Alev Alatlı bana neden çok kızmıştı?
Daha çocuk sayılırım. 80’li yılların ilk yarısıydı, Cumhuriyet gazetesinde yeni biri işe başladı. Adı Alev Alatlı’ydı. Bizim English diye bir dergi çıkaracak, dergiyi okuyanlar İngilizce öğrenecekti.
‘Dergi okuyup İngilizce mi öğrenilirmiş’ dediğimi, hatta genç küstahlığıyla projeyle dalga geçtiğimi duymuş, ‘Sen gel bakayım buraya’ dedi beni koridorda gördüğünde. Odasına gittik. Alev Alatlı’dan hayattaki ilk fırçamı o gün orada yedim. 40 yıl önce.
Sabah altı-yedi yıldır süren mesajlaşmalarımıza baktım, son fırçamı da beş ay kadar önce yazdığım bir yazıdan ötürü yemişim.
Alev Alatlı benden yaşça büyüktü, bize gazetede büyüklerimize ‘abi’ veya ‘abla’ diye hitap etmemiz öğretilmişti; ‘bey’ veya ‘hanımefendi’ gazeteciler arasında pek tercih edilen bir hitap biçimi değildi (Mahalle komşumuz rahmetli Doğan Katırcıoğlu’na bir sefer mahalle alışkanlığıyla gazetede ‘Amca’ dedim diye de fırça yemiştim, ‘Ne amcası ulan, abi diyeceksin’ demişti).
Alev Alatlı tabii ki ona ‘abla’ denmesinden de hoşlanmıyordu, ‘Benim adım Alev, bana Alev de’ dedi bir başka fırçasında.
Birbirimizi iğnelemeye dayalı ama içinde hiçbir zaman saygısızlık veya küçümseme olmayan bir ahbaplıktı bizimki kesintilerle de olsa neredeyse 40 yıldır sürerken. Dün ölüm haberini aldığımda gözümün önüne bu yıllardan benim için hepsi son derece eğlenceli bir sürü sahne geldi.
Şimdi Alev Alatlı yazacağım ama aklıma kız kardeşi Işıl Alatlı geldi; ölüm tarihinden emin olamadım, Google’da arayayım dedim. Sadece kitap satış sitelerinden bazı başlıklar geldi karşıma; Işıl Hanım için ne bir Vikipedia sayfası var ne başka şey. Oysa hakkında kitaplar yazılması, filmlere konu olması gereken olağanüstü bir şahsiyetti Işıl Hanım. Pek çok bakımdan öncü bir insandı. Onu 2015’te kaybetmiştik.
O da ‘Işıl’ diye hitap edeyim isterdi ama ben yapamaz mutlaka ‘Işıl Hanım’ derdim. Alev Alatlı’ya ‘Alev Hanım’ demek ise aklımdan bile geçmedi. Benden kaynaklanan bu tuhaflığı iki kız kardeşe de söylemiştim ve bu sebeple benimle epey bir süre dalga geçmişlerdi.
Alev Alatlı iyi bir edebiyatçı mıydı? Aldığı ödüllere, yayınladığı kitaplara bakınca evet öyleydi. Ama benim için romancıdan çok Türkiye ile derdi olan bir düşünür/yazardı. Kemal Tahir gibiydi bir bakıma; Türkiye hakkında yazılmış uzun makaleleri andırırdı romanları.
Tam da bu sebeple bir gün konuşurken Kemal Tahir benzetmesi yapmaya cesaretim olmadığından ‘Ayn Rand gibisin’ demiştim ona ve işte bu yazının başlığına da aldığım fırçayı yemiştim; bana çok kızmıştı.
Ayn Rand, Rus asıllı Amerikalı yazar, romancı, senarist ve düşünür. Amerikalıların ‘Libertaryanizm’ dediği düşünce akımının önde gelen ismi. Büyük romanları ‘The Fountain Head’ ve ‘Atlas Shrugged’ ile tanındı; toplum, siyaset, devletin rolü, kişisel ahlak gibi konularda özgün görüşleri vardı. 40’lı ve 50’li yıllarda yazdıklarıyla çok sayıda insanı etkiledi, hatta onun etkisindekilerin bugün dünyaya hakim pozisyonda olduğunu, ne bileyim mesela Elon Musk’ın Rand’in felsefesini benimsediği düşünüyorum ben (Türkiye’de de Rand etkisini 2000’li yıllarda gördük. Yönetmen Sinan Çetin geç keşfedenlerden biri olarak Rand’in bütün kitaplarını Türkçe’de yayınladı, hatta yanlış hatırlamıyorsam ‘Atlas Silkindi’ye önsözü de iş insanı Turgay Ciner yazdı).
Neyse, Ayn Rand konusunu bir gün fırsat bulursam yazacağım, Alev Alatlı’ya döneyim.
Onu Ayn Rand’e benzettim diye kızdı; çünkü görüşleri ve Türkiye hakkındaki düşünceleri Ayn Rand’e benzemiyordu. Oysa ben de zaten düşüncelerinin değil kullandığı yöntemin benzediğini anlatmaya çalışmıştım.
Bu Ayn Rand benzetmesine geri geleceğim, şimdi yine konudan kopup bir minik hatırlatma yapacağım…
Alev Alatlı 1944 doğumluydu; yani Türkiye’nin 68 kuşağına mensuptu. Şansı babasının görevi sayesinde ilk gençlik dönemini yurt dışında geçirmiş olmasıydı. Liseyi Türkiye’de okumuş olsaydı kuşağının kaçınılmaz kader çizgisi gibi gözüken pozitivizmin içine düşebilir ve çıkmakta da çok zorlanabilirdi (Ama eminim çıkardı).
19. yüzyıl pozitivizmi bugün adına ‘beşeri bilimler’ denen bilimsel disiplinleri kurarken insanlığın en ilkelden en moderne neredeyse düz çizgi gibi uzanan bir gelişme çizgisinde ilerlediğini öne sürdü. Hegel’in tarih felsefesi, bu felsefeye dayalı Marksizm tarihe bir ‘son’ öngörür. Ama yalnız değildirler; başka pek çok kurucu baba düşünür insanın gelişmesinin aşamalarından söz eder ve büyük bir güvenle onun ‘nihai aşama’ olduğunu iddia eder zaten.
Bu düşünme biçimi Batı’da çoktan geride kaldı ama Türkiye’nin 50’li, 60’lı, 70’li yıllardaki entelektüel ortamı ‘tarihin sonu’ fikrine canı gönülden inanan insanlarla doluydu. O yıllarda yazılan kimi kitaplara bakıyorum, yarın sabah Türkiye’de komünist devrim yaşanacakmış ve insanın mücadelesi de sona erecekmiş gibi kaleme alınmışlar sanki.
Alev Alatlı hiç öyle düşünmüyordu. Tarih ona göre düz bir çizgi değildi, tam olarak İbni Haldun’un söylediği türde bir ‘çember’ de değildi, ama Alev Alatlı kendini İbni Haldun’a daha yakın görüyordu.
İnsanlık tarihinin ilkelden ‘gelişmiş’e doğru akan düz bir çizgi olmaması, tarih okunun illa ‘ileri’yi ve ‘gelişme’yi göstermemesi Alev Alatlı ile en çok paylaştığım düşünceydi. İnsan uygarlığı sürekli bir ilerleme değildi, sık sık gerileme de yaşıyordu. İşte Avrupa’nın Roma İmparatorluğu dönemindeki uygarlık seviyesini kaybettikten sonra yeniden o seviyeye yaklaşması 1000 yıldan uzun sürmüştü. İslam medeniyeti 1000 yıl önceki uygarlık seviyesinin bugün çok gerisindeydi. Bizler Kanuni Sultan Süleyman devrindeki medeniyetimizin hâlâ gerisindeyiz.
Fransız modernizminin meşhur şairi Arthur Rimbault’nun çok meşhur bir sözü vardır: ‘Mutlaka modern olmak gerekir.’
Bu sözü ve arkasındaki mantığı yanlış anlayıp en yeninin en iyi (ve ileri) olduğunu sananlar var. Oysa öyle değil. Öyle düşünürler var ki 2500 yıl önce söyledikleri bazı sözler bugün hâlâ ‘ileri’.
Türkiye’de kuşaklar boyunca pek çok marksistin Marx’ı ve felsefesini Georges Politzer adlı bir Macar’ın kaleme aldığı ‘Felsefenin Temel İlkeleri’ adlı kitaptan öğrendiğini, başka bir kaynakla da ilgilenmediğini düşünmüşümdür hep. Az önce Türkiye’de ilk kez 1969’da basılan bu kitabın 2008’e kadar 17 baskı yaptığını gördüm Vikipedia sayfasında.
Kitabın Türkiye’de kuşaklar boyunca bu denli etkili olmasının nedeni son derece karmaşık konuları son derece basit bir dille anlatmasıdır. Kitabı okuyanlar dünyanın sırrını çözdüklerini düşünür, her şey çok basittir.
Ayn Rand’in görüşlerinin komünizmle uzak yakın ilişkisi yok, hatta onun azılı bir komünizm düşmanı olduğunu söylemem gerek, ama yöntemi aynı: Görüşlerini o kadar basit, hatta ilkokul çocuğu seviyesinde anlatır ki dinleyince dünyanın sırrını çözdüğünü düşünür insan.
Şunu biliyoruz: Ayn Rand’in çevresinde bir ‘müritler’ topluluğu oluştu zamanla. Bu müritler düzenli olarak Rand’le toplantılar yapar, onu dinler, sonra da etraflarına anlatırdı. Aralarında hiç küçümsenmemesi gereken çok önemli isimler de vardı, örneğin Amerikan Merkez Bankası’nın efsanevi başkanı Alan Greenspan onlardan biriydi.
Buradan geliyorum Alev Alatlı’dan yediğim bir başka fırçaya…
Ben onun yöntemini (görüşlerini değil) Ayn Rand’e benzetip fırça yedikten birkaç yıl sonra Alev Alatlı’nın etrafında da bir ‘müritler’ topluluğu oluşmaya başladı. Konuşmayı da çok sevdiği için Alev onlarla sık sık buluşur, konferansvari konuşmalar yapardı.
Ben bunu öğrenince, aramızdaki samimiyete binaen ‘Şimdi tam Ayn Rand oldun’ dedim ve tabii bir kez daha fırça yedim.
Ben de biliyordum Ayn Rand olmadığını. Evet etrafında insanlar olması, ona ‘Hocam’ diye hitap etmeleri elbette gururunu okşar, hoşuna giderdi ama anlattığı şeyler asla ‘basit’ değildi, hiçbir zaman bir görüş, katı bir düşünce vazetmez, tam tersine tarihin çemberlerinden, kendi aklımıza sahip olmaktan, dünyayı başkalarının gözünden değil kendi şüphe duyan beynimizden geçirip görmekten, derin kültüre sahip olmakla övünürken geçmişte takılıp kalma hatasına düşmemekten söz ederdi etrafındakilere.
Bu sabah uyandım, telefonumda gece sevgili Bülent Korman’dan gelen tam 107 mesaj vardı. Alev Alatlı ile yıllara varan yazışmalarından bazılarını seçmiş göndermişti Bülent. Sonra ben kendi telefonumdaki yazışmalara baktım. Kim bilir başka kaç kişi bu sabah telefonunda Alev’le olan yazışmalarını yeni baştan okudu, onu düşündüm.
Alev, ne kadarı bilinçli tercihiydi bilemem ama sevilen bir insan olmaktan çok kızılan biri olmayı tercih eder gibiydi.
Bu ülkede kelimenin gerçek manasıyla özgün olmak, bırakın olmayı özgün olmaya uğraşmak bile yalnız kalmanın, türlü çeşitli kabile ve cemaatler tarafından dışlanmanın garantisidir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın müthiş sözüyle ‘sükût suikasti’ne uğrar insan.
Alev kim bilir kaç kez bu suikastleri atlatmış, özgün biri olmaktan hiçbir zaman vazgeçmemişti. Fikirlerini beğenmeyebilirsiniz ama bu hakkını teslim etmelisiniz. Tanıdığım en çalışkan insanlardan biriydi, kafası da vücudu da durmazdı.
Onu çok özleyeceğim. Toprağı bol olsun.