25-09-2023
İsmet Berkan

Yıldız Holding, 7 milyar dolarlık borcunu nasıl ödedi ve buradan daha da büyüyerek çıktı?

Yıldız Holding, 7 milyar dolarlık borcunu nasıl ödedi ve buradan daha da büyüyerek çıktı?

Cuma sabahı alışık olmadığım bir davet aldım. Yıldız Holding onursal başkanı Murat Ülker, beni ve 10Haber yazarı Barış Soydan’ı holding merkezinde bekliyordu, bize anlatacakları vardı.

Bu, benim için alışılmadık bir durumdu, çünkü ekonomiyle, hele hele şirketlerin durumunu anlatan mikro ekonomiyle ilgim son derece sınırlıydı, aynı şekilde bilgim de sınırlı elbette.

Ama Murat Ülker ve ekibiyle sohbete başladıktan sonra anladım; meselenin kökü 2018 yılına ve benim o zaman yazdığım birkaç yazıya dayanıyordu. Aslında Barış Soydan için de durum aynıydı.

2018 yılında Türkiye büyük bir döviz şoku yaşadığında bazı dev sektörler ve bazı dev şirketler ciddi bir zorluğa girdi. Örneğin enerji sektörü bankalara 70 milyar doları bulan borçla yakalandı kur krizine. İnşaat sektörünün borcu 60 milyar doları aşıyordu.

Mesele şuydu: 2018 yılına kadar şirketlerimiz TL yerine döviz cinsi kredi almayı tercih ediyordu. Çünkü gerek dolar gerekse euro cinsi kredilerde faiz sıfıra yakındı, döviz kurları ise belli bir istikrarla hareket ediyordu; kimse kur riskini çok fazla önemsemiyordu. TL cinsi krediler şirketlere daha maliyetli geliyordu, o yüzden bankalar yurt dışından buldukları muazzam kaynakları Türk şirketlerine döviz olarak veriyordu.

Oysa bu durum ‘normal’ değildi, ‘sürdürülebilir’ hiç değildi. Türk özel sektörünün muazzam borcu ve Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın rezervlerinin yetersizliğine ABD’de Merkez Bankası’nın faiz arttırma hazırlığı eklendiğinde müthiş bir kırılganlık ortaya çıkmıştı bile.

Bu kırılganlığın üzerine Tayyip Erdoğan’ın Merkez Bankası faizine müdahale edeceğini açıklaması eklenip yabancı borç verenleri ürkütmesi eklendi, kurlar yukarı doğru gitmeye başladı. Derken Brunson Krizi nedeniyle ABD Başkanı Donald Trump’ın o sırada attığı bazı Tweet’ler döviz kurlarında ‘mükemmel fırtına’ etkisi yarattı, kur aşırı sıçradı. Bunun sonucunda Türkiye’de dev sektörler ve şirketler birden kendilerini neredeyse batmanın eşiğinde buldular; geliri TL cinsinden olanların borçları katlanmıştı.

Bu ortamda, gelirlerinin yarıya yakını döviz cinsinden olan, gerek Godiva ve gerekse United Biscuits şirket alımlarıyla ve Ülker’in dünyaya yayılmış üretim ağıyla küresel bir oyuncuya dönüşmüş olan Yıldız Holding’in bankalara dönüp borç yeniden yapılandırması istemesi herkes için şaşırtıcı olmuştu. Yeniden yapılandırılacak olan borç dehşet verici boyuttaydı, 7 milyar dolar!

Bugün burada 10Haber’in içinde okuduğunuz bu ‘Gündem’ adlı köşe o zamanlar sadece abonelerine ulaştırılan kapalı bir haber-analiz bülteniydi, orada Yıldız Holding’in bu duruma düşmesinin şaşırtıcılığı hakkında yazılar yazmıştım.

Cuma sabahı Murat Ülker, ‘O 7 milyar dolar borç vardı ya’ diye söze başladı, ‘Bugün 1 milyara düştü, yarıdan fazlası da TL cinsinden…’

Aradan sadece 5 yıl geçmişti. Bütün Türk özel sektörü gibi Yıldız Holding de bu 5 yılı borç azaltmakla geçirmişti. Genel rakamlara baktığımızda Türk şirketlerinin son 5 yılda döviz cinsi borçlarını çok ciddi miktarda azalttığını görüyoruz zaten; Türkiye’nin ve Türk şirketlerinin krize karşı dayanıklılığı (‘resilience’ deniyor buna) ve kriz tecrübesi gerçekten çok büyük.

Yalnız Yıldız Holding’de durum bunun da ötesinde. Çünkü holding, 2018 sonunda bu borç krizine önlem ararken hem önlem hem de ileri adım yerine geçecek bazı yöntemler geliştirmiş. Bir yandan ‘odaklanma’ dedikleri, belli sektörlere odaklandıkları bir stratejiye geçip o sektörler dışında kalan alanlardaki varlıklarını satmışlar, bir yandan da odaklandıkları alanlarda büyümeye çalışmışlar.

Murat Ülker, ’30’dan fazla fabrika ve şirketimizi sattık, buna rağmen küçülmedik, büyüdük’ diyor ve ekliyor: ‘Sattığımız şirket ve fabrikalar da halen yeni sahipleriyle çalışıyor, faal olmaya devam ediyor.’

Bugün 1 milyar dolara düşmüş olan borcu ‘ödenmiş’ kabul etmek gerekiyor, çünkü bu borcun holdingin faiz, amortisman ve vergi öncesi karına (FAVÖK) oranı yüzde 2,5 civarında. Bu da uluslararası standartta gayet makul bir borçluluk oranı.

Yıldız Holding, bir yandan borç öderken, bir yandan varlık satışı yoluyla küçülürken bir yandan da muazzam bir oranda nasıl büyüdü?

Murat Ülker’le toplantımızda Şok marketlerin CEO’su Uğur Demirel de vardı. Anlattıkları o kadar çarpıcıydı ki, aslında bu market zincirinin hikayesi başlı başına yönetim bilimi derslerine konu olacak kadar ilginç. Şok, Yıldız Holding tarafından biraz da mecburen halka açıldığında şirket 1,4 milyar doları bulan bir TL değer üzerinden satılmıştı. Bugün baktığınızda aradan geçen 5 yılda doların değeri 6,5 kat artmış ve şirket değeri de (yaklaşık 36 milyar lira) hemen hemen aynı yerde. Böyle vahim bir dönemde bu bile tek başına bir başarı. (Acaba borsada dolar olarak değerini korumaya devam eden kaç şirket var?)

Bütün bu dönemde Şok, ortalama olarak günde 4 yeni dükkan açarak büyümesini sürdürdü. Çok acayip rakamlar bunlar.

Ama sadece Şok değil. Ülker’den Godiva’ya ve McVitties’i üreten United Biscuits’e kadar bütün şirketlerde verimlilik, üretim ve karlılık artışları var. Aslında Yıldız Holding’e hem bu büyümesini hem de borç ödemesini sağlayan şey de burada gizli: Şirketin küresel oyuncu olmasında.

Şirket bu ülkedeki kur riskini başka ülkedeki kazancı ile sigorta ediyor. Ülker mesela bir yandan ihracat da yapıyor ama bundan daha önemlisi Ülker’in yurt dışında yaptığı üretimden elde ettiği kazanç.

Nitekim, Yıldız Holding’in bu 5 yıllık zorluklardan sadece yıkılmayarak değil daha da büyüyerek çıkış hikayesi daha şimdiden uluslararası akademik incelemelerin, vaka hikayelerinin arasına girmiş durumda.

Pazar sabahı Murat Ülker’den bir mesaj aldım. Onun yazdığı bir kitap (‘Leadership in a Time of Crisis – Simple explanations of complex topics’) dünyanın en saygın akademik kitap ve dergi yayınevlerinden biri, belki birincisi olan Peter Lang tarafından yayınlanmıştı. Tek başına bu bile, Yıldız Holding’in hikayesinin nasıl dünya çapında, artık tamamen başka bir ligde bir hikaye olduğunu gösteriyor sanırım.

LBGT üzerinden kültür savaşına devam

LBGT üzerinden kültür savaşına devam

İletişimin altın kurallarından biridir: Mümkünse mesajını pozitif olarak ver. Çünkü hiçbir negatif mesajın gücü, aslında pozitif mesaj kadar olamaz. Negatif mesajdan etki elde etmek için çok daha fazla emek ve para harcamak gerekir.

KaosGL İstanbul’da kurulu, yıllardır faaliyet gösteren bir sivil toplum örgütü. Aynı isimli bir de dergileri var. LBGT haklarını savunuyorlar.

Bu dernek bir reklam filmi çekmiş. Marmaray vagonunda lezbiyen oldukları ima edilen iki genç kız el ele tutuşmuş sevgiyle sohbet ediyorlar. Ortada ayakta duran bir adam da onlara yadırgayarak ve hatta nefretle gözlerini dikmiş bakıyor.

Kızlar tedirgin oluyor, ellerini çözüyor. Ama yandaki orta yaşlı hanım durumu fark edip kızlardan birinin elini tutuyor. Sonra diğer taraftaki de diğer kadının elini tutuyor. Birden herkes yanındakinin elini tutuyor, son olarak bir el de tutması için ortada ayakta duran adama uzanıyor. Reklam, ayrımcılığa ve nefrete karşı bir sloganla sona eriyor.

Bu reklam filmi bir iki gündür sosyal medyada dönüyor, insanlar birbirleriyle paylaşıyorlar vs.

Dün itibarıyla ortaya çıktı ki bir kısım muhafazakarlar bu reklamdan alınmış. Verecek pozitif mesajları da yok, ne diyecekler ‘Ayrımcılığa ve nefrete devam ediyoruz’ mu? En fazla söyleyecekleri, ‘Trende el ele tutuşan iki kadın aile yapımıza tehdit’ cümlesi.

Bunları diyemedikleri için ‘Kim izin verdi bu reklamın çekilmesine’ diyorlar. Şimdi Ulaştırma Bakanlığı soruşturma açacak, ‘İzinsiz reklam çektiniz’ diyerek derneğe para cezası kesecek. Kim bilir başka neler olacak…

Ülkemizdeki kültür savaşı bir an bile ara vermeden devam ediyor, görüyorsunuz. Ve önümüzdeki yıllar boyunca da LBGT üzerinden bu savaşı yoğunlaşarak yaşamaya devam edeceğiz.

Bir Amerikalı turist İstanbul’da dayak yese…

Bir Amerikalı turist İstanbul’da dayak yese…

Bir an için hayal edin: 

Bir Amerikalı turist, İstanbul’da gittiği lokantada Danimarkalı göçmen garsonlarla tartışsa, işe polis karışsa, sokaktan geçen bir Türk de Amerikalı turistin polise direndiğini düşünüp onu bir yumrukta yere serse…

Amerikalı turist kaldırıldığı hastaneden kendi halini sosyal medyadan paylaşsa, bu paylaşım birden çok yayılsa ve Amerika’da Türklere karşı nefret söyleminin ve ‘Türkiye’ye gitmeyin’ çağrılarının konusu olsa…

Bu olaylar üzerine Türk basının önde gelen Batı yanlısı köşe yazarları oturup bir ortak video çekse ve Amerikalılara seslenip ‘Biz kardeşiz’ dese, ‘Buraya gelmeye devam edin’ mesajı verse…

Ne olurdu?

O gazetecilerin ne aşağılık kompleksiyle Batıya ve Amerika’ya yaranmaya çalışmaları kalırdı ne o gazetecilerin Amerika’dan nemalandıkları iddiası, ne başka bir şey…

Oysa bunun aynısını Türk basının bir dizi muhafazakar kalemi yaptı bile. Trabzon’da dayak yiyen Kuveytli turist olayı sonrası Arap sosyal medyasında başlayan Türkiye karşıtı nefret söylemine karşı bir video çektiler ve yayınladılar.

Hiçbir şey de olmadı.

‘Boş yapmayan’ voleybolcular

‘Boş yapmayan’ voleybolcular

Onlar Japonya’da sadece olimpiyata katılma vizesi almadılar. Turnuvayı yenilgi almadan, hatta çok az sayı ve set vererek tamamladılar.

Mucize gibi bir şey diyeceğim ama değil. Aksine bu ‘mucize’ yıllar süren düzenli çalışmayla, aktarılan büyük bir kaynakla ve tabii elbette kan ter ve gözyaşıyla elde edildi.

Kadın voleybol milli takımı, bu ülkenin tarihinde takım sporlarında elde edilmiş en büyük üç başarıyı ardı ardına bir yılda aldı. Şimdi önümüzdeki yıl olimpiyat şampiyonluğu için oynayacaklar, madalya için değil.

Elbette sporun doğasında yenmek de yenilmek de var ama bu takım şampiyonluğun bir numaralı adayı, çünkü olimpiyatta oynayacakları diğer 5 takımdan tamamını yendiler daha önce.

Daha da çarpıcısı bence bu: Elimizde olan bir ‘altın nesil’ değil, yani yaşları büyüyünce bu grupla aynı kalitede yeni oyuncularımız olmayacak değil. Aksine arkadan gelen çok güçlü yeni nesiller var ve Türkiye voleybolda sürdürülebilir bir başarıyı yakalayan ülke olmuş durumda.