03-10-2023
İsmet Berkan

Su uyur, terör uyumaz: Bir saldırının anatomisi

Su uyur, terör uyumaz: Bir saldırının anatomisi

Pazar sabahı çalışıyordum, Ertuğrul Özkök aradı. ‘Ankara’da bir patlama olmuş, bilgin var mı’ diye sordu. Ona da eşi Tansu Özkök haber vermiş ve sormuştu.

Hayır haberim yoktu, daha telefon açıkken önümdeki bilgisayardan sosyal medyayı taradım. Evet uzaktan, Meclis’in binalarının da tepeden gözüktüğü bir kısa video vardı, uzaktan bir patlama görülüyordu. Ama ne olduğunu anlamak imkansızdı.

Neyse, birkaç dakika içinde durum ortaya çıktı. Zaten bazı TV’ler canlı yayına da geçmişti, İçişleri Bakanlığı’nın nizamiyesine yönelik bir terör saldırısı vardı. Kısa süre içinde sizin de bildiğiniz bir sürü detay ortaya çıktı.

Kayseri’nin Develi ilçesinin Adana il sınırına hayli yakın bir bölgesinde, cumartesi gecesi bir cinayet işlenmiş, genç bir veteriner öldürülmüş ve aracı gasp edilmişti. Ankara’daki saldırıda kullanılan araç buydu.

Aracı gasp edip veterineri öldürenler bakanlık kapısında biri parçalanarak ölen iki terörist miydi? Bu sorunun cevabını bilmiyoruz henüz. O teröristler, yanlarında onca silah, patlayıcı ve intihar yelekleriyle mi Develi’ye gelmişlerdi? Buna da pek ihtimal verilmiyor.

Şunu söyleyeyim: Veterinerin öldürülmesi, cesedinin saklanmak istenmesi ve aracının gasp edilmesi, teröristlerin kendilerince ‘temiz araç’ istemesinden kaynaklanıyor.

Bu şu demek: Türkiye’de kırsal alanda her jandarma karakolu bölgesinde, ayrıca geri kalan yerlerde karayolları üzerinde her ilçe giriş çıkışında plaka tanıma sistemi kameraları var. Bu sistem gayet sofistike çalışıyor. Diyelim bir araç geçiyor, kamera onun plakasını okuyor, sistem o plakanın hangi marka ve ne renk araca takılı olduğunu biliyor, bunu karşılaştırıyor en önce. Ardından elbette o plaka ve sahibine ilişkin bir adli, hatta istihbari kayıt olup olmadığına bakıyor. Siz aracınız havaalanı girişinde veya şehir giriş çıkışlarındaki kontrol noktalarında rast gele çevrildi sanıyorsunuz ama değil, plaka tanıma sistemi sayesinde oluyor o çevirme, polisler boş atıp dolu tutmaya çalışmıyor.

Peki Develi’de cinayetle gasp edilen araç Ankara’ya kadar yüzlerce kilometrelik yolu nasıl hiç çevirilmeden geldi? Teröristler, cinayetin ve araç gaspının en azından sabaha kadar ortaya çıkmamasını ümit ediyordu ama öyle olmadı, cumartesi gecesi jandarma hem öldürülen veterinerin cesedini bulup cinayet soruşturmasına başladı, hem de aracın gasp edildiği tespit edildi.

Peki buna rağmen gasp edilen aracın plakası sisteme girilmedi mi? Jandarma girildiğini söylüyor ama sonuç da ortada, o araç sabaha kadar yüzlerce kilometre yol yaptı, Ankara’nın göbeğine kadar geldi.

Acaba sistem içine konan yeni sorgu verilerini kaç saatte bir ‘update’ ediyor? Yani veri tabanı ancak belirli aralıklarla yenilenip merkezi sisteme aktarıldığı için mi araç bu aslında atlatması hayli zor olan elekten geçip Ankara’da Kızılay’a kadar gelebildi?

Bu sorunun cevabını da soruşturma sonunda öğreneceğiz.

Ancak bundan çok daha kritik, çok daha az teknik bir soru var: Teröristler o intihar yeleklerini ve diğer patlayıcıları nereden aldı? Ankara’ya intihar eylemine gelip aslında başarısız olan iki terörist belli ki ciddi bir lojistik ve taktik destek aldı.

Develi’de bir köy yoluna ‘Ne çıkarsa bahtımıza, bir araç gasp edelim’ diye rast gele çıkmadılar herhalde.

‘Yolda bomba ve silahı nasıl olsa temin ederiz’ diye bir iyimserlik içinde de değillerdi. Onlar, artık hangi yöntemle Suriye’den Türkiye’ye doğru geçtilerse, o sırada kendilerinin eylemi için geniş bir hazılık olduğunu, kendilerini Ankara’ya taşıyacak ‘temiz’ aracı ve eylemde kullanacakları patlayıcıları, eylemin yapılacağı yeri vs önceden hep biliyorlardı. Onlara yardım eden bir ‘ağ’ vardı Türkiye’de.

Polis şimdi o ‘ağ’ı ortaya çıkartmanın peşinde. Bugünkü gizliliğin sebebi bu.

Terörle mücadele öyle bir şey ki, sizin bir anlık boşluğunuzu bile affetmiyor. Tabir yerindeyse, su uyuyor ama terörist uyumuyor.

Yaşadığımız ülkenin acı şartlarını hiç unutmamalıyız.

‘Dünyanın en güçlü adamı’nı sanık sandalyesine oturtabilen sistem

‘Dünyanın en güçlü adamı’nı sanık sandalyesine oturtabilen sistem

Yukarıdaki fotoğrafa iyi bakın. Eski Amerikan Başkanı Donald Trump, bir mahkeme salonunda, yanında avukatlarıyla oturuyor. Bu yargılamada Trump’ın sıfatı ‘sanık’ değil, ‘davalı’. Çünkü bu bir ceza yargılaması değil, sivil yargılama.

Ama yine de davayı açan bir federal savcı. Davanın sebebi, aynı zamanda önemli bir iş insanı olan, emlak zengini Donald Trump’ın bu işini yürütürken bazı ‘sahtekarlıklar’ yaptığı iddiası. Savcıya göre Trump, işini yürütürken bankalara da, yatırımcılarına da, kamuoyuna da yanlış ve abartılı bilgiler vermiş, sahip olduğu varlıkların değerini olduğundan yüksek göstermiş ve bu yolla bir çeşit dolandırıcılık yapmış, para kazanmıştı.

Davanın konusu bu değil ama Trump’ın geçmişte ABD’ye başkan olarak seçilmesinde önemli faktörlerden biri, onun kendisini ‘Çok başarılı milyarder bir iş insanı’ olarak göstermesiydi. Şimdi bu dava sayesinde görüyoruz ki, Trump ne kendi iddia ettiği kadar başarılıymış ne de söylediği kadar zengin.

Trump kendisini mahkeme dışında savundu, duruşmaya girmezden önce adliyenin merdiveninde bir açıklama yapıp federal savcıyı ve davayı gören hakimi siyasi bir cadı avı peşinde olmakla suçladı, savcı için ‘Çok kötü bir insan’ dedi, hakime de demediğini bırakmadı.

Amerikan yargısının bir özelliği, savcı de hakim de aslında bu görevlere Demokrat Parti tarafından atanan insanlar ve bu partiye yakın olmaları Amerika’da doğal karşılanan bir şey. Ama verdikleri kararlarda ‘Siyasi motivasyon’ olduğunu söylemek için laftan ve komplo teorisinden fazlasına ihtiyaç var, Amerikan sistemi bunu da gayet iyi biliyor.

Mahkeme kapısında siyasi savunma ve demagoji yapan Trump, salonda bu sözleri söylemedi. Onun yerine avukatları suçlamalara somut cevap vermeyi tercih ettiler, örneğin ‘Bir emlağın değerini belirlemek bir bilimden çok sanattır’ dediler, bankalardan yatırımcılara kadar herkesin emlak değerleriyle ilgili Trump tarafından söylenenlerin ‘tahmin’ olduğunu bildiğini öne sürdüler ve esas olarak bu ‘tahmini’ değerlere bakıp kredi veren bankaların hepsinin bu işten para kazandığını, kimsenin zararlı çıkmadığını anlattılar.

Dava jüri huzurunda görülmüyor, kararı hakim tek başına verecek. Yargılamanın 1 ay devam etmesi bekleniyor.

Ve bu yargılama Trump’ı bekleyen diğer yargılamalarla kıyaslanınca en hafifi. Savcı, mahkemenin Trump’a New York’ta iş yapmayı yasaklamasını ve 250 milyon dolar ceza vermesini istiyor.

Fazlasıyla hak edilmiş bir Nobel

Fazlasıyla hak edilmiş bir Nobel

Nobel Tıp Ödülü dün verildi; ödülü hepimizin salgın sürecinden çok iyi tanıdığı iki önemli aşıyı (BioNTech ve Moderna’nın aşıları) var eden bilimsel buluşu yapan iki insan, Katalin Kariko ve Drew Weissman kazandı.

Kariko ve Weissman, bugün ‘mRNA teknolojisi’ diye bildiğimiz teknolojiyi var eden iki kişi. Bu buluşlarını aslında 2005 yılında yaptılar ama o sırada bilim dünyası mRNA teknolojisini defalarca deneyip başaramamış olmanın verdiği havayla onları görmezden geldi.

Zaten o yüzden, ikili normalde buluşlarının üzerine atlaması gereken dev ilaç şirketlerinde değil, görece minicik sermayelerle kurulmuş iki ayrı start-up şirketinde çalışabildi. (BioNTech’i de, Moderna’yı da kuran sermaye, herhangi bir ilacın araştırmasına harcanan ortalama paranın yarısından azdı.)

Oysa bu teknoloji, genetik bir temeli olan ve vücudun kendi immün sistemi aracılığıyla yok edilebilir nitelikteki hemen hemen her tıbbi duruma bir aşı geliştirilebilmesinin önünü açıyordu.

mRNA’daki temel sorun olan, vücudun gelen materyali reddetmesi sorununu çözmüştü çünkü Kariko ve Weissman.

Onların teknolojisi, kendini korona salgınıyla ispat etti. Ama aslında korona bu teknolojinin başarabileceği en küçük şeylerden biri. Çünkü dediğim gibi başta kanserler olmak üzere pek çok şeyin çözüm anahtarı bu teknolojide olabilir. Nitekim BioNTech de, Moderna da aslında bu teknolojiyle ‘kanser aşısı’ geliştirmek amacıyla kurulmuş şirketler ve iki şirketin de deneme aşamalarında olan kanser aşıları var.

Tabii bu mRNA aşılarını bildiğimiz aşılarla karıştırmamak lazım. Bizim bildiğimiz aşılar, vücudumuza o hastalığa karşı çok uzun süreli, hatta bazen ömür boyu bağışıklık sağlayan aşılar. mRNA aşıları ise öyle değil. O sıradaki ağrazı/hastalığı ortadan kaldırmaya yönelik bunlar, görevleri ve süreli sınırlı.

Nitekim, olduğumuz korona aşıları mesela bizi hastalıktan korumadı, virüsü alırsak hastalığı ağır geçirmekten, ölmekten korudu, tam da bu yüzden 6 ayda bir yeniden aşı olduk. Dünya bu sayede koronayı mağlup etti, unutmayın.

mRNA’nın potansiyeli çok ama çok büyük. Fazlasıyla hak edilmiş bir Nobel. İnsanlık tarihinde çok az sayıda insan, bu kadar çok insanın hayatının kurtulmasında rol oynadı çünkü.

Binalardaki sorunu ya salt çoğunluk da çözemezse?

Binalardaki sorunu ya salt çoğunluk da çözemezse?

Mülkiyet hukuku açısından düşünün: Bir apartman katı ne demektir? O apartman katının ‘sahibi olmak’ ne demektir? Sahip olduğunuz şey tam olarak nedir?

Sahip olunan şey, apartmanın temelinin atıldığı toprak parçası ve onun üzerindeki gökyüzüdür. Elinizdeki apartman dairesi tapusu da, esasen o gökyüzünün tapusudur.

Bu tapuların bu özelliğinden ötürü, zamanında hukuk sistemi bu çeşit tapuların bulunduğu yapılarda verilecek bütün kritik kararlar için oybirliği aramıştı. Yani aynı gökyüzünde tapusu olanlardan biri bile itiraz etse, apartmanda hiçbir kritik işlem yapılamıyordu. Kanunun mantığı çok netti: Herkesin ortak çıkarı bulunmalıydı yapılacak işte.

Derken hayatımıza ‘kentsel dönüşüm’ diye bir şey girdi. Temelde bu ‘kentsel dönüşüm’ün iki sebebi vardı: 1. Depreme karşı eski binaları yenilemek; 2. Gecekonduları düzenli yapılara dönüştürmek.

Fakat başta anlattığım oy birliği kuralı, özellikle depreme karşı bina yenileme konusunda acelesi olanların hoşuna gitmedi. Belli ki bazı binalarda tapu sahipleri yapılacak işten kendilerinin yeterince çıkar elde etmediğini düşünüyordu ve kentsel dönüşüm yavaş gidiyordu. (Kuvvetli rant yaratan bölgelerde, mesela İstanbul’un Anadolu yakasında Bağdat Caddesinde vs kimse hız konusunda şikayette bulunmadı ama ne zaman işler Moda, Caferağa gibi daha küçük parsellerin bulunduğu yerlere ulaştı, orada sorunlar başladı.)

Kanun değişti, oy birliği kuralının yerini 2/3 çoğunluk kuralı aldı. Ama şimdilerde yeni bir ‘kentsel dönüşüm’ yasası hazırlığı var ve anlaşılan bu kural yeniden değişecek, 2/3 nitelikli çoğunluğun yerini yarıdan bir fazla anlamında salt çoğunluk alacak. Yarın bu da yetmezse basit çoğunluğa kadar düşeriz bu gidişle.

Belli ki sorun da, çözümü de başka bir yerde.

AB’nin Dışişleri Bakanları gitti Kiev’de toplandı

AB’nin Dışişleri Bakanları gitti Kiev’de toplandı

 

Ukrayna Avrupa Birliği üyesi değil, hatta ‘aday ülke’ bile değil. Potansiyel bir aday ülke.

Ama bu ülke, son 18 aydır Avrupa savunması için son derece kritik bir savaşta kalkan görevi yapıyor, tek başına Rusya’ya karşı direniyor ve Rusya’yı durdurmayı da başardı.

Önceki gün Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları tarihte yapılmadık bir şeyi yaptılar, normalde Brüksel’de veya başka bir AB başkentinde yapacakları toplantıyı Kiev’de, Ukrayna’da yaptılar.

Buradaki sembolik jest son derece önemli.