22-12-2023
İsmet Berkan

Anayasal düzene ve hukuk devletine karşı darbe, benden başka kimsenin ilgisini çekmiyor galiba

Anayasal düzene ve hukuk devletine karşı darbe, benden başka kimsenin ilgisini çekmiyor galiba

Tam 59 gün oldu. Bu sabah oturdum, takvim üzerinden günleri tek tek saydım. 24 Ekimden bugüne tam 59 gün geçmiş.

Tam 59 gündür, Türkiye’de Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bir karar uygulanmıyor.

Geçmişte Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulamasının geciktirildiği vakalar maalesef yaşandı ama bugün ilk kez kararın uygulanmasının kategorik olarak reddedilmesini yaşıyoruz. Üstelik kararı uygulamayı reddeden de bir yüksek yargı organı. Adıyla Yargıtay 3. Ceza Dairesi.

Şimdi dün Anayasa Mahkemesi bir karar daha aldı. Kendi kararının uygulanmamasını, durumun bireysel mağduru Can Atalay açısından ayrıca bir hak ihlali olarak gördü. Üstelik bu kez kararını oybirliğiyle verdi.

Bu kararı şöyle okuyabiliriz: Anayasa Mahkemesi, kendi kararının uygulanmamasını oy birliğiyle kınadı.

Ben bu konuda ilk yazımı 1 Kasımda bu köşede yayınladım, oluşan durumu ‘Anayasal düzene karşı darbe’ diye niteledim.

Yazının üzerinden 6 gün geçti, 7 Kasımda Yargıtay 3. Ceza Dairesi, Anayasa Mahkemesi kararını uygulamayacağını açıkça söyleyen bir karar aldı. Ben bunun üzerine 8 Kasımda konuyu yeniden yazdım, bu kez ‘Militan yargının yarattığı benzersiz kriz’ dedim. İzleyen günlerde de çok sayıda yazı yazdım bu konuda.

Ama bizim ‘Benzersiz krizimiz’ daha da derinleşti, kimse ona bir şey söylemediği ve ondan bir şey beklemediği halde Yargıtay Başkanı çıktı bir basın duyurusu yayınladı, Anayasa Mahkemesi’ni eleştirdi, 3. Ceza Dairesinin kararını savundu.

Oysa Yargıtay Başkanı bu basın bildirisini yayınlamazdan önce kendi birinci yardımcısına gösterse belki de bir aydınlanma yaşayacaktı. Çünkü, Yargıtay’ın Ceza Daireleri Genel Kurulu daha birkaç ay önce içtihat niteliğinde bir karar almış ve AYM’nin milletvekili seçilenlerin süren yargılamalarının durdurulması konusundaki kararların uyulması gerektiğini söylemişti. Yargıtay Başkanı bildirisinde ‘AYM kararlarının Yargıtay içtihatlarını altüst ettiğini’ öne sürüyordu ama durum öyle değildi, Yargıtay içtihat kararı almış ve AYM ile aynı düzlemde buluşmuştu.

İşin ilginci, Yargıtay Ceza Daireleri Genel Kurulu’nun bu kararını aldığı günkü oturumunda Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin de iki temsilcisi vardı. Ama o daire de, kendi genel kurulunun içtihadını hiçe saymıştı, AYM kararıyla birlikte.

Ortadaki durumu iki sebeple basit bir yetki çatışması/uyuşmazlık hali olarak göremeyiz.

Birinci sebep, işin içinde gerçek bir insanın özgürlüğünün bulunması. Can Atalay, aslında milletvekili mazbatasını aldığı gün serbest bırakılmış olmalıydı. Aylardır yatmaması gereken bir hapis cezasını çekiyor, özgürlüğü kısıtlı. O yüzden bırakın aylarca süren gecikmeyi birkaç saatlik gecikmeye bile tahammül yok.

İkinci sebep ise başından beri anlattığım gibi Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin AYM kararını uygulamamak için elinde hiçbir hukuki tartışmanın bulunmaması.

İki sebeple ortada bir hukuki tartışma yok. Birinci sebep şu: Anayasanın 153. maddesi Anayasa Mahkemesi kararlarının kesin olduğunu ve (Yargıtay dahil) herkesi bağladığını söyler. İkinci sebep yine Anayasadan kaynaklanıyor: Anayasanın 158. maddesinin son fıkrası aynen şöyle: ‘Diğer mahkemelerle, Anayasa Mahkemesi arasındaki görev uyuşmazlıklarında, Anayasa Mahkemesinin kararı esas alınır.’

Bu iki Anayasa maddesi orada durduğuna göre Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin yapabileceği tek şey var: Kararı uygulamak.

Sonra daire isterse uzun uzun bu kararı eleştirebilir, AYM’yi neden haklı bulmadığını anlatabilir elbette ama kararın uygulanmaması diye bir şansı yok.

Yok ama uygulamıyor işte.

Peki bu durumda ne yapılacak? Sahiden bilmiyorum. Bilen kimse olduğunu, Yargıtay 3. Ceza Dairesi 8 Kasımdaki kararından vazgeçmedikçe ona bu kararın nasıl uygulatılacağına dair sihirli bir formüle sahip herhangi biri bulunduğunu da sanmıyorum.

İlginçtir, Anayasa Mahkemesi dün aldığı kararı da Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne değil, Can Atalay’ı yargılayan ve tutuklayan ilk derece mahkemesi olan İstanbul 13. Ağır Ceza’ya gönderdi.

Olmaz ya, yine de bir hayal kuralım: Diyelim ki 13. Ağır Ceza, ‘Anayasa Mahkemesi kararı kesindir ve uygulanmak zorundadır’ deyip bağrına taş basarak Can Atalay’ın tahliyesine karar verdi. Peki ya cezaevindeki infaz savcısı mahkemeye dönüp ‘Bu adam tutuklu değil hükümlü, sen onu tahliye edemezsin’ derse ve Atalay’ı serbest bırakmayı reddederse ne olacak?

O yüzden anlatmaya çalışıyorum: Mesele bir görüş ayrılığından ibaret değil. Mesele, hukuk devletinin temelini oluşturan normlar ve mahkemeler hiyerarşisinin ortadan kalkması.

Yargıtay’ın bir dairesi ‘Ben de Yüksek Yargı organıyım ve senin kararına uymak zorunda değilim’ dediğinde Türkiye’de hukukun çivisi çıkmış oluyor.

Yarın aynı Anayasa Mahkemesi bir kanunu Anayasaya aykırı bulup iptal ettiğinde Meclis çıkıp ‘Ben parlamentoyum, senin kararını tanımıyorum’ derse, Cumhurbaşkanı iptal edilen bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin iptalini tanımamaya karar verirse ne olacak?

Hukuk devletinin oyuncuları oyunun kurallarını kendi kafalarına göre uygulayabilir veya yok sayabilir mi?

Türkiye çok ciddi bir karanlığın pençesinde ve galiba bu konu benden başka kimsenin ilgisini çekmiyor.

Türkiye sanki 15 Temmuz’u boşuna yaşadı…

Türkiye sanki 15 Temmuz’u boşuna yaşadı…

Korkunç bir tecrübe yaşadık 15 Temmuz 2016 günü. Türk Silahlı Kuvvetleri içinde örgütlenen ve ordunun kendi hiyerarşisinden değil ABD’nin Pennsylvania eyaletinde yaşayan bir ‘Hoca’dan emir alan subaylar ve askerler ülkede darbeye kalkıştı, kendi polisinin ve parlamentosunun üstüne uçaktan bomba attı, kendi vatandaşlarına kurşun sıktı.

Bu olay bize ders olmalı ve başta TSK ve polis teşkilatı olmak üzere kamu gücü kullanan bütün birimlerde hiyerarşi ve hukuk dışı oluşumların bir daha yerleşmemesi için gerekli önlemler alınmalıydı.

Ama alınmadı. Daha doğrusu aldığımız tek önlem, devlette işe girişlerde sözlü sınav uygulamak ve devlette işe gireceklere çok daha kapsamlı istihbari araştırma yapmak oldu. (O bir sürü haksızlığa ve hukuksuzluğa neden olan istihbari araştırma yapma konusu da Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi zaten.)

Şimdi günlerdir 10 Kasım’da Tuzla Piyade Okulu’nda yaşanan olayı, bu olaya karışan teğmenlerin durumunu konuşuyoruz. Atatürk resmini göğsüne takmak istemeyen teğmenin bir dizi devre arkadaşı ve alt devresiyle Nurcu cemaatine yakın evlere gidip geldiği haberleri havada uçuşuyor. O teğmene kendileri disiplin uygulatmak isteyen ‘Atatürkçü’ teğmenler meselesi de var. Onlar da disipline sevk edilmiş durumda.

Türkiye umarım 15 Temmuzdan gereken dersi çıkartmıştır ve başta TSK olmak üzere devlet yetkisi kullanan kurumlarda yeniden cemaat örgütlenmelerine, daha doğrusu kendi hukuki üstlerinden değil cemaat liderlerinden aldığı emirleri uygulayanlara izin vermeyecektir.

Umarım yeniden ‘Paralel devlet’ olayları yaşamayız.

Beşiktaş’ın makûs talihi

Beşiktaş’ın makûs talihi

Bir kötü yönetim şaheseri yaşıyor Beşiktaş.

Sezon ortasında kongre yapmak zorunda kalmak, Beşiktaş açısından bir büyük talihsizlikti zaten. Bu kongreden hemen önce Teknik Direktör’ün görevinden alınması, yerine bir geçici ismin konması başka bir talihsizlik. Sonra o geçici teknik direktör de gitti, ikinci bir geçici teknik direktör geldi. Dün akşam o da gitti.

Futbol takımları, çok yüksek ücretler alan kalabalık bir grup gençten oluşan yerler. Tam da bu yüzden, o genç insanlar ne kadar yetenekli veya zengin olduklarından bağımsız olarak, aynı anda hem sert bir disiplinle hem de şevkatle yaklaşan bir moral verme düzeni içinde yaşarlar.

Başarısızlıklarda onları eleştirmek nadiren işe yarar. Esas işe yarayan şey gidip onlara moral destek vermektir.

Hasan Arat yönetimi kendileri açısından ideal olmayan bir dönemde göreve geldi. Ama bu yönetim gelir gelmez takıma moral destek vermek yerine takımdan 5 yabancı oyuncuyu başarısızlıkların sorumlusu görüp cezalandırdı, kadro dışı bıraktı.

Bu oyuncuların takımdan uzaklaştırılması, bugün görüyoruz ki geride kalan oyuncuların moral motivasyonunu da dibe vurdurmuş. Dün akşamki ağır yenilgi hiç şaşırtıcı değil.

Yönetim bu kez de sorumluluğu zaten süresi dolmak üzere olan Rıza Çalımbay’a yıktı. (Çalımbay da zaten oyuncularını suçlamıştı.)

Bütün bunlar olurken yapılmayan tek şey var: Takıma gidip destek olmak, oyunculara sahip çıkmak, onları moral çöküntüden çıkartmaya çalışmak.

Hasan Arat talihsiz bir başlangıç yaptı. Umarım durumu kısa sürede toparlar.