29-10-2023
İsmet Berkan

Türkiye Cumhuriyeti, mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır!

Türkiye Cumhuriyeti, mesut, muvaffak ve muzaffer olacaktır!

Başlıktaki sözler bana ait değil; Mustafa Kemal Atatürk’ün bundan tam 100 yıl önce bugün Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra yaptığı teşekkür konuşmasının son cümlesi. 

Atatürk’ün 3M’si bu. Sanmıyorum ki, şans eseri, orada alel acele yazılmış bir konuşma olsun bu teşekkür konuşması.

Mustafa Kemal, bizim 10Haber’deki Cumhuriyet’e 100 Gün dizisinde de okudunuz, Cumhuriyet ilan etmeye 24 Ekim günü karar vermişti; daha doğrusu o gün çok uzun zamandır zaten aklında olan Cumhuriyet’i ilan etmek için kendi siyasetçi kurmay zekasıyla bir fırsat görmüştü.

25 Ekimde tamamen yapay bir hükümet bunalımı çıkardı; bunun için Başbakan Fethi Okyar’ı ve Fevzi Paşa hariç bütün hükümeti istifa ettirdi. Bununla da yetinmedi, hepsine ‘Yeni kurulacak hükümette de görev almamalarını’ tembih etti.

Küçük bir muhalefetin kıpırdanmakta olduğu Halk Fırkası, Atatürk’ün kafasındaki bu plandan habersiz günlerce yeni hükümet aradı. Bakan olmaya heveslenenler de vardı elbette, başka hesaplar güdenler de.

28 Ekimde kriz iyice tırmandı. O gece Mustafa Kemal nihayet kafasındaki planı dar bir gruba anlattı, ‘Yarın Cumhuriyet ilan edeceğiz’ dedi.

Kimse bu sözlere şaşırmadı, itiraz eden zaten olmadı.

Dikkat edin, Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem de içinde deve dişi gibi bir muhalefet bulunan, gayet çok sesli ve renkli bir Meclis olan 1. Meclis zamanında, 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmış ve ‘Yeni Türkiye Devleti’ ilan edilmişti zaten.

23 Nisan 1920’de bu Meclis’in Ankara’da kurulmuş olması ve duvarına da kocaman ‘Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ yazması, Kurtuluş Savaşı’nın bu milli egemenlik ilkesiyle yürütülmesi zaten ortaya en azından bir ‘Meşruti Monarşi’ çıkartmıştı. Ama 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılınca rejimin adı aslında otomatik olarak ‘Cumhuriyet’ olmuştu. Beklenen sadece bu ismin konulmasıydı.

29 Ekim sabahı saat 10.00’da Halk Fırkası’nın Meclis Grubu toplandığında grubun çoğunluğu hala o gün Cumhuriyet ilan edileceğini bilmiyordu. Grup uzun uzun hükümet kurmaya çalıştı, çeşitli bakanlar kurulu listeleri konuşuldu ama anlaşma çıkmadı, çıkamazdı zaten. Çünkü Atatürk bir hükümet kurulmasını istemiyor, işlerin çıkmaza girip kendisinin ‘hakem’ olarak davet edilmesini bekliyordu Çankaya’da.

Bir gece önce buna da karar verilmiş, Atatürk, Kemalettin Sami Paşa’ya, kendisini parti grubuna ‘hakem’ olarak davet etmesi için görevlendirmişti.

Beklenen oldu, Kemalettin Sami Paşa önergesini verdi, Mustafa Kemal ‘Hakem’lik yapması için Meclis’e çağrıldı. O geldi Meclis’e ve ‘Bana 1 saat verin, bir çözümle karşınıza çıkacağım’ dedi. Bir saat sonra da çözümünü açıkladı: Cumhuriyet ilan edilecek, Başbakanı Cumhurbaşkanı görevlendirecek, Başbakan kabinesini kuracak, Meclis o kabineyi toplu halde oylayacaktı.

Aynı anda iki krizi birden tam da kendi istediği şekilde çözüyordu Atatürk. Hem  en azından bir yıldır beklenen rejimin adını koyuyor hem de hep sıkıntı yaratan hükümet kurma işini kolaylaştırıyordu.

O gün Cumhuriyet ilan edileceğini de, kendisinin Cumhurbaşkanı seçileceğini de önceden bilen Mustafa Kemal, elbette teşekkür konuşmasını da üzerinde uzun uzun düşünerek hazırlamıştı.

Cumhuriyet’in hedeflediği şey, mesut, muvaffak ve muzaffer olmaktı!

Olduk mu? Evet, hem mesut, hem muvaffak hem de muzaffer olduk. Üstelik bunun için 100 yıl beklemek gerekmedi; Atatürk’ün 3M hedefine çok daha erken zamanlarda vardık bile.

Ama elbette şunu da unutmayın: Bu 3M sonu olan, bir bitiş çizgisi olan hedefler değil. Her gün yeniden mesut, muvaffak ve muzaffer olmak için çalışmamız lazım.

Cumhuriyet, hepimize yapılan bu özgüven aşısının adıdır.

Tabandan yükselen bir devrimin adı Cumhuriyet

Tabandan yükselen bir devrimin adı Cumhuriyet

Mustafa Kemal’in 1918 sonlarında İstanbul’a geldiğinde Haydarpaşa rıhtımından işgal donanmasına bakıp ‘Geldikleri gibi giderler’ dediğini hepimiz biliriz.

Aynı günlerde Kazım Karabekir de Trabzon ve Samsun üzerinden deniz yoluyla İstanbul’a geldiğinde, daha boğazdan girer girmez Büyükdere’de İngiliz bayrağını görünce günlüğüne, ‘Anadolu’da son tepenin üzeri de mezar olana kadar savaşmak gerek’ diye yazar.

Sanmayın ki Türkiye’yi işgalden kurtarma, bir Kurtuluş Savaşı başlatma kararlılığı sadece bu iki önemli askerin aklına gelmiştir?

Hayır. Daha o sırada, Anadolu’nun dört bir yanında ‘Müdafa-i Hukuk’ adı altında dernekler kurulmaya başlanmıştır bile. Dernekleri kuranlar, sivil direniş örgütleyenler askerler değil o şehirlerin kasabaların halkıdır. Eşrafı, esnafı, avukatı, cami hocası, sıradan insanı…

Kurtuluş Savaşı bir ‘halk ihtilali’dir. Mustafa Kemal, bu ihtilali ortak bir örgütlenmeye çevirip onun liderliğini yapan insandır. Dehası tartışılmaz.

Samsun’a ayak basmasından sadece 1 ay sonra yayınladığı Amasya Tamimi, İstanbul’a karşı baş kaldırının ve ‘Milli egemenlik ilkesi’nin duyurusudur. O andan itibaren, 600 yıllık Osmanlı artık sona ermiş, egemenlik Anadolu’ya, Mustafa Kemal’in Erzurum ve ardından Sivas Kongreleri’nde başkanlığına seçildiği ‘Heyeti Temsiliye’ye geçmiştir. Valilere, kaymakamlara, komutanlara, kısaca Osmanlı devletinin bütün kalıntılarına bu sıfatla talimat verir, bu sıfatla Kurtuluş Savaşı’nı örgütler.

23 Nisan 1920’den sonraki sıfatı ise Meclis Başkanlığıdır. Sivas Kongresi sonrasında sadece asker olarak değil siyasetçi olarak da ne büyük bir taktisyen olduğunu göstermiş, aslında yıktığı Osmanlı’nın hükümetini uzaktan devirmiş, yerine gelen yeni hükümeti de ulusal çapta seçim yapmaya zorlamıştır. İşte 23 Nisan 1920’de açılan Meclis’in milletvekilleri, Mustafa Kemal dahil, o seçimle seçilmiştir. Her bakımdan meşruiyetleri tamamdır, sorgulanamaz.

Dünya üzerinde kaç millet bağımsızlık savaşını kendi parlamentosuyla, o parlamentonun yarattığı meşruiyetle başarmıştır? Benim bildiğim bir tek Amerikan Devrimi var, bağımsızlık savaşını bir parlamento liderliğinde ve meşruiyetinde yapabilmiş, bir de Türkiye.

Cumhuriyet, tam anlamıyla bir halk devriminin adıdır.

‘Biz, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz’

‘Biz, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz’

Kurtuluş Savaşı’nın diplomasi cephesindeki en önemli başarılarından biri, Ermenistan’ın Doğu Cephesinde yenilgiye uğratılması sonrası bu ülkeyle yapılan Gümrü Antlaşması ve Fransız işgal güçlerinin Kilikya bölgesinde Türk milis kuvvetlere karşı yaşadığı yenilgiler sonrası Fransa ile yapılan Ankara Antlaşmasıydı.

13 Haziran 1921’de Fransa adına Ankara’ya gelen Franklin Bouillon ile Atatürk arasında yapılan görüşmede Mustafa Kemal’in söylediği şu sözler, tarihe düşülen bir not gibi:

Bizden öncekilerin yaptıkları yanlışlıklar yüzünden, milletimiz sözde var sanılan bağımsızlığına gerçekte sahip değildi. Şimdiye kadar Türkiye’yi medeniyet dünyasında kusurlu gösteren neler düşünülebilirse, hep bu yanlışlıktan ve bu yanlışlığa boyun eğmekten ileri gelmektedir. Bu yanlışlığa boyun eğmenin sonucu, mutlaka, memleket ve milletin bütün haysiyetini ve bütün yaşama kabiliyetini kaybetmesine ve ondan yoksun kalmasına yol açabilir. Biz, yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir yanlışlığa boyun eğme yüzünden bu vasıflardan yoksun kalmaya katlanamayız. Aydın olsun cahil olsun, istisnasız milletimizin bütün fertleri, belki işin içindeki güçlüğü iyice kavramamış olsalar bile, bugün yalnız tek bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta, bağımsızlığımızın tam olarak kazanılması ve devam ettirilmesidir. 

Tam bağımsızlık demek, elbette, siyasî, malî, ekonomik, adlî, askerî, kültürel vb. her alanda tam bir bağımsızlığa ve hürriyete kavuşmak demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksun kalmak, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun kalması demektir. 

Biz, bunu elde etmeden barış ve huzura kavuşacağımız inancında değiliz, Şekil ve yöntemlere uyarak barış yapabiliriz, anlaşma yapabiliriz.

Ali Fuat Cebesoy Atatürk’ü anlatıyor

Ali Fuat Cebesoy Atatürk’ü anlatıyor

Kurtuluş Savaşı’nın önemli isimlerinden Ali Fuat Cebesoy, Mustafa Kemal ile daha Harbiye’nin ilk günlerinden itibaren tanışan ve onunla çok yakın arkadaş olan bir kişi.

Cebesoy, bir Amerikalı tarihçiye verdiği uzun mülakatta bakın Mustafa Kemal’i nasıl anlatıyor:

Birgün kendisine sordum. Görüyorsun ihtilaller oluyor, evvelce de olmuş, bizim zamanımızda da oluyor, bu padişahlık ne olacak, hükümdarlık meselesi ne olacak. O ben Türk tarihini kendi kendime okudum tetkik ettim, Türkler aşiret halindeyken bile bir padişah, kral, bir derebeyi vesaireyi kabul etmez daima bir reis intihap eder ve onların idaresinde çalışır. Ben Türk, eski Türk idaresinde Türklerin demokrasiye kabiliyetleri var, fakat maalesef birçok mühim şahıslar Türk milletinin başına geçerek, Selçuklular devrinde, OsmanlIlar devrinde, zorla padişahlığı yürütmüşlerdir. Fakat Türklerin tarihten beri, eski tarihten beri, demokrasi sistemine istidadan olduğuna kaniim derdi. Ve bilhassa o vakit, mektep hayatında, okul hayatındayken, Fransız cumhuriyeti hayatıyla, idaresiyle, parlamentosunu tetkik eder, konuşur. Ve hatta bizde ilk meclis açıldığı zaman da onların reisleri hangi kıyafetle gelir, usulleri nasıldır, ne nedir diyerek, hep onu almıştır. Binaenaleyh, Atatürk’e bu idareler fikrinde, devlet idaresi, millet idaresinde, demokrasi sistemi onun ruhunda vardı. Gençliğinden beri bu mesele üzerinde çok çalışırdı ve arkadaşlanna da anlatmaya çalışırdı. Ve isterdi ki Türk milletinde, tarihinde demokrasiye istidat vardır. Binaenaleyh biz eğer milletimizde bir demokrasi idaresi getirirsek zamanla garp demokrasisini kurabiliriz ve en iyi bir idare de olur. Ve bu suretle millet idaresine bigane kalmaz. Halbuki padişahlar idaresinde daima bigane kalmıştır. Bunu, Atatürk’ün bu ruhunu, söylediği nutukların hepsinde görürsünüz.

Atatürk’ün siyasi dehası

Atatürk’ün siyasi dehası

Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı’nı yapan komutanlardan ve sivil kadrodan çok sayıda arkadaşa sahipti. Ali Fuat Cebesoy ile daha Harbiye sıralarından yakın arkadaşlardı. Ondan da eskisi, Ali Fethi Okyar’dı. Daha sonra Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kurduracağı Fethi Bey ile Manastır’daki askeri lisede başlamıştı arkadaşlıkları. Ama elbette İsmet Paşa, hiç kuşku yok Atatürk’ün bir numaralı siyasi mirasçısıydı.

İsmet İnönü, 1960’ların ikinci yarısında yayınladığı anılarında Atatürk için çok önemli bir tespit yapar, ‘Onun siyasi dehası, askeri dehasından daha büyüktü’ der.