28-09-2023
İsmet Berkan

Batıdan ve dünyadan ‘izole’ olacak mıyız, olmayacak mıyız?

Batıdan ve dünyadan ‘izole’ olacak mıyız, olmayacak mıyız?

Atatürk, Nutuk’ta açık açık yazar. 1924 yılı sonunda Hakkari dolaylarında başlayan Nasturi ayaklanmasını bastırmak için gönderilen ordu, o sırada İngiltere ile aramızda ciddi bir sorun olan Musul meselesini de çözmek için, yani Musul’u işgal etmek için planlar yapmıştır. Atatürk, ‘İngiltere ile savaşı göze almıştık’ der.

Ama o savaş olmaz; Musul da biliyorsunuz sonunda Irak toprağı olur. Bunun arka planında bir yandan İngiltere ile savaşa açık açık karşı çıkan Kazım Karabekir gibi muhaliflerin kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın içeride Atatürk’ün iktidarını tehdit etmesi; bir yanda ise Şubat 1925’te başlayan ve bir ara çok ciddi boyutlara ulaşan Şeyh Sait İsyanı, yani ilk ayrılıkçı Kürt ayaklanması vardır. 

Atatürk, tercihini içeride siyasi gücünü konsolide etmekten yana kullanır; Musul arka planda kalır, Kürt isyanı kanlı biçimde bastırılır, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılır, hepsi de Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen isimleri olan kurucuları İzmir Suikastı davasına dahil edilip idamla yargılanır.

Muhalefeti idamla yargılayıp yasaklamanın bedeli, 20’li ve 30’lu yıllar için bile ağır olur. Türkiye ‘Değerli yalnızlık’a mahkum olur; Atatürk Batı ile eşit temas için yıllarca yol arar.

DNA’ya yazıldı bir kere…

Bu, ‘Biz ne zaman içeride ve dışarıda tam egemenlik haklarımızı kullanmaya kalkışsak Batı bizim iç işlerimize müdahale eder’ anlayışı veya endişesi bizim devlet DNA’sına ve toplum DNA’sına yazılı hale gelir.

50’li yıllarda Demokrat Parti, ağır sanayi hamlesine girişmek ister ama ABD, ‘Siz tarım ülkesisiniz, öyle kalın’ deyip mali yardımı reddedince Adnan Menderes, Sovyetler Birliği ile ağır sanayi tesisleri kurulumu için görüşmelere başlar. İddia odur ki, 27 Mayıs darbesinin söylenmeyen sebebi bu temaslardır.

Ama yine de, 27 Mayıs sonrası kahir ekseriyetle seçim kazanan Adalet Partisi ve Süleyman Demirel o ağır sanayi tesislerini soğuk savaşın, Küba füze krizinin ve Kıbrıs’a ABD engellediği için yapılamayan çıkartmanın gölgesinde Sovyetler Birliği ile yapar. Tabii arkadan 12 Mart darbesi gelir.

Neyse burada bütün Cumhuriyet tarihi boyunca dış politikada yapılmış çok taraflılık hamleleriyle iç politika arasında ve bizim hükümetlere karşı kalkışmalar tarihi arasında bulunan paralellikleri sayacak değilim. Ama Türkiye’yi yöneten herkes, bu tarihi gayet yakından ve iyi bilir. Devlet de hatırlar zaten.

Tayyip Erdoğan’a soracak olsanız…

O yüzden bugün Tayyip Erdoğan’a soracak olsanız, 2013’teki Gezi Olayları da bu çeşit bir kalkışmadır, arkasında da İsrail ile yaşanan ‘One minute’ krizi ile Suriye iç savaşında Türkiye’nin radikal islamcı muhalefeti desteklemesi, bir çeşit ‘Müslüman Kardeşler enternasyonalizmi’ni gündeme getirmesi vardır. Yani bir dış politika hamlesine karşı içeride bir ‘güç’ harekete geçirilmiş ve aslında siyaseten gücünün doruğunda olan hükümet sarsılmak istenmiştir.

Tayyip Erdoğan, 2013 Gezi olayları ile aynı yılın sonunda ortaya çıkan 17-25 Aralık polis soruşturmalarını, Kobani olaylarını, içeride patlayan PKK – DAEŞ bombalarını, terör saldırılarını ve 15 Temmuz 2016 darbe girişimini aynı paketin içinde görür hep. Kendisi dış politikada bağımsız hareket etmeye kalkışmış, başta ABD ve İsrail olmak üzere dış güçler hemen içeride ona karşı harekete geçmiş, onu devirmeye kalkışmıştır. Erdoğan bu mantık yürütmeyi kim bilir kaç kez açık açık anlattı.

Erdoğan’ın bu siyasi gelişmelere bir de ekonomik ‘saldırı’ ekliyor biliyorsunuz; Donald Trump’ın ‘TL’yi mahfedeceğim’ Tweetinden hareketle.

İç sebepler olmasa dış güç ne yapabilir?

Oysa ta 1924’ten beri yaşanan bu dış politika-iç karışıklık, dış politika-iç ekonomik karşılıklık hikayeleri, hiçbir zaman siyah-beyaz netliğinde şeyler değil. ‘Dış güçler’in hiçbir etkisi yoktur diyemeyiz belki ama onların o etkisini kolaylaştıracak bir iç ortamın varlığından her zaman eminiz.

2018’den beri yoğun biçimde yaşadığımız ekonomik sıkıntılarımızda da, başlatıcı hareketi Donald Trump yapmadı, bizzat Tayyip Erdoğan yaptı, Merkez Bankası’nın bağımsızlığına son vereceğini söylediğinde yabancı borç verenler Türkiye’den çıkmaya başladı. Onların çıkışı beraberinde devalüasyonu getirdi. Trump’ın Tweet’i bu sürece ayrı bir ivme kattı.

TL’nin büyük bir hızla değer kaybı, o dönem dış politikada bedel ödetme ihtimali doğurdu. Erdoğan aksine dış politikada daha da şahinleşti, ABD ile ve Avrupa ile açıktan çatıştı. Bu çatışma Türkiye’ye ‘Değerli yalnızlık’ olarak ve ilave devalüasyonla enflasyon olarak geri döndü.

Erdoğan’ın normalleşme arayışları

Bugün, seçim başarısıyla rahatlayan ve iktidardaki son dönemine giren Tayyip Erdoğan, özellikle ekonomide 2018’den beri yaptıklarını terse çevirmeye, yeniden ‘normalleşme’ aramaya çalışıyor.

Dış politikada ‘normalleşme’ arayışı daha önce başladı. Suudi Arabistan’la, Birleşik Arap Emirlikleri ile, Mısır ile, İsrail ile normalleşme adımları atıldı. İsveç’in NATO üyeliğine verilen onay Batı ile normalleşmeyi de bir aşamaya getirecekti ama şimdilik Devlet Bahçeli engeline takılmış durumda, bakalım nasıl bir çözüm bulunacak.

Ekonomik normalleşme ile dış politikadaki normalleşmenin el ele yürümesi gerekiyor. Nitekim Mehmet Şimşek’in New York’ta söylediği ‘Batıdan izolasyon’ veya ‘Jeopolitik izolasyon’un olmayacağına dair sözlerini bu bağlamda okumak gerekir.

Yalnız tabii bu ‘izolasyon’ bugünlerde neredeyse elle tutulur somutlukta bir gerçeğe dönüşebilir. Çünkü Türkiye’nin demokrasi ve hukuk devleti alanında da ‘normalleşme’si gerekiyor; Türkiye’yi dünyanın geri kalanından ayırmaya başlayan önemli unsurlardan biri de bu.

‘Değerli yalnızlık’ hiç de değerli değil!

Avrupa Konseyi’nin Dışişleri Bakanları komitesinin gündeminde Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğini askıya almak veya hatta Türkiye’yi konseyden tamamen atmak diye bir madde durmaya devam ediyor. Konsey bu ay karar almadı ama Aralıkta meseleye geri dönecek. Bu gündem maddesinin sebebini biliyorsunuz: Türkiye’nin uygulamadığı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları. 

O kararlara iki gün önce bir yenisi eklendi. Ve bu yeni karara verilen tepkilere bakınca, hukuk devleti ve demokrasi alanında ‘normalleşme’ye henüz o kadar da hazır olmadığımızı anlıyorum ben.

Hiç kuşkusuz çok yönlü bir diplomatik pazarlık söz konusu Türkiye ile Batı arasında ama bugünlerde izolasyondan çıkmak için vereceğimiz kararlar, ülkemizin geleceğini de belirleyecek.

Hukuka ve demokrasiye Batılılar istediği için değil biz istediğimiz için, bu toplum bunu talep ettiği için ihtiyacımız olmalı.

‘Değerli yalnızlık’ hiç de değerli bir şey değil, bunu zor yoldan öğrendik sanırım.

Ah işte, görüyor musunuz, özgürlük nasıl başa bela…

Ah işte, görüyor musunuz, özgürlük nasıl başa bela…

Antalya Altın Portakal Film Festivali komitesi, ‘Kanun Hükmünde’ adlı belgeseli festival dışı bırakana kadar böyle bir belgesel olduğundan kimin, kaç kişinin haberi vardı? Herhalde pek az kişinin.

15 Temmuz 2016 sonrası KHK ile memuriyetten atılmış iki öğretmenin hak mücadelesinin öyküsüymüş bu film.

Festival komitesi filmi yasaklayınca ortalık karıştı. Sinema dünyası büyük bir dayanışmayla ifade özgürlüğüne sahip çıktı, Antalya Film Festivali yapılamayacak duruma geldi, bu sabaha karşı saatlerinde de festival komitesi teslim oldu, Kanun Hükmünde’ye yasağı kaldırdı.

Onlar kaldırdı ama bu sefer Kültür Bakanlığı festivale verdiği desteği geri çektiğini ilan etti.

Bu yaşananlar, Türkiye’nin ifade özgürlüğü konusundaki ‘yarım hamile’ durumunun en çarpıcı dışa vurumlarından biri herhalde.

Ülkemizde ifade özgürlüğü var mı yok mu? Var ise bu tartışmalar, boykotlar vs son derece abes. Yok ise, ki tam olarak bilemiyoruz var mı yok mu, o zaman bütün bu gösterişler neden?

Özgürlük var mı yok mu tam olarak bilemiyorsanız, işte böyle özgürlük insanın başına bela oluverir.

Okullardaki ortak sınavın faydası ve zararları

Okullardaki ortak sınavın faydası ve zararları

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, kendi müsteşarlığı döneminde Milli Eğitim Bakanlığı’nın uyguladığı ‘ortak sınav’a geri döndürdü sistemi.

Ortaokul ve liselerde her dönem iki kez ‘sınav haftası’ zaten yapılıyor. Geçmişte bu haftada sınavlar bakanlıktan gönderilen sorularla ortak sınav olarak yapılırdı, sonradan ortak sınav uygulamasından vaz geçilmişti, şimdi o uygulama geri geldi.

Neden vaz geçildi, neden geri geldi? Bizim bakanlığımız bu konularda bilime dayalı açıklamalar yapmıyor nedense. O yüzden de eğitim sistemimiz bakandan bakana değişen uygulamalarla bir çeşit yapboz oyunu gibi.

Ortak sınav, elbette öğretmen onuruna aykırı bir şey. Bakanlık bu yolla kendi öğretmenlerine en azından ölçme değerlendirme konusunda güvenmediğini söylemiş oluyor.

Ortak sınavın bir başka kötülüğü, Türkiye’nin her yanındaki her öğrenciyi torna tezgahından geçecek bir şeye dönüştürmesi. Evet eğitim elbette eşitlikçi olmalı ama eşitlik bu değil.

Ortak sınavın bir iyi tarafı var ama, o da Milli Eğitim Bakanlığına tek bir seferde Türkiye’deki bütün okulların durumunu göstermesi. Ama tabii bakanlığın bu bilgiden yararlanması şartıyla söz konusu iyi taraf anlam kazanabilir. Oysa bugüne kadar o bilgi ne kamuya açıklandı ne de kullanıldı.