05-01-2024
İsmet Berkan

‘Atatürk, her niyete yenen muz mudur?’ Evet, öyledir!

‘Atatürk, her niyete yenen muz mudur?’ Evet, öyledir!

Bu ülkede bizi birleştiren ender şeylerden birinin adı Atatürk sevgisi.

Hangi siyasi görüşten, hangi etnik kökenden, hangi dini veya felsefi inanıştan geliyor olursa olsun bu milletin Atatürk’e sevgi ve saygı duymak, hatta minnet duymak konusundaki görüşü birbirine benziyor. Farklı düşünenler, Atatürk’ü sevmeyen, saygı duymayanlar yok mu? Var elbette ama onlar kelimenin gerçek manasında marjinaller bu toplumda.

12 Eylül darbesini yapanlar bunu biliyordu, kendilerine meşruiyet aracı olarak Atatürk’ü seçtiler. 1981 yılı, Atatürk’ün doğumunun 100. yılıydı, 12 Eylül darbe yönetimi bütün toplumu bir Atatürk bombardımanına tabi tutarak kendine meşruiyet devşirmeye başladı.

O zamanlar Cumhuriyet gazetesinde çalışıyordum. Rahmetli İlhan Selçuk bu duruma sinirlendi, ‘Atatürk her niyete yenen muz mudur?’ başlıklı bir yazı yazdı. Darbeciler de bu yazıya çok sinirlendi, Cumhuriyet gazetesi kapatıldı. (Daha sonra gazetenin sahibi Nadir Nadi ‘Ben Atatürkçü Değilim’ diye kitap yazdı, konu aynıydı: Darbecilerin Atatürk adını kullanıp uyguladıkları zulmü meşrulaştırma çabasına karşı çıkmaktı. Nadir Nadi de bu kitap nedeniyle Sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı.)

İlhan Selçuk’un ‘Atatürk her niyete yenen muz mudur?’ sorusu benim hep aklımda kaldı; çünkü bu aslında bir soru değil bir retorikti, cevap vermeniz gerekmiyordu. Gerçekten de Atatürk bu ülkede son 100 yıldır, evet Atatürk’ün sağlığı dönemi de dahil, hep her niyete yenen bir muz oldu.

Öyle olduğu için ‘Gerçek Atatürkçü kim’ diye saçma sapan bir tartışmamız var. Sanki ortada ‘Gerçek Atatürkçülük’ diye bir şey varmış veya olabilirmiş gibi. Canı isteyen, Atatürk’ün hayatında yaptığı binlerce konuşma veya yazışmanın kendi işine gelen bölümünü alıyor, kendisinin bugünkü düşüncesine dayanak haline getiriyor.

Bir zamanlar yaygın alay konusuydu, neredeyse her meslek dalının Atatürk’ten kendi meslekleri için söylenmiş bir söz bulması. İtfaiyeciler bile bir şeyler bulmuştu; bulamayan da uyduruyordu zaten, kim kontrol edecekti…

Merak eden gazeteci ve araştırmacı Taha Akyol’un son 10-15 yılda yayınladığı kitapları alsın baksın; isteyen Atatürk’ten bir hayli dindar, hatta saltanat ve hilafet yanlısı bir insan da çıkarabilir; bırakın dine inanmamayı Allah’ın varlığına bile inanmayan Aydınlanmacı bir pozitivist de…

Dediğim gibi bu ülkede Atatürk kartı 100 yıldır, bizzat Atatürk’ün yaşadığı dönem dahil, birileri tarafından kendi özel siyasi çıkarları için kullanıldı, bugün de durum farklı değil. (Bana en çarpıcı gelen örnek şu: Atatürk, 30’lı yıllarda bir zamanlar çok sert kavga ettiği, Nutuk’ta ‘cumhuriyet düşmanı ve hilafetçi’ diye nitelediği Rauf Orbay’la barışmak, hatta onu CHP listesinden bağımsız milletvekili yapmak istedi ama karşısına CHP Genel Sekreteri Recep Peker çıktı, Mustafa Kemal’in kendisine karşı ‘Atatürk kartı’nı açtı, Rauf Orbay milletvekili olamadı.)

Atatürk kartı öyle bir şey ki, doğru zamanda doğru biçimde açıldığında karşısında hiçbir güç duramıyor.

Tabii bu kartı sık sık, olur olmaz her şeyde kullanmak, kullanan açısından bir inandırıcılık kaybını beraberinde getiriyor. Atatürk’ü seçim kampanyası afişinde kullanan CHP bunu yaşadı. 

Ama dediğim gibi doğru zamanda ve yerde açmak, kartı açanı kalın bir sis perdesinin ardında gizleyip birden meşru iş yapan bir aktör konumuna getiriyor.

Son günlerde durduk yerde yeniden Atatürk konuşur olduk. Bunun sebebi, geçen hafta Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da oynanamayan Süper Kupa finali öncesinde Atatürk kartının açılması.

Kart açıldıktan sonra arkası çorap söküğü gibi geldi. Şimdi konu artık futbol ve maç olmaktan çoktan çıktı, iktidarla muhalefet arasındaki bir kavgaya dönüştü.

Maçın oynanıp oynanması, burada çıkan sıkıntının temel nedeni vs Tayyip Erdoğan iktidarı açısından ikinci planda; esas mesele Fenerbahçe kulübünün kendine göre bazı sebeplerle açtığı bu Atatürk kartının arkasına ansızın CHP’nin de geçmiş olması; CHP lideri Özgür Özel’in bir yandan elinde Atatürk kartını tutarken Riyad’da yaşanan skandaldan bizzat Tayyip Erdoğan’ı sorumlu tutması.

Erdoğan bu sebeple ilk günden beri CHP’ye ve liderine kızıyor zaten ama öfkesinin bir bölümünün de Atatürk kartını açan Fenerbahçe başkanı Ali Koç’a yöneldiği anlaşılıyor. Şu ana kadar Koç’u doğrudan muhatap almadı Erdoğan ama Ali Koç dolaylı yollardan yaylım ateşine alınmış durumda.

İktidar ve çevresi konuyu daha geniş açıdan da değerlendiriyor. Riyad’da açılan Atatürk kartının yanına son birkaç günde minicik bir kıvılcımdan ansızın büyük bir yangına dönüşmeye başlayan ‘Hilafet çağrısı’ tartışmalarını da ekliyor ve bütün bunların CHP’nin yerel seçim için kurduğu iletişim stratejisi olup olmadığını sorguluyor.

Bugün Sabah gazetesinde Ak Parti’nin düşünce üretme kuruluşu olan SETA’nın başkanı Burhanettin Duran’ın yazdığı yazı, bu sorgulamaya gayet iyi bir örnek. Duran’ın analizine göre CHP Genel Başkanı Özgür Özel, partisinin belediyecilikteki başarısızlığının üzerini örtmek için çözümü yeniden kutuplaşmayı tırmandırmakta ve yerel seçimi bir genel seçime çevirmekte buldu.

Duran’ın analizine tamamen değil ama kısmen katılıyorum. CHP’nin yeni genel başkanı, eskisinden farklı olarak kutuplaşmadan şikayetçi değil, hatta tam tersine kutuplaşmanın artıp seçimin bir çeşit ‘Tayyip Erdoğan referandumu’na dönüşmesinden fayda bekliyor.

Belki haklı da. Çünkü siyasi gerçekçilik, yüzde 20-25 arasında dolanan CHP’nin Cumhur İttifakı’yla başa çıkabilmesinin yegane yolu olarak kutuplaşmayı tırmandırmayı gerektiriyor olabilir.

Yalnız bir sorun var: Atatürk, evet bu ülkede halkın ortak sevgi objesi ama başta da anlatmaya çalıştım, zamanında büyük şair Attila İlhan’ı sorduğu gibi bir ‘Hangi Atatürk?’ meselesi var. 

CHP’nin ezberi, bizzat Mustafa Kemal’e karşı ‘Atatürk kartı’nı açmaktan çekinmeyen Recep Peker’in tercih ettiği Atatürk’e çok yakın.

Bu kartı Deniz Baykal ve diğer CHP’li ulusalcı kökten laikler çok defa açtılar, CHP’nin bir başarı kazanamadığını hepimiz biliyoruz.

Özgür Özel geçmişte denenmişi yeniden denemek istiyorsa denesin ama geçmiştekinden çok farklı bir sonuç alamayabilir.

Mehmet Şimşek’in çizdiği iyimser tablo

Mehmet Şimşek’in çizdiği iyimser tablo

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek dün Ankara’da Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği MÜSİAD’ın toplantısında konuştu. Bence, son derece önemli ipuçları verdi iş insanlarına.

Şimşek’i burada yazılı ve taahhütlere dayalı bir ekonomi programına sahip olmadığı için birkaç kez eleştirdim, eleştirmeye de devam ediyorum. O yüzden Mehmet Şimşek’in konuşmalarını geleceğe ilişkin onun yol haritasını öğrenmek için hep dikkatle izliyorum. Şimşek’in konuşmaları, adeta bir yapboz oyununun parçaları gibi birer birer biriktikçe de, karşımdaki resim görece belirginleşmeye başlıyor.

Kendi anladığım şudu: Mehmet Şimşek göreve gelirken Tayyip Erdoğan’a bir sunum yapmış ve onu can evinden vurmuş. Anladığım kadarıyla ona Türkiye’de ekonominin temellerinin güçlü olduğunu ama 2018’den beri uygulanan akıldışı politikalar nedeniyle ekonominin ‘normal’in dışına çıktığını anlatmış, ‘Normale dönsek yeter, Türkiye eskisi gibi uçar gider’ anlamında bir vaatte bulunmuş.

Normal olmayan şeylerin en başında faiz politikaları geliyordu ama yegane unsur bu değildi. Makro ihtiyati tedbirler adı altında para piyasalarındaki bütün fiyatlama davranışları bozulmuştu. Enflasyonla mücadele adı altında da soğan patatesten otomobilin fiyatına kadar her şeyin fiyatı normal dışına çıkmıştı.

Sadece bunları normalleştirmek bile ciddi zaman aldı, hala normale dönüldüğü söylenemez ama mesela konut fiyatlarında, mesela otomobilde, mesela kısmen gıda fiyatlarında normale yaklaşıldı.

Altın ithalatındaki patlama iç piyasada faizlerin düşük olmasından kaynaklanıyordu. Faiz artınca altın ithalatı yavaşladı ama hala normale dönmedi.

Şimşek bu normalleşme adımlarının yanına şimdi geleceğe dönük teşvik adımlarını ekliyor. Yüksek teknoloji yatırımlarına ve ihracatına ciddi teşvikler verilecek. Dün MÜSİAD’a bunu anlattı, ‘Bu iş kollarına girin, normal yollardan dosya hazırlayıp başvurunuzu yapın’ dedi. Yani torpilin de işlemeyeceğini söylüyor. Şimşek bu teşvikler için devletin 630 milyar lira gelirden vazgeçeceğini söylüyor; büyük rakam.

Henüz enflasyonla mücadelede iç talebin nasıl kısılacağına dair net bir şey söylemedi Şimşek, sadece faiz artışının iç talebi yeterince kısmadığı ortada. Şimdilik puzzle’ın kayıp parçalarından en önemlisi bu.

Bir başka önemli parça, maliye politikasının para politikasına vereceği destekle ilgili. Bu olmadan enflasyonla mücadele edilemeyeceğini biliyoruz. Daha önce yazdım, benim beklentim seçimden sonra bir çeşit servet vergisinin gelmesi ve bütçe açığının bu yolla azaltılması.

Yakından izlemeye devam etmek lazım.

Kaçırılan servis aracının yaşattığı panik

Kaçırılan servis aracının yaşattığı panik

Sabahın erken saatlerinde mesajlar yağmaya başladı. Çok sayıda tanıdığım yana yakıla bilgi peşindeydi; oysa ben ne olduğunu bile bilmiyordum.

Sonra anlaşıldı: İstanbul’un seçkin okullarından Koç Okulları’na öğrenci taşıyan bir servis aracı, içindeki 11 öğrenci ve hostesle birlikte kaçırılmıştı.

Neyse ki aracı kaçıranın amacı çocuklara veya hostese zarar vermek değildi, onlar büyük bir heyecan yaşadılar ama sağ salim bu işten çıktılar ama çocuğu Koç’ta olanların yaşadığı panik ve telaş sahiden çok büyüktü.

Sadece orası da değil. Milyonlarca öğrenci her sabah okullarına servis araçlarıyla, bazen saatleri bulan yolculuklarla ulaşabiliyor. Artık mahalle okulu diye bir şey yok; herkes evinden uzakta okullara gidiyor.

Öyle olunca da, özel okul devlet okulu ayrımı olmaksızın bütün okul servislerinde bir panik başladı: Ya bizim çocuğumuzun servisi de kaçırılırsa? Ya bu sefer kaçıranlar fidye istemek için, çocuklara zarar vermek için kaçırırlarsa?

Gerçekten büyük bir korku bu. Bazı okullara hizmet veren servis şirketleri hemen sürücü ve hosteslerini bu tür olası saldırılara karşı eğitme kararı aldı bile.