27-07-2023
İsmet Berkan

Kayseri’de havada uçuşan keplerin bize söylediği…

Kayseri’de havada uçuşan keplerin bize söylediği…

Seçim sonuçlarını üzerinde sadece 2 renk olarak aktaran haritaya bakınca kendi modern hayat tarzını sadece Akdeniz ve Marmara kıyı şeridine sıkışmış sanan, Ak Parti veya Tayyip Erdoğan rengine boyanmış Anadolu’yu, hele hele Ankara’nın doğusunda kalan bütün Türkiye’yi bir çeşit ‘İslam Cumhuriyeti’ olarak gören, o yüzden de seçimde çıkan yüzde 48 oyu da, yüzde 52 oyu da hiç anlamayanlara bir önerim var: Kayseri’ye gidin.

Ben dün Kayseri’deydim. İki hafta kadar önce 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül beni Kayseri’de kendi adını taşıyan devlet üniversitesinin mezuniyet törenine davet etmişti. İki hafta önce Kayseri’ye gitmek için uçak bileti bulmaya çalışırken ilk şokumu yaşadım: 26 Temmuz günü İstanbul-Kayseri uçağında yer yoktu. Zor bela business class’da bir yer bulabildim kendime, son koltuktu aldığım. Aynı gece dönmek istiyordum, gece 22.20’de kalkacak uçakta da yer yoktu, onda da zor bela bir yer buldum.

İlk şoku dün sabah uçağa bindiğimde yaşadım. Bodrum uçağı yolcusu gibiydi içeridekiler. Şortları, parmak arası terlikleri, açık bluzlarıyla kadınlar, erkekler. ‘Herhalde’ diye düşündüm, ‘Çoğu turist.’ Evet, uçakta çok sayıda yabancı yolcu vardı ama benim gördüğüm o gayet şık yazlık giysiler içindekilerin çoğu Türk’tü, Kayseriliydi.

1994’te Şükrü Karatepe’nin Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiğinden beri bu şehir önce Refah, ardından Fazilet, son 23 yıldır da Ak Parti’nin önemli oy depolarından biri.

Kayseri’de Kayseri evini ara ki bulasın

Ben 90’ların başından beri Kayseri’ye çok fazla gidip gelenlerdenim. Şehirle ilgili çok sayıda şikayetim var; bunların başında koca şehirde sadece otellerde içki içilebilmesi, şehrin dağa doğru değil ovaya doğru genişlemesi, bir arazi sıkıntısın olmadığı halde yüksek katlı ve çirkin yapılaşmaya gidilmesi geliyor. 

Koca şehirde ‘Geleneksel Kayseri evi’ diye bir tane ev bulamazsınız, neyse ki taş kesme eski devlet binaları henüz yerinde duruyor, bu tarihi binlerce yıllık şehrin dün kurulmadığını, mazide köklerinin olduğunu gösteriyor. (Kayseri, biliyorsunuz ‘Kayser’in, yani ‘Sezar’ın Şehri anlamına geliyor; Sezar, Roma İmparatoru Sezar.)

Şikayetlerimi yazdım, bari sevdiklerimi de yazayım: 

Kayseri yağlaması yemeden ölmeyin

Kayseri’yi çok sevme nedenlerimin başında Kayserililer geliyor; iddia ediyorum, Türkiye’nin belki en dost canlısı ve sıcak kanlı insanları Kayseri’de yaşıyor ve Kayseri’den çıkıyor olabilir. 

Sonra tabii bir de Kayseri mutfağı var. Çoğu insan için Kayseri sucuk-pastırma-mantı diyarıdır; mantının hepimizin gönlünde özel bir yeri var elbette ama Kayseri benim için ‘Kayseri yağlaması’dır en önce. Eğer bu muhteşem lezzetin henüz tadına bakmadıysanız, yemeden ölmeyin. 

Şunu da söyleyeyim: Et konusunda Türkiye’de çok sayıda iddialı il ve ilçe var ama ben Kayseri’de yediğim kadar lezzetli et az yedim, et pişirmeyi Kayserililer kadar iyi beceren olmadığına da artık tamamen kanaat getirdim.

AGÜ, henüz emekleme çağında ama dev adımlarla yürüyor

Neyse, ben günüme geri döneyim. Uçaktan indikten sonra Abdullah Gül Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cengiz Yılmaz’la birlikte kampüse gittim. Kampüs izlenimlerimi ayrıca yazacağım, Prof. Yılmaz yolda bana AGÜ’nün vizyonunu ve neden çok öğrencili dev bir üniversiteye dönüşmeyeceğini anlattı.

Bu yıl henüz altıncı kez mezun veren, bebeklik veya emekleme çağında bir üniversite AGÜ ama şimdiden uluslararası sıralamalarda ön sıralarda kendini gösteriyor; çalışan akademisyen başına araştırma sıralamalarında en önde, öğrenci memnuniyeti çok yüksek.

Ben zamanında, daha kuruluş aşamalarında Anadolu Üniversitesi’nde 8 yıl kadar ders verdim, İstanbul ve Ankara dışında her yerin ‘taşra’ kabul edildiği ülkemizde bu şehirlere üstün nitelikli akademisyen çekmenin de, üstün nitelikli öğrenci çekmenin de ne kadar zor olduğuna bire bir tanıklık ettim. Bundan 30 yıl önce Anadolu Üniversitesi’nin yaşadıklarını bugün AGÜ yaşıyor, ama neyse ki daha hızlı yaşıyor.

Kampüs, tabii yaz olduğu için tenhaydı ama yine de gördüğüm öğrenci çeşitliliği, cıvıl cıvıllığı ve öğrencilerin dış görünüşleri bana hiç de taşrada olmadığımı bir kez daha hatırlattı.

İki hafta önce Abdullah Gül davet ederken, ‘Oğlum Harvard’dan mezun olurken mezuniyet töreni çok hoşuma gitmişti, bakın Anadolu’nun ortasında da benzer bir tören yapacağız, gelir misiniz?’ diye sormuştu.

AGÜ’nün şık şıkıdım genç kadınları

Benim için günün iki en güzel anından birincisi, eski mezunlarla yapılan toplantıda onları dinlemek oldu. AGÜ ilk 5 yılında sadece 532 mezun vermiş, ama bu yıl bu sayının neredeyse yarısı kadar daha mezun verdi. Eski mezunlar okullarını öve öve bitiremedi. Zaten istatistiğe göre yüzde 97’si halen istihdam ediliyordu; bunların yüzde 37’si daha okul bitmeden bir işe alınmıştı. Hepsi, okuldaki İngilizce eğitimin en başta ağır geldiğini ama edindikleri en büyük kazanımların başında İngilizce’nin geldiğini söylediler.

Ve elbette günün doruğu mezuniyet töreni ve kep atma anıydı. AGÜ’nün akademik kadrosunda kadın oranı az ama mezuniyet töreninde 7 kişi de doktoralarını ve diplomalarını aldı, onların 5’i kadındı. Demek kadın akademisyenler geliyor. Öğrencilerin belki yarıdan fazlası genç kadınlardı; onların içindeki çeşitlilik ve hepsinin gözünden okunan sevinç sahiden görülmeye değerdi. Okul ve bölüm birincilerinin de yarıdan fazlası kadındı. Genç kadınlar, mezuniyet gününe belli ki özel önem vermişler, saçlarını yaptırmış, ayaklarına gayet şık topuklu ayakkabılar giymişti. Ben o yaşta dış görünüşüme hiç özen göstermeyen biriydim, o yüzden özen gösterenleri biraz gıptayla izliyorum bugün.

Kep atma anı çok sevinçli, gerçekten mutluluğun bulaşıcı olduğu bir andı, etkilenmemek elde değildi.

‘Ankara’nın Doğusunda’ ve ‘Anadolu’nun bağrında’ evrensel olanın, sadece kendisi ve ülkesi için değil dünya için de iyi olanın peşinde koşmanın sözünü veren gençler gördüm Kayseri’de.

Bugün, gelecek konusunda biraz daha iyimser olabilirim.

Bilgi’nin Santral İstanbul’undan daha güzel bir kampüs

Bilgi’nin Santral İstanbul’undan daha güzel bir kampüs

İstanbul Bilgi Üniversitesi, Türkiye’nin ilk vakıf üniversitelerinden biri. Uzun süre kampüsü olmadı, Kuştepe’de gecekonduların arasında ve Dolapdere’de hizmet verdi. Neden sonra hükümet onlara Haliç kıyısındaki eski havagazından elektrik üreten santralı ve arsasını tahsis etti, oraya muhteşem güzel bir kampüs yaptı Bilgi.

Eski santral binasının yanına bir de müze binası inşa edildi. Mimarı Emre Arolat’tı ve ben binaları çok beğenmiştim. Arolat’ın mimarisi kadar benim için önemli olan, bu eski endüstri binasının yeniden fonksiyon kazanması, yaşatılmasıydı.

Kayseri’de Abdullah Gül Üniversitesi, şehrin ‘Sümer’ mahallesinde. Mahalle adını 1935’te Sovyetler Birliği ile yapılan anlaşma sayesinde buraya inşa edilen Türkiye’nin ilk dev sanayi tesislerinden biri olan bez fabrikasından, o fabrikayı onyıllarca işleten Sümerbank’tan alıyor.

AGÜ kampüsü, işte bu Atatürk’ün de açılışına gelip gezdiği müthiş fabrika binaları ve onun bahçelerinden oluşuyor.

Üniversite, henüz yeterince parası olmadığı ve restorasyon işleri de uzun ve meşakkatli olduğu için fabrikanın bütün binalarını devreye alamamış ama önemli bölümü çok ciddi bir restorasyondan geçmiş, bir zamanlar Sovyet mimar ve mühendislerin yaptığı bu yapılar yeniden ayağa kalkmış, artık bilimin ve eğitimin hizmetinde.

Kampüsün içinde rektörlük dahil idari birimleri ve eğitim birimlerini de barındıran bir tane yeni binası var. Onun mimarı da Emre Arolat. Gerçekten muhteşem bir çelik yapı ortaya çıkarmış Emre Arolat, yüksek değil yatay, etraftaki endüstri yapılarıyla uyum içinde, uzunlamasına bir bina.

Türkiye, maalesef bu eski endüstriyel yapılarını korumak konusunda çok özensiz. İstanbul’da sanayi bir zamanlar Haliç kıyısındaydı, en önemlisi tersaneler oradaydı. Bir bakın geriye hangi bina kaldı, kaç bina kaldı? Bakırköy-Zeytinburnu arasındaki Sümerbank’ı yok edip yerine apartman dikmedik mi?

Türkiye bu mimari mirasını har vurup harman savuruyor; uzaylılar gelip baksa, Türkiye’nin çöle yeni inşa edilmiş bir ülke olduğunu düşünebilir; bizi geçmişimize bağlayan o kadar az kalıcı iz var ki… Korku içinde yıkılan Antakya’nın yerine ne yapılacağını bekliyorum. Diyarbakır’ın Sur ilçesinde yıkılanların yerine yapılanlara bakınca ümitlenmek imkansız. (Yeri değil ama söyleyeyim: Türkiye’de bir zamanlar binbir çeşitlilikte olan Anadolu Türk köy mimarisinden geriye sadece bir avuç köy evi kaldı, en çarpıcı köy evi katliamı Doğu Karadeniz’de yapıldı, ama artık ne Sivas’ta, ne Konya’da ne Aydın’da eski bir Türk köyü bulamazsınız.)

Bütün bu dediklerime karşılık AGÜ kampüsü bir çeşit estetik vahası gibi.

Düşünenleri, yapanları kutlamak gerek.

Abdullah Gül’ün değil Türkiye’nin demokrasi müzesi

Abdullah Gül’ün değil Türkiye’nin demokrasi müzesi

Bugün AGÜ kampüsü olan eski Sümerbank bez fabrikası 1935’te yapıldığında, bu fabrikayı işletecek elektrik Kayseri’de yoktu. O yüzden fabrikanın içine bir de mini termik santral inşa edilmiş zamanında. Fabrika bu santralın elektriğiyle çalışmış.

Şimdi o santral binaları, Cumhurbaşkanlığı tarafından Abdullah Gül Müzesi ve kütüphane olarak restore edilmiş. Mimari restorasyon sahiden çok müthiş olmuş, anladığım İngiltere’den gelen mimarlar yapmış restorasyonu.

Restorasyon kadar önemlisi, müzenin kendisi. İtiraf edeyim, Abdullah Gül dün bana müzeyi görmemi söylediğinde bu bana bir çeşit angarya gibi geldi, onun bütün siyasi tarihine zaten bire bir tanık olmuştum, bir de gidip fotoğraflarını vs mi görecektim?

Ama gittim müzeye ve yine itiraf ediyorum, çok etkilendim. Müzenin küratörlüğünü Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman yapmış ve müzeyi de aslında bir ‘Abdullah Gül Müzesi’ olmaktan çok bir Türkiye demokrasi tarihi müzesi olarak tasarlamış. Evet, elbette müzede Abdullah Gül’e verilen hediyelerden nişanlara kadar pek çok çok var, ama müzenin merkezi bu değil. Müze, Abdullah Gül’ün doğumundan çok öncesinden başlıyor anlatmaya, onun Cumhurbaşkanlığı’nın sona ermesinden 2 yıl sonra yaşanan 15 Temmuz darbe girişimine kadar da devam ediyor.

Kütüphane nesli geliyor, küçümsemeyin

Kütüphane nesli geliyor, küçümsemeyin

İstanbul’da eski Rami Kışlası biliyorsunuz muhteşem bir kütüphaneye çevrildi ve hizmete girdi.

Geçen hafta bir akademisyen arkadaşımın yolu oraya düşmüş, ‘İçerideki kalabalığı görsen çok şaşırırdın’ dedi bana, kendisi çok şaşırmıştı, o yüzden bana söylüyordu.

Kayseri’de Abdullah Gül Demokrasi müzesinin bitişiğinde bir bina da kütüphane olarak yapılmış ama bu kütüphane üniversitenin değil; üniversitenin içinde kendi öğrencileri için ayrıca bir kütüphanesi var zaten. Bu kütüphane şehirden insanlara açık bir yer. Ve burasını da çok kalabalık görünce İstanbul’daki akademisyen arkadaşımın söyledikleri aklıma geldi.

Ben Amerika’da, en çok da New York’ta halk kütüphanelerinin günün her saati çok kalabalık olmasına çok özenirdim. Şimdi bizim az sayıdaki kütüphanemizde de benzer bir durum varmış.

Peki neden? Tek neden özellikle gençlerin daha çok kitap okuması değil. Bir de gençler, ders çalışmak için ev dışı mekanları daha çok tercih ediyor artık. Bir son unsuru da söylediler: Nasıl çok sayıda insan kafelerde vs önünde bilgisayar free-lance işler yapıyorsa, aynı şekilde pek çok kişi de bunun için kütüphaneleri ve bir dönem Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın bir heves açtığı ‘Millet Kıraathaneleri’ni tercih ediyormuş.

Buralar gürültüsüz, sakin, gün boyu internet bağlantısı sunuyor, çay kahve var… Bir çeşit ‘paylaşılan ofis’ yani.

Yaylaya yazlık ev yapmak

Yaylaya yazlık ev yapmak

Bu fikir bir süredir kafamda var: Yaz tatilini deniz kenarında değil, aksine serin bir yaylada geçirmek…

Çoğu uzmana göre yaz tatili ile denize girmeyi bağdaştıran ve neredeyse aynı şey yapan akım 1960’larda, ClubMed’lerin icadıyla başladı. Ondan önce böyle bir kitle turizmi yoktu, sıcak yerlerdekiler denize gidiyordu ama ne bileyim Kuzey Avrupalılar veya İngilizler akın akın İspanya’ya, Yunanistan’a, Türkiye’ye akmıyordu.

İstanbul’da doğdum büyüdüm, 70’li yıllarda ‘Güney’e gitmek’ diye bir şey kimsenin aklına gelmezdi. En fazla Kumburgaz’a veya Silivriye gidilirdi işte.

Türkiye’de de 80’lerin başında Marmara denizine artık girilemez olunca önce İstanbullular, ardından da ülkenin geri kalanı Ege kıyılarına aktı. Bizimki sadece turizm değildi, kooperatif furyasıyla yüzbinlerce tatil evi yapıldı. Her yaz milyonlarca insan okullar kapanır kapanmaz bu kutu kutu çirkin kooperatif evlerine koşarak gidiyor.

Ama sıcaklar malum. Hava 45 derece olunca istediğiniz kadar denizin kıyısında olun, günler ve geceler cehennem gibi geçiyor. O hayatı sürdürmek için klimalar alınıyor, elektrik faturaları umursanmıyor vs vs…

Ben de o yüzden, yaz geceleri bile yorgansız uyunmayan, hatta geceleri soba yakmak zorunda kalınan yaylaları düşünmeye başladım.

Acaba Erciyes iyi bir alternatif olabilir mi? İstabul’a mesafesi uçakla Bodrum kadar. En kısa zamanda arazi fiyatı araştırmasına başlayacağım.