, şehirlilerden ve aydınlardan daha iyi sevişir.”
Yani Ron Sheldon’un “White Men Can’t Jump” (Beyaz adamlar iyi beceremez ) filminin “Soho House 2025 sürümü mü?”
Eh tabii filmde beyaz adamı Woody Harrelson, siyah adamı da Wesley Snipe gibi bir zımba oynuyorsa, anlatmak istediğim şeyi anında anlarsınız.
Yine de o filmde beyaz adam fiziki eksikliğini, hiç olmazsa kurnazlığı ve üç kağıtçılığı ile dengeleyebilmeyi başarıyordu.
Bu köylülük meselesi tabi ki aklıma MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın “Heiddeger’in Kulübesi” kitabındaki tezi de getirdi.
Şehirli aydınların akademik ortamında iyi felsefe yapılamaz , ama köylülerinkinde daha iyidir..
Bir hafta içinde şehirli bir insan olarak ikinci dayağı yiyorum.
Neyse bu konuyu bir başka anti psikiyatr Serdar Turgut’a bırakıyorum.
Bunu ancak onun şehirli ve Manhattan’lı muhayyilesi çözebilir..
Kadınlar Felsefe Matinesine benzeyen bu harika toplantıda bir kadın dinleyici ilginç bir şey söyledi:
“Artık kadınlar da Viagra ve Cialis gibi ilaçları kullanıyor ve iyi sonuç alıyor.”
“İyi sonuç almak ne demek?”
Alper Hasanoğlu “Hiç böyle bir şey duymadım” dedi.
Kadın dinleyici ısrar etti.
Kendi tecrübesi mi konuşuyordu, yoksa işittiği bir şey mi öğrenemedik..
Ama Hasanoğlu elindeki hiçbir bilimsel çalışmada bunu doğrulayan bir şey görmediğini söyledi.
Ancak ben de geçen hafta New York Times’de “menopoz sonrasında testesteron , yani erkeklik hormonu kullanan kadın sayısının arttığını” anlatan bir yazı okudum.
Çünkü testesteron kadında cinsel arzuyu çok arttırıyormuş.
Hatta “Artık 60 yaşında her gece sevişiyorum” diyen kadınlar bile varmış.
Bütün bunlar benim için artık mazide kalan şeyler ama, nedense çok büyük keyifle izledim.
Harika bir ikiliydi Hasanoğlu ve Özçelik.
Şimdi bu formatla Anadolu turnesi yapacaklarmış.
Sonra da Almanya ve İngiltere’ye taşıyacaklarmış bu toplantıları.
Bence büyük keyifle izlenir.
Kafamda kalan son soru şu oldu.
Çok iyi ve kaliteli bir kadın izleyici topluluğuydu salondaki kalabalık.
Çok ilginç sorular geldi.
Acaba bu toplantıları böyle neredeyse tamamı kadın izleyiciden oluşan bir ortamda mı dinlemek daha keyiflidir
Yok araya biraz dana erkek serpiştirilse daha mı iyi olur.
O geceki şahane tartışmayı izledikten sonra şahsi görüşüm şu:
Salondaki erkek sayısını belli bir kontenjanla sınırlamak daha iyi olur…
5 Aralık 2025 - 19 Mart Silivri’sinden ilk kitap: En gözde iki şair kim?
4 Aralık 2025 - Silivri’ye giden ‘Cumhurbaşkanlığı’ antetli sürpriz ‘Üzgünüm’ mektubu
3 Aralık 2025 - İki başkanın yan yana sevinç sahnesi ve Fener stadında bir açılış devrimi
2 Aralık 2025 - Bugünlerde gece yolda dev bir tavşana rastlarsanız bilin ki gemi su alıyor
30 Kasım 2025 - Beş işaret: Bu yılbaşı İzmir ve Ege’de ilginç bir şeyler oluyor