22-07-2023
İsmet Berkan

Ümitten karabasana, Kemal Kılıçdaroğlu

Ümitten karabasana, Kemal Kılıçdaroğlu

Yanlış hatırlamıyorsam Kemal Kılıçdaroğlu ile en son seçimden birkaç ay önce Karar gazetesinde bir kahvaltı sohbetinde yüz yüze gelmiştim. Sohbette bütün Karar yazarları ve yöneticileri de vardı, çok sayıda CHP’li yönetici de.

O sabah Kılıçdaroğlu ile sohbet ettiğimi bilen bir arkadaşım akşam saatlerinde bana ‘Nasıl biri’ diye sordu, ona, ‘Komşunuz olsa çok seveceğiniz, evinizde ağırlamaktan büyük zevk alacağınız gayet tonton biri’ cevabını verdim. ‘Peki Cumhurbaşkanı olabilir mi?’ sorusu geldi. ‘Bence hayır’ dedim, ‘Fazla iyi kalpli, o görevin gerektirdiği acımasız kararları alabileceğinden şüpheliyim.’

Bir karakter tahlili ancak bu kadar yanılabilirdi. Bugün bakınca net biçimde görüyorum. Galiba Fatih Altaylı’nın da benzer bir karakter tahlili vardı. Kemal Kılıçdaroğlu ikimizi de (ve başka milyonlarca kişiyi de) ağaca çıkardı.

Benim Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili kanaatim iki sebeple, daha seçimin ikinci turu yapılmadan değişti.

Birinci sebep, Zafer Partisi ile imzalanıp kamuoyuna da açıklanan protokoldü. Bunun ilk maddesi, ‘CHP Anayasa’nın ilk dört maddesinin arkasındadır, bunu değiştirmeyecektir’ manasına geliyordu.

Kendisinden bu metnin imzalanması istendiğinde Kemal Kılıçdaroğlu karşısındakine ‘Ben bu Cumhuriyeti kuran partinin genel başkanıyım, ne cüretle benden böyle bir söz vermemi istersin, siz kim oluyorsunuz’ dememiş, sanki partisinin ilk dört maddeyi değiştirmeye niyeti varmış ama bu protokol sayesinde bu niyetten vazgeçmiş gibi imzayı atmıştı.

İkinci sebep, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ikinci tur seçim kampanyasında Nazi Almanyasını aratmayacak seviyede ırkçı sloganlarla şehirleri afişlerle donatmasıydı. Aylardır kalp işareti yapan Kılıçdaroğlu gitmiş, yerine ‘Suriyeliler Gi-De-Cek’ diye afişler asmaktan utanmayan bir ırkçı gelmişti.

Bunu ikinci tur öncesinde burada yazdım diye başta yakın çevrem olmak üzere etraftan işitmediğim laf kalmamıştı. Ama benim için ‘iyi kalpli’ Kılıçdaroğlu orada bitmişti, yerine koltuk uğruna, iktidar uğruna ruhunu şeytana satmaya bile tevessül edebilen biri gelmişti.

Meğer eksik biliyormuşuz. Önce T24’te Cansu Çamlıbel, Ümit Özdağ ile yaptığı bir mülakat sayesinde ortaya çıkardı ki, Zafer Partisi ile Kılıçdaroğlu bir de gizli protokol imzalamış, İçişleri Bakanlığı dahil üç bakanlık ile MİT Başkanlığı bu partiye vaat edilmişti. Ardından HaberTürk TV’de Mehmet Akif Ersoy, Kılıçdaroğlu’nu sıkıştırdı ve bu protokolün gerçekten de var olduğu onun tarafından da doğrulandı.

Gençler bilmez, aslında benim bile yaşım tam olarak yetmiyor, Türk siyasi tarihine ‘Güneş Motel Pazarlığı’ diye geçen ve siyasi ahlaksızlık örneği olarak hep verilen bir olay var.

1978 seçimini CHP kazandı ama parlamentodaki sayısı tek başına iktidar olmaya da yetmedi. Az sayıdaki eksiğini milletvekili transferi yoluyla tamamladı parti, transfer olan bütün isimlere de bakanlıklar verildi. Bu pazarlıklar, İstanbul Florya’daki Güneş Motelleri’nde yapılmıştı. 12 Eylül darbesine giden yolu açan o kirli hükümettir ve nedense pek az konuşulur.

Şimdi CHP liderinin yüzde 1-2 oy gelir umuduyla Zafer Partisi ile bu kirli pazarlığa girdiğini kabul etmiş olması insanın nefesini kesiyor.

Bana soracak olursanız en güzel tepkiyi, Kılıçdaroğlu’nun müttefiklerinden Gelecek Partisi’nin Genel Başkan Yardımcısı Serkan Özcan vermiş, “Başka hiçbir söz ya da açıklama seçim mağlubiyeti nedeniyle duyduğum büyük üzüntüyü ortadan kaldıramazdı. Teşekkür ederim Sayın Kılıçdaroğlu. Ben ve benim gibi sırf bu ülkeye demokrasi, hukuk ve eşitlik gelsin diye gecesini gündüzüne katan binlerce insana büyük bir teselli bahşettiniz! İyi ki olmamış!” demiş.

Gerçekten de… İyi ki olmamış!

Siyaset fikirler zemininde değil kişiler ve karakterler zemininde yapılınca…

Siyaset fikirler zemininde değil kişiler ve karakterler zemininde yapılınca…

İnsanlık tarihi boyunca yönetim ve o yönetimin muhalifleri oldu elbette ama iktidar ile muhalefetin elde kılıç dövüşmek yerine siyasi partiler etrafında örgütlenmesi, yani siyasi rekabetin başlamasının tarihi o kadar eski değil.

Kıta Avrupasında siyasi partiler, 1848 Paris Komünü sonrası ortaya çıktı. Sokaktaki insanların siyasi talepleri vardı, bunlar partiler aracılığıyla dile getirildi. Paris Komünü’nden sonra mesele basitti: Bir yanda işçi sınıfı vardı, bir yanda burjuva ve aristokrat sınıfı.

Birleşik Krallık’ta siyasi bölünme gayet basit bir konu üzerineydi: Bugünkü Muhafazakar Parti, yani ‘Tory’ler, kralın yetkilerinin daha fazla olmasını istiyordu, karşısındaki Liberaller (‘Whig’) ise parlamentonun ve sivil hükümetin daha fazla yetkili olmasını.

Benzer bölünme Amerika’da 1800’lerin başında Thomas Jefferson’un üçüncü ABD Başkanı seçilmesi sırasında ortaya çıktı. Bir tarafta ‘Federalist’ler vardı, merkezi hükümeti daha güçlü yapmak isteyen, onlar bugünün Cumhuriyetçi Partisi. Bir yanda ise yerel federal hükümetlerin merkezi hükümetle daha az güç paylaşması gerektiğini söyleyen ‘Cumhuriyetçiler’. Amerikan terminolojisinde ‘cumhuriyet’ aslında ‘demokrasi’ demektir, bu parti bugünün Demokrat Partisi.

Peki Türkiye’deki siyasi bölünme hangi fikir etrafında? Tarihsel olarak bakıldığında bölünme padişahın yetkileri hakkında belki ama işler ortada bir padişah kalmayınca, yani Cumhuriyet’le birlikte çok değişmiş.

Siyasi bölünmeyi nasıl tarif etmeye kalksanız o tarif yetersiz kalıyor, belli ölçülerde yanlışları içeriyor.

Belki uzun padişahlık geçmişinden, belki Atatürk gibi bir kült figürün bu ülkenin kuruluşunda oynadığı rolden, belki daha derinde yatan başka sebeplerden, bizde siyaset kişiler üzerinden, kişilerin karakterleri üzerinden yapılıyor. Yani lider siyaseti.

Fikirlerin, ilkelerin, kimliklerin, temsiliyetin hiç mi önemi yok? Olmaz mı, elbette var ama en önce liderin kendisi geliyor. Siz oyunuzu o lidere veriyorsunuz, o liderin fikirleri bir yere kadar sizin için önemli.

Benim anladığım, toplumlarda aynı anda bir tane lider olabiliyor, iki tane değil. Tayyip Erdoğan gibi bir liderin olduğu ülkede, onun rakibi olacak kimsenin beslenebileceği en büyük damar da Tayyip Erdoğan’dan hoşlanmayanlar oluyor.

O keskin ayrıma gelindiğinde de, liderin karakteri son derece belirleyici oluyor.

Hepimiz biliyoruz, 14 Mayıs seçimine giderken Türk halkının yüzde 60’a yakın kesimi Tayyip Erdoğan’dan vazgeçmeye hazırdı. Ama yerine koymak istenen liderin karakteri belirleyici oldu, o yüzde 60 seçim günü yüzde 48’e düştü.

Mesele tam olarak bu.

Tony Bennett de çekti gitti bu dünyadan

Tony Bennett de çekti gitti bu dünyadan

Müzik zevkim yıllar içinde sürekli değişim gösterdi. Klasik müzik, onun da daha çok Romantizm dönemi her zaman dönüp dönüp dinlediğim müzik türü olmakla birlikte, yıllar içinde rocktan caza, Türk popundan Amerikan ve İngiliz popuna kadar pek çok şeye merakım oldu, dinledim.

Şimdi Spotify diye bir şey var, o sayede her yıl, geçmişe doğru o yıl en çok neleri dinlediğimin hesabını tutuyor, bana söylüyor. Yıllardır hep şunu görüyorum: Benim müzik dinleme alışkanlığımda klasik müziğin yanında epeydir ‘American song book’ adı verilen, rock öncesi çağın Amerikan vokal caz müziğinin (veya o dönemin pop müziğinin) ciddi bir ağırlığı var.

Pek çok şarkıcıyı dinliyorum ama dört isim öne çıkıyor: Ella Fitzgerald, Billie Holiday, Frank Sinatra ve Tony Bennett.

Bu isimlerden sadece Tony Bennett hayattaydı. Önceki gün 96 yaşında onu da sonsuzluğa uğurladı dünya.

Daha birkaç yıl öncesine kadar sahnedeydi. Son yıllarında Lady Gaga ile birlikte yaptığı konserlerin biletleri aylar önceden tükeniyordu. Derken iki yıl önce bunama belirtileri vermeye başladı, şarkı sözlerini unutuyordu. Konserleri iptal oldu.

Düşünün 96 yaşındaydı ve sağlığı elverse konserlere devam edecekti. Onun ‘I Left My Heart in San Francisco’ (Kalbim San Francisco’da Kaldı) şarkısını çok severdim. Bu şarkının yazıldığı ve ilk kez seslendirildiği otelde de kalmış, bu şarkıyı hatırlatan tabelanın önünde fotoğraf bile çektirmiştim. Sabah o resmi aradım, bulamadım. 

Şimdi o da çekti gitti. Dünya biraz daha az neşeli bir dünya artık.

Eski insanlar sıcakla nasıl başa çıkıyordu?

Eski insanlar sıcakla nasıl başa çıkıyordu?

Neredeyse bütün Kuzey Yarımküre ciddi bir sıcak hava dalgasının etkisi altında. İşin fenası önümüzdeki yıl da böyle olacak.

O yüzden sıcakla ilgili haberler Türkiye’de de dünya medyasında da ilk sıralarda. Tabii en önemli konu sıcakla başa çıkmak. Daha geçen gün Adana’da klimanın mucidi için lokma döktürüldü, tatlı dağıtıldı.

Tabii bu yaşadığımız sıcak küresel iklim kriziyle ilgili değil ama tarihte de büyük sıcaklar yaşanırdı; bazı ülkeler ve şehirler bu sıcak kuşağındaydı. Şimdilerde bilim dergilerinde ‘Geçmişte insanlar sıcakla nasıl başa çıkardı’ tarzı, mimari tasarım yoluyla sıcakla başa çıkma örneklerine dair çok sayıda haber çıkıyor. Bu haberlerden biri bugün 10Haber’de de var, İran’ın Yezd kentinde ev mimarisinin ayrılmaz bir parçası olan rüzgar bacaları anlatılıyor.

Bu haberi okurken benim de aklıma başta Urfa ve Mardin olmak üzere bütün o bölgenin eyvanlı evleri geldi.

Evlerin küçük bir avlusu vardı, o avluda minik bir şadırvan ve avlu boyunca dolaşan minik bir su kanalı. Kesme taştan yapılan bu evler, o avlu (eyvan) ve orada gün boyu dolaşan su sayesinde serin kalırdı.

Sanıyorum Urfa’da artık hiç eyvanlı ev kalmadı; hepsini apartman dikme şehvetine kurban ettik. Mardin’de, Kızıltepe’de, Süryaniler sayesinde güzelim taş kesme evlerin cenneti Midyat’ta hala eyvanlı evler duruyor.

Türkiye’nin otomobil karaborsasıyla imtihanı

Türkiye’nin otomobil karaborsasıyla imtihanı

Bir yılı aşkın süredir Türkiye’de otomobil karaborsada. Evet, karaborsada.

Karaborsanın temel sebebi, enflasyon.

Yüksek enflasyon ortamında hemen hemen her şey (domates bile) bir yatırım aracına dönüştü; çünkü domatesi yarın bugünkü fiyattan bulacağınızdan emin değilseniz, alışverişinizi bugünden yapıyorsunuz. 

Tabii domatesi hemen yemek lazım ama otomobil, ev gibi daha kalıcı ürünleri bir an önce almak, diyelim evinizdeki TV’yi zaten değiştirmeyi düşünüyorsanız bu işi bugünden ve bugünün fiyatlarıyla yapmak daha kazançlı olabilir.

Yalnız otomobilde ve evde anormal bir durum ortaya çıktı. Çok sayıda insan otomobil almaya yönelince bayiler ve firmalar bu talebe yetişemez hale geldi. Böyle olunca piyasada otomobil kalmadı ve birden bire daha dün bayiden 100 liraya aldığınız aracı kapının önünde 125 liraya satma imkanı doğru.

İşte karaborsa dediğim de bu. Devlet bu duruma önlem aldı, önce bir aracın ikinci el olarak satılabilmesi için en az 6 ay elde tutulması ve en az 3 bin kilometre yol yapması şartı getirildi.

Ama bu önlem de yetmedi. Pek çok otomobilin ikinci el satış fiyatı, sıfır kilometresinden daha yüksek. Tabii bu lafın gelişi aslında. Sıfır kilometreyi kim bilir kaç ay sonra teslim almaya gittiğinizde hangi fiyatı ödemek zorunda kalacağınızı bilmiyorsunuz. Bugünkü sıfır kilometre fiyatı, olmayan otomobilin fiyatı.