29-08-2023
İsmet Berkan

Türkiye’nin vahim eğitim çıkmazı: Bütün eşitsizliklerin anası

Türkiye’nin vahim eğitim çıkmazı: Bütün eşitsizliklerin anası

Geçen gün bir haber vardı, Türkiye’nin seçkin özel öğretim kurumlarından biri olan İstanbul’daki Alman Lisesi’nden bu yıl mezun olanların 2’si hariç tamamı üniversite eğitimi için yurt dışını tercih etmişti. Çoğunluk (100 öğrenci) Almanya’daki üniversitelere gidecekti.

Bu vahim durum, ta Amerika’dan Prof. Dr. Daron Acemoğlu’nun bile dikkatini çekmişti.

Gerçekten de çekmeyecek gibi değil. Durum ayrıca sadece Alman Lisesi’ne özgü de değil. Neredeyse bütün özel okullarda ve Fransızca ve Almanca dilde eğitim yapan üst düzey devlet liselerinde de benzer oranlar var.

Bunun iki temel sebebi var bana göre: Türkiye’de üniversite eğitiminin giderek düşen kalitesi ve Avrupa’da üniversitenin hem daha kaliteli, hem de ücretsiz veya çok ucuz olması.

Bu bizim kalitesiz ve en önemlisi kalitesinde eşitsiz eğitim sistemimizin yarattığı son anormallik.

Yıllardır bunu yazıyorum: Türkiye’deki bütün eşitsizliklerin başladığı ve yaratıldığı yer, ilkokuldan başlayarak okullarımız.

Bakın yakında okullar açılacak, bu yıl da 800 binden fazla çocuğumuz ilkokula başlayacak ve 12 yıl boyunca milli eğitim sisteminde yaşayacak. Ben size şimdiden bu çocukların bütün hayatlarını söyleyebilirim: İçlerinden 80-100 bin kadarı Türkiye ortalamasının hayli üzerinde, gelişmiş Batı ülkelerindeki akranlarının ortalamasına üç aşağı beş yukarı benzer bir eğitim almış olacaklar. İçlerinden 100-150 bin kadarı Türkiye için iyi denebilecek bir seviyede eğitim alacak. Geri kalan yaklaşık 550-620 bin çocuk ise ne Türkiye için ne dünya için ‘iyi’ kabul edilebilecek bir seviyede liseden çıkacak.

Bu çocukların ilk 80-100 bini az sonra rakamlarını vereceğim, toplumun zaten zengin ve üst orta sınıflarından gelen çocuklar. En alttaki 550-620 bin çocuk ise toplumun en fakirlerinin çocukları.

Yani bizim eğitim sistemimiz zenginliği kuşaktan kuşağa taşıdığı gibi fakirliği de kuşaktan kuşağa taşıyor. Hani, Cumhuriyet eğitim sisteminin köyden çıkan Süleyman Demirel’i, öğretmen çocuğu Turgut Özal’ı veya gecekonduda büyüyen Tayyip Erdoğan’ı ülkenin tepesine taşıdığı öyküsü vardı ya, işte o günler çoktan geride kaldı artık.

Neden o günler geride kaldı? Sorunun cevabı çok uzun ama bütün mesele eğitimdeki eşitsizlikten kaynaklanıyor; aynı sınıfta bir çocuk bir sınavdan 100 diğeri 20 alıyorsa ve bu durum normal karşılanıyorsa, eşitsizlik başlıyor zaten ve tepeye doğru katlana katlana, üst üste bine bine gidiyor.

Devletin eşitlikçi ve her başarılı çocuğa hayatta fırsat eşitliği yaratan, dolayısıyla sosyo ekonomik anlamda dikey mobilizasyonun önünü açan eğitim sistemi çökünce, çocukları kendilerinden daha iyi bir hayat yaşasın isteyen anne babalar ciddi bir sorunla karşı karşıya kaldılar.

Bakın bu grafiği Prof. Dr. Ufuk Akçiğit ve arkadaşlarının Türkiye Bilişim Vakfı için hazıladığı ve 8 Nisan 2023’te açıklanan ‘Türkiye Akademik Diaspora Raporu: Beyin Göçünden Beyin Gücüne’ adlı rapordan alıyorum. OECD ülkelerinde devletin ilk, orta ve lise eğitimi için ayırdığı kamu kaynağının milli gelire oranı gösteriliyor grafikte. Türkiye, büyük çabalarla sonunda milli gelirinin yüzde 2,5’inden fazlasını eğitime ayırmaya başladı ama hala OECD ülkeleri arasında son sıralarda. Nüfusu 5,5 milyon kişi olan Norveç, 500 milyar doları bulan milli gelirinin yüzde 4,5’inden fazlasını eğitime harcıyor. (85 milyonluk Türkiye’nin milli geliri Norveç’in iki katından az. Neden acaba?)

Hadi, biz yeterince zengin bir ülke değiliz ve ancak bu kadar kaynağı eğitime ayırabiliyoruz diyelim. Ama durum bu değil.

Bakın bu grafikte de, çocuğu ilkokul, ortaokul veya lisede olan ailelerin kendi keselerinden çocuklarının eğitimi için yaptıkları harcamaların ülke milli gelirine oranı var. Türkiye’de aileler, milli gelirin yüzde 1’ine yaklaşan bir oranda parayı çocuklarının eğitimi için harcıyorlar. Bu bakımdan OECD’de aileleri eğitime en çok para harcayan ülkeler içinde üçüncü sırada Türkiye. Ailelerin en az para harcadığı ülkelerin İsviçre ve Norveç olması da tesadüf değil.

Bu ikinci grafik, Prof. Dr. Ufuk Akçiğit ve arkadaşlarına toplumda zaten var olan gelir eşitsizliğinin çocukların geleceğini etkileme ihtimalini arttırdığını anlatmış.

Çocuğunu iyi bir özel okula gönderebilen, üniversite kursuna gönderebilen aileler ile gönderemeyenler bir olamıyor ve onlar arasındaki fark bir kuşaktan diğerine taşınarak büyümeye devam ediyor.

Prof. Dr. Ufuk Akçiğit ve arkadaşlarının Türkiye Bilişim Vakfı için hazırladığı rapor sadece bundan söz etmiyor; hatta bu konu raporun ana konusu bile değil. Gelin bir de raporun ana konularına bakalım.

Türkiye neden fakir? Zengin olmak için ne yapması lazım? Cevap çok net: Bilimsel makalen ve patent sayın kadar zenginsin

Türkiye neden fakir? Zengin olmak için ne yapması lazım? Cevap çok net: Bilimsel makalen ve patent sayın kadar zenginsin

Hepimiz biliyoruz, 2. Dünya Savaşından beri aslında ama özellikle 1970’lerin sonlarından itibaren kapitalizm şekil değiştirmeye başladı, sanayi devriminin yerini giderek ‘bilgi çağı devrimi’ almaya başladı.

Artık matematik, fizik, kimya, biyoloji gibi temel bilimlerin ekonomi üzerindeki etkisi çok ama çok daha büyük, giderek de daha fazla büyüyor. Kuantum mekaniği sayesinde ortaya çıkan yarı iletkenler ve onların etrafında kurulu haberleşme ve bilgisayar sistemlerinin yarattığı ekonomi bugün dünya ekonomisinin yarısına yakınını oluşturuyor. Bunun üzerine temel bilimlerin diğer alanlarının yarattığı muazzam ekonomiyi de eklediğinizde dünya ekonomisinin yüzde 70’ten fazlasına ulaşıyorsunuz.

Sanayi ötesi toplum veya ‘bilgi çağı devrimi’ çağında yaşıyoruz ve aslında ülkeler arasındaki rekabet en temelde, bilimsel çıktı konusunda yaşanıyor.

Bakın, Ufuk Akçiğit ve arkadaşlarının Türkiye Bilim Vakfı için hazırladığı rapordan bu yazı için aldığım ilk grafikte, ülkelerde kişi başına düşen bilimsel makale sayısıyla kişi başına milli gelir arasındaki ilişki anlatılıyor. (Makale sayıları 1000 kişi başına düşen rakamların logaritmik sıralaması, o yüzden eksi rakamlara şaşırmayın.)

Bilimsel çıktısı (kişi başına makale sayısı) en fazla olan ülkelerden biri İsviçre, onların kişi başına geliri, ülkelerin bilimsel çıktısıyla milli geliri arasındaki ilişkiyi başka söze gerek kalmadan anlatıyor.

İkinci grafikte ise ülkelerin kişi başına düşen patent sayısı ile kişi başına gelir arasındaki ilişki var. Çok da tuhaf değil aslında, patent grafiği ile az önceki makale grafiği birbirine çok benziyor.

Şunu söylemek mümkün: Ülkende yapılan bilimsel yayın sayısı kadar ve sahip olduğun patent sayısı kadar zenginsin, daha fazla değil.

Türkiye’nin neden fakir olduğunu ve ileride zengin olmak istiyorsa ne yapması gerektiğini bundan daha iyi anlatan bir grafik anlatım olamaz herhalde.

Peki ama Türkiye’nin bilimsel üretimi neden bu kadar düşük? Bakın bu grafikte üst kısımda Türkiye’de kişi başına düşen bilimsel yayın sayısının OECD ülkeleriyle kıyaslaması var. Türkiye kolayca tahmin edilebileceği gibi son sıralarda.

Ama aynı grafiğin alt kısmında kamu bütçesinden yüksek öğretime aktarılan paranın milli gelire oranı var. O rakama bakınca Türkiye’nin üniversitesine çok ciddi bir kaynağı ayırdığı görülüyor. Bizden fazla para harcayan pek az ülke var.

Burada büyük bir yanlışlık ve verimsizlik var. Bir yandan toplum ciddi bir fedakarlıkla üniversitesine Kanada, Hollanda, Fransa ve Almanya gibi bizden çok daha zengin ülkelerden daha fazla kaynak aktarıyor ama biz o üniversiteden umduğumuz, istediğiniz bilimsel çıktıyı alamıyoruz.

Acaba neden? Prof. Dr. Akçiğit ve arkadaşlarına göre bu verimsizliğin bir sebebi, 2006’dan sonra kurulan üniversiteler. Raporda, ‘Elbette araştırmaya ayrılan kaynaklar, çalışma ortamının fiziki altyapısı, ücretler, çalışma arkadaşlarının sayısı ve niteliği bir araştırmacının akademik verimliliğini doğrudan etkilemektedir. 2006 senesinden sonra kurulan üniversitelerin ortalama olarak küçük üniversiteler olmaları, fiziki altyapılarının yetersizliği, kaynaklara erişimlerinin sınırlı olması ve daha dar akademik kadrolardan oluşmaları, düşük akademik verimliliğe sahip olmalarının sebeplerinden bazılarıdır’ deniyor.

Rapordan aktarıyorum:

‘Dar bir bakış ile ülkedeki doktora mezunu araştırmacıların sayısını artırmanın akademik araştırma çıktısını geliştireceği düşünülebilir. Ancak bu politika tek başına yeterli bir çözüm değildir. Ekonomik gelişme için, daha önce de bahsettiğimiz gibi, uygulamalı bilimi besleyecek ve teknolojik gelişmeye katkı sağlayacak bilimleri geliştirmek esastır. Bunun temel yolu ise, bu alanlarda daha fazla nitelikli araştırmacı yetiştirmektir. 

 

Yüksek eğitim seviyesi ve makale üretiminin arasındaki ilişkiye ek olarak, eğitim seviyesi ile mucitlik arasında da güçlü bir ilişki olduğunu daha önce göstermiştik. Doktora mezunu olmanın diğer eğitim seviyelerine kıyasla mucitlik ihtimalini ciddi bir şekilde artırdığı ortaya konmuştu. Patentleri üreten bu mucitlerin çoğunluğunun doktora mezunlarından geldiğini düşününce, Türkiye’nin düşük doktora mezun oranına sahip olması, bir kez daha Türkiye’nin bilime ve yeniliğe dayalı büyümesinin önünde bir engel olarak çıkmaktadır.’

Bakın yüksek lisans ve doktora sahibi olanların OECD ülkelerine göre nüfusa oranlarını gösteren grafik de bu.

Yabancılar Türk Hazinesine borç verir mi?

Yabancılar Türk Hazinesine borç verir mi?

Mehmet Şimşek göreve geldiği günden bu yana yurt dışından para bulmaya uğraşıyor. Çünkü Türkiye’nin döviz sıkıntısı herkesin malumu.

Peki nasıl bir para bulmaya çalışıyor? Elbette en çok tercih edilecek para çeşidi, yabancı sermayenin doğrudan gelip fabrika kurması, mevcut şirketleri satın alması, yani Türkiye’ye kalıcı biçimde yerleşmesi. Ama henüz buna yeterince istekli yabancı yok. Bir ihtimal Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri bu türden yatırıma gelecek ama henüz bir hareket yok.

İkinci tercih, Hazine’ye uygun fiyatla borç verecek yabancı fonlar. Hazine dolar veya Euro cinsinden borçlanmaya gittiğinde, en son dolara yüzde 9’un üzerinde faiz vermek zorunda kalmıştı. Bu çok yüksek bir faiz.

Şimdi tabii Türkiye’nin borçlarını geri ödeyememe riskini ölçen CDS puanı düştü ama hala yeterince düşmedi. Dolayısıyla dış borçlanmanın ne kadar ucuzladığını bilmiyoruz. Ama yine de bu faiz yüksek olacaktır.

Üçüncü tercih, yabancıların dolarlarını veya eurolarını bozdurup TL ile Türkiye’de Türk Hazinesine borç vermesi, yani devlet iç borçlanma senedi alması.

Hazine kağıtları için piyasadaki gösterge faiz yüzde 21,56’ya kadar yükseldi ama bu hala çok düşük ve negatif bir faiz aslında. İç borçlanmada Hazine faizleri Merkez Bankası’nın geçmiş dönemde aldığı ‘makro ihtiyati tedbirler’ nedeniyle piyasa gereklerinin çok altında. Merkez Bankası bu tedbirleri ‘sadeleştireceğini’ açıkladı ama hala bankalarımızı düşük faizli devlet kağıdı almaya zorlayan ve piyasayı bozan düzen devam ediyor. Yabancılar illa negatif faize mecbur kalacaklarsa neden Türkiye’ye gelsinler, çok daha garantili ve çok daha düşük negatif faizli Almanya bonoları var, Fransa, İtalya bonoları var, Amerikan Hazine kağıtları var.

Bir başka üçüncü tercih yabancıların borsaya girmesi. Evet oraya giren bir yabancı sermaye var ama bu sermaye Türkiye’nin dişinin kovuğuna yetmiyor. Ayrıca çok kırılgan bir sermaye bu, en ufak istikrarsızlık ve risk belirtisinde hemen çıkmak istiyor.

Türkiye’nin güncel sıkıntısı bu. İşte bu yüzdem IMF’den mahçupça kredibilite devşirilmeye çalışılıyor.

Türkiye’nin elektrikli otomobil pazarı

Türkiye’nin elektrikli otomobil pazarı

Yurt dışına gittiğinizde, hele hele Amerika’nın Batı kıyılarına gittiğinizde anlıyorsunuz: İçten yanmalı motorlu otomobil ölmüş ve cenazesinin kalkacağı günü bekliyor. Elektrikli araçlar yolları doldurmuş durumda, sayıları da giderek artıyor.

Bu gelişmeyi son 8-10 yıldır dikkatle izleyenlerdenim. Türkiye, maalesef Togg girişimine başlamakta da, sonra da bu girişimi bir üretime dönüştürmekte de geç kaldı, hala daha geç kalmaya devam ediyor, Togg’un üretimi yetersiz.

Bu şartlarda ülkemizde bu yıl en çok satan ve pazar lideri olan elektrikli araç markası ne biliyor musunuz? Tesla şimdiden bütün rakiplerini geride bıraktı bile. Eskiden İstanbul’un sadece zengin semtlerinde tek tük Tesla araca rastlardım, şimdi her yerde karşıma Y Model Tesla’lar çıkıyor.

Ama daha fazlası hiç tanımadığımız, bilmediğimiz bazı Çin markalarından geliyor. Şimdiden yollarda görüyorum, yakında çok daha fazla olup Tesla’yı da geçecekler. Uygun fiyatlarıyla Çin otomobilleri pazarda ciddi bir yer kapacak.

Buna karşılık şu ana kadar sadece 1 kez trafikte Togg’a rastladım. Umarım Togg bir an önce üretimini arttırır, onu bekleyen ve para yatıran müşterilerini daha fazla hayal kırıklığına uğratmaz.